Likya, Antalya – Fethiye arası, Kalinda’dan (Kalynda) Termesos’a, Kibira’dan (Kibyra) Aperlay’a (Aperlai); bugünün Teke Yarımadası. Hitit metinlerindeki o Luvice “Lukka” zamanla Likya’ya dönüşmüştür kuşkusuz.
Likya’ya “Işık Ülkesi” de denir. Bu, ışığın bolluğundan çok, ışık tanrısı Apollon’un ülkesi olması nedeniyledir. Daha doğrusu bilim ve sanat tanrısının… Ne diyor İmmanuel Kant: “İnsanlar ışığı görmez, ışıkla görür.” Eğitimle… “Lise” adının kökü de varıp Likya’ya dayanır; “ışık”a, bilim ve ışık tanrısı Apollon’a.
Likya, MÖ 550’lerde tarih sahnesine çıkar. Öncesi Luvi. Evet, Likya ile Karya’nın buluşması bir yere kadardır. Tıpkı Karya ile İyonya’da olduğu gibi… Elbette o pek ama pek çok abartılan Helen etkisi de bir yere kadar… Likyalılar kendilerine Dirmilliler der. Bize düşen sözcüklere takılıp kalmamak, o sözcüklere kanmamaktır. Hele o “Likyagenes” gibi sözcüklere; Likya soylu demektir o. Bakın, arkeolojinin bilgesi Ekrem Akurgal ne diyor: “Helen etkilerine karşı, özgünlüğünü en iyi koruyan topluluk Likyalılardır.”
Likya döneminde her kent, bir devlettir. Kendi parasını kendi basan. Bir dönem federatif bir anayasası olan, Likya Birliği çatısı altında bir araya gelen. 23 kentten oluşan Likya Birliği, İlkçağ’ın en gelişmiş konfederasyon yapısıdır kuşkusuz. Bu birliğin seçimle iş başına gelene başkanına Likyarkhes denir. Bu nedenle olmalı başkentler sürekli değişmiştir; klasik dönemde Ksantos, sonra Patara, Myra (Demre)…
Atinalı İsokrates’in dediğine göre, “Persler, hiçbir zaman Likya üzerinde sürekli egemen olamamışlardır.” Persler olmamıştır da, dünün Hitit, Karya, Helen (İskender), Roma, Rodoslusu; daha yakın zamanların Bizans, Arap, Selçuk, Venedik, Ceneviz, Osmanlısı egemen olmuş, olabilmiş midir?
Peki, gerçek bu iken herkesin gözü, niye burada, bu topraklardadır? İki nedenle. 1. Fenike’den İyonya’ya ve daha ötesine yapılan o uzun deniz yolculuklarında, özellikle de deniz ticaretinde, sığınaklı, korunaklı koylara, limanlara sahip olmak, 2. Gemi yapımına en elverişli o bol kereste kaynağına sahip olmak. Özellikle “sedir”e…
Likyalılar, yurt bilincine sahip, onurlarına ve özgürlüklerine düşkün insanlardır. Özellikle Ksantoslular. Destan yazan bir kenttir Ksantos. Akdeniz’in Milet’idir bir bakıma; kültür özeği oluşuyla, özgürlüğüne düşkünlüğüyle… Miletliler, Hititlere, Lidyalılara, Perslere, Helenlere direnmiş; kaç kez yıkılıp kaç kez küllerinden yeniden doğmuştu. Ksantoslular da bütün saldırganlara, Perslere, Brutüs’lere ölümüne direnmiş, tarihin belleğine de “Ya istiklal, ya ölüm!” parolasını kazımışlardır. Bu özgürlüğe adanmışlık nedeniyle olmalı, Likya’da da savaş kahramanları “çıplak” betimlenir.
Evet, Boyun eğme, teslim olma kültürünü yok eden kenttir Ksantos. Harpagos, hani şu Kiros efsanesinde, kendisine oğlunun eti yedirilen adam, Likya’ya saldırdığında Ksantoslular, kadınlarını, çocuklarını, kölelerini ve mallarını kale içine kapatmışlar, onları öldürüp yaktıktan sonra, kalan yiğitleriyle ölüme ant içip son neferine kadar savaşıp ölmüşlerdir. O parola, Kurtuluş Savaşı’mızın da parolasıdır.
Ksantos insanı, bu onurlu özgürlük kavgasını, şiire de dökmüştür: “Evlerimizi mezar yaptık, mezarlarımızı ev / Yıkıldı evlerimiz, yağmalandı mezarlarımız / Dağların doruğuna çıktık, toprağın altına girdik / Suların altında kaldık, gelip buldular bizi / Biz ki analarımızın, kadınlarımızın ve ölülerimizin uğruna / Biz ki onurumuzun ve özgürlüğümüzün uğruna / Toplu ölümleri yeğleyen bu toprağın insanları / Bir ateş bıraktık geride, hiç sönmeyen ve sönmeyecek olan” Defalarca küllerinden doğan o kenttir Ksantos.
Bir başka özgürlük öyküsü de şudur: Brutüs gibi bir zalimin de uğrağıdır Ksantos. Süngü zoruyla yandaş toplamaya kalktığında, yaşadığı o manzara, o zalimi bile ağlatmıştır. Bir eliyle evini ateşe verirken kucağındaki ölü çocuğuyla ilmeğin ucunda, intihar etmekte olan kadın…
Likya’da kahramanlık kültü önemlidir, Likyalı savaşçıdır. Haksızlığa isyan kültürünün bir parçasıdır. O günden bugüne, isyan eden dağa çıkar. Çetecilik, yurtseverliğe özgülendiğinde zeybeklik coğrafyanın 2500-3000 yıllık eylemidir. Ta 20 yüzyılın başına, Yörük Ali’lere kadar da bütün Karya coğrafyasının. Likya’nın kuzeybatı ucundaki o Karya’ya komşu Bubon (Gölhisar-İbecik) kenti, küçücük bir kent olmasına karşın, eşkıya baskınlarına gösterdiği direnç nedeniyle Likya Birliği’nde üç oya sahiptir.
Osmanlı’yı da çok uğraştırmıştır bu coğrafya. Osmanlı, 1600’lerin başında hâlâ egemenlik savaşı vermektedir bu topraklarda. Şahkulu İsyanı’nı (1510) anımsayan kaldı mı bilmem? Coğrafyanın sağladığı olanakla, tarih boyu başına buyruk beyler diyarıdır Likya, Teke… Evet Nevzat Çevik’in şu tümcesi, Likya’nın da Anadolu’nun da özetidir: “Her gelenden paylar alınıp ve her gelene paylar verilerek, zenginlik ve renk dokur özünü: Anadolu gibi.”
Likya, kültürüyle özgün bir kimliktir; mimariden, kabartmaya… Yine de bölgesel özelliklerini, doğusuyla batısı, dağlık bölgeleriyle kıyısı arasında farklılıklarını koruyarak.
Tüm zamanların güç sembolü “boğa”dır; dağının adı da. “Toros” boğa demektir. En çok da Likya’ya yakışır. Afrodisyas’ta da bol bol karşılaşırsınız o boğayla.
Yaylacılık, antik çağda da vardır. Torosların tarihi biraz da budur. Likya kenti Balbura (Çölkayık) buna örnektir.
Salt Likya mı? Dozu farklı olsa da Anadolu’nun her bölgesi, kendi kültürel özgünlüğünü korur. Bugün de Erzurumlu ile Trabzonlu, Afyonlu ile İzmirli, Adanalı ile Muğlalı hâlâ çok farklıdır.
Tarih ne derse desin, coğrafyanın gerçeği değişmez; gelenek süreklidir. Örneğin, bugün de kapı eşiği kutsaldır. O eşiğin koruyucusu Apollondur; ışık ülkesine elbette ışığın tanrısı yakışır.
Evet, Ksantos’un o çift dilli yazıtı da 12 tanrıya adanmıştır. O on iki tanrının Helen Olimpos’una göçü çok daha sonranın işidir. O göçten çok çok önceleri, Maliya (Athena) Eni Mahanahi (Leto) gibi tanrılardan da söz edilir bu coğrafyada. Yeri gelmişken Herkül’ün on iki ödevini anımsayalım; On İki Havari ile On İki İmam’ı da esenleyelim bu arada.
Kutsal mekânlar varlığını hep korumuştur. Dünün tapınağı önce kilise, sonra da cami olarak çıkar karşımıza. Limyra’daki Kafi Baba Türbesi, dünün bir Roma anıt mezarıdır. Bugün hâlâ akan o Myra Apollon’nun kaynağı olan su, Andriake’ye dökülür. Dün balıklara atılan yeme göre fala bakılıyordu, bugün de bakılıyor. Bugün de Demreliler balıklara kızartılmış et ya da kek atıyorlar. Kent, Apollon, kehanetine devam ediyor.
Kaş’ın yaklaşık 70 km kuzeyinde, Akdağ eteklerinde karşımıza çıkan Nysa (Meryemlik Tepe – Sütleğen) da adıyla ilgimizi çekmekte. Nisa, “kadın” demektir; kadın ile “Meryem” ve “süt” arasındaki ilişki, dilin canlılığının ve sürekliliğinin kanıtıdır kuşkusuz. Nysa’ya komşu o Komba’daki (Gömbe) On İki Tanrı adak levhası, Anadolu’nun nice kültürün beşiği oluşuna kanıttır.
Likya insanın aksanı da Karya insanınınki gibi kolaya anlaşılmaz. Hani Homer der ya “Kaba konuşan Karyalılar”. İster Likçe ya da Karca, ister Rumca ya da Türkçe, bölgenin aksanı, ağız özelliği kendini hep korumuştur. Salt aksan değil, sözcüklerde de görülür süreklilik. Likya’nın Felen’i halen Felen’dir; Luvi’nin Zenuri’si Zengeler, Bizans çağının Alimela’sı Elmalı… Türk insanı, kendi dilinin ses özelliğine az çok yakın olan hiçbir adı, yok saymamıştır. Likyalılar, İskender sonrası Likçe kullanmayı bırakmış olsalar da; özellikle yazıda…
Likya’da insanlar annelerinin adıyla anılır. Anne adıyla anılmak, önce “talkın”ı çağrıştırır kuşkusuz. Mirasçı olan kızlardır. Yer yer devam eden Drahoma kültürü, kadını önemsemenin ifadesidir. Çeyizden öte bir şeydir bu, evlenecek kızın önce evi yapılır. Ne zaman ki Helen yazısına geçilmiş, o gün bugündür insanlar da baba adıyla anılır olmuştur.
Geleneğin en sadık mirasçıları kadınlardır kuşkusuz. Giyim kuşamdan sofraya konan yemeğe; urbiyeden üç eteğe, keşkekten karsambaça… İşte o günden bugüne yaşayan bir kadın geleneği; rüzgâr azgınlaşıp fırtınaya dönüştüğünde dünün Likya kadınları Poseydon’u utandırmak için etekleri fora ederlerdi; bugünün Yörük kadınları da çocuklarının popolarını rüzgâra çevirip donlarını indiriverirler.
Kadından söz edince anımsamamak olmaz. Kaya mezarlardaki o başörtüsü, “yas”ın simgesidir. Başörtüsü bu coğrafyaya Müslümanlıkla gelmemiştir. O başörtüsünü, Afrodisyas Müzesi’nin girişindeki lahitte de görürsünüz.
Folklor, simgelerle dile getirir her şeyi; birikimi, kültürü, yaşamı… Yörük kilimlerdeki “koç boynuzu” erkeği, “eli belinde” kadını, “su” yaşamın akıcılığını simgeler Likya günlerinden bu yana. Likya lahdinin modeli de o “kara kovan”dır kuşkusuz
Likya’ya özgü o semerdam lahitler de o alaçık çadır konutlarının taşa modellenmesidir. Evet, Likya insanı, kayalara, çoğu kez de oturduğu evin mimarisini işlemiştir. Kabartmalara Anadolu motiflerini… Kayalara oyulmuş zeytin işliği de var. Evet, gereksinim belirliyor her şeyi.
Tarihin doğrusu o ki, hiçbir şey dünden ve yaşamdan kopuk değil. İyi ki kaya işçiliği, bu denli gelişmiş; yoksa bugün gördüklerimizin her biri, bir başka çağın, arkadan gelen aç gözün yapı ve dolgu malzemesi olurdu. O dünyanın yedi harikasından biri Efes Artemis Tapınağı’nın başına gelen gibi, Telmesos’ta var olan her şeyin de Fethiye Limanı’nda taş dolgusu olması gibi…
Denize mi hasretsiniz, dağa mı? Yönünüzü çevirivermeniz yeter. Peki, bunca güzelliği zamanın derinliklerine gömen ne? Neden, bir iki değil, çok elbet. Art arda yaşanan büyük depremler; MS 23, 141, 240… 6. yüzyılda yaşanan büyük veba salgını, Arap akınları… O din, bu din adına çalınan kılıçlar.
Likya, önemli birkaç sahil kenti bir yana, çok az kazılmış bir uygarlık. Arkeoloji, bilginin en sık değiştiği alandır. Demek ki Likya ile ilgili öğreneceğimiz daha çok şey var.
Likya’nın bilge emekçisi Nevzat Çevik’in o ifadesi, her şeyin, özeti kuşkusuz; Likya’nın da tarihin de bu yazının da: “Anadolu, dünyanın en değerli gayrimenkulü”
* Papirüs, 44. Sayı, Temmuz-Ağustos 2023