Mehmet Emin Çallı: ‘Komutanımız Nuri Pamir şehit olduğunda biz oradaydık’ |
Denizli’nin Çal Kasabası’nda 1930 yılında doğdum. Ailem rençberlik yapıyordu. Denizli’den Manisa’ya geldik. Rençberlik orada da devam etti. 1950 yılında Manisa’dan Gelibolu Demirtepe’ye askere gittim. 40. Alay’daydık. Akşamüstü boru çaldı, manga çavuşlarını çağırdılar. Kore’ye 1. Türk Tugayı gittikten sonra mart ayında altı yüz kişiyi daha takviye gönderdiler. Kore’ye gidecek 2. Tugay için asker topluyorlarmış. “Gönüllü gitmek isteyen varsa ismini yazdırsın.” dediler. Bizim alaydan iki yüz elli kişi alınacakmış. Gönüllü gidenlerden tamamlanamazsa geri kalanı kurayla çekilecekmiş. Kore’nin nerede olduğunu bilmiyorduk, ama Manisa’dan iki kişi gönüllü olarak çıktık, yazıldık. Devrisi gün, kaç kişiydik şimdi bilemeyeceğim, Demirtepe’den Gelibolu’ya tümene götürdüler. Oradan vapura bindirdiler, İstanbul’a götürdüler. Marmara Bölgesi’nden gelen bütün askerleri Selimiye Kışlası’nda topladılar. Akşam özel trenle Ankara’ya gönderdiler. Sarıkışla’da bizim için hazırlanmış çadırlara yerleştik, orada bir ay kaldık.
Özel trenle İskenderun’a gittik, yedi gün kaldık. Konyalı Süleyman, Manisalı Mehmet, Mardinli Kasım Çavuş, Maraşlı Mehmet, Düzceli Rıfat, Menemenli Şahin… Türkiye’nin her yerinden arkadaşlarımız oldu. Bizim köyden iki kişiydik.
7 Temmuz 1951 tarihinde İskenderun’dan hareket eden General Langfitt gemisindeydim. Gemi öğleden sonra saat dörtte hareket etti. Doksan basamak aşağı indik. Herkese yerlerini gösterdiler. Yataklarımız su seviyesindeydi, oda yoktu, kocaman bir salon, her tarafta zincirli yataklar vardı. Gece gündüz belli değildi. Uyuduk uyandık, arkadaşlar; “Hadi bir yukarıya çıkalım” dediler.” Çıktık, bir de baktık güneş daha yeni doğuyor. Tersimiz döndü, güneş tersten doğuyormuş gibi oldu. İleride minareleri olan bir şehir vardı. Acaba halen kendi ülkemizde miydik? Merak ettik, üsteğmene sorduk.
“Karşıda minareler görüyoruz. Biz halen Türkiye’de miyiz?”
“Yok ya! Burası Mısır.”
Mısır’a, Süveyş Kanalı’na kadar gelmişiz. Kanalın girişinde demir attık, ileride kanalda başka vapur vardı. Onun geçmesini bekledik. Biz orada beklerken etrafımızı Araplar sardı. Kimi hurma aldı, kimi başka şeyler… Gemi hareket etti, kanalı yavaş yavaş geçti, Kızıldeniz’e çıktık. Umman Denizi’nde bir dalga çıktı, “Eyvah!” dedik.
Vapurda 2250 Türk askeri, 300 Yunan askeri, 250 de gemi personeli vardı. Bütün millet döşek gibi serildi.
Git Allah git… Biz köylü çocuğuyuz, öyle deniz mi gördük? Gemide canımız sıkılmasın diye domino taşı, tavla ve oyun kâğıdı verdiler. Tam yaz sıcaklarının olduğu zaman yoldaydık. Akşamları sinema oynardı. Geminin bacasına perde asılmıştı. Bakan bakardı, bakmayan güvertede uyuyakalırdı.
Hindistan’ın Columbia liman şehrine vardık, on iki saat kaldık. Su, erzak alındı; ikmal yapıldı. Muz, Hindistan kavunu, Hindistan cevizi, mandalina… Geminin üstü o biçim oldu. Okyanusta git Allah git, güneş denizden doğup denizden battı, hiç kara görmedik. Kore’ye toplam otuz günde vardık. Pusan şehrine gelmeden önce bir sis bastı, göz gözü görmüyordu. Sis biraz açılır gibi olunca çok yakınımızda iki tane anten gördük. Üsteğmene sorduk. Denizaltılar bizi kolluyormuş, dört tane denizaltı saydık. Pusan Limanı’na akşamüzeri vardık, çıkarma gemisine sabaha karşı bindik, karaya ertesi gün çıktık. Bizden önce giden birinci kafile bir aydır dinlenmedeymiş, bizi karşılamaya gelmişler. Cemselere bindik, ha bakalım de bakalım tugayın olduğu yere kadar gittik. Yolda giderken bombalanmış, yanmış kül olmuş bir tren gördük. İskeleti kalmıştı.
Bir saatlik yolculuktan sonra tugayın dinlendiği karargâha geldik. Yemek yedik. Birinci kafileden köylüm Abdullah’la karşılaştım orada. Konuştuk. Dört yan kavak ağaçlarıyla çevriliydi. Tugay Komutanı Tahsin Yazıcı ile yardımcısı Celal Dora oradaydı. “Hoş geldiniz evlatlarım. Gazeteler, radyolar Kore Tugayı’nın çoğu gitmiş derler. Aslı yoktur. Şu kadar şehidimiz, şu kadar yaralımız, şu kadar da kaybımız var.” dedi. İçtima halindeydik, komutanın konuşması bitince bir yüzbaşı geldi; “Sen gel, sen gel…” dedi, içimizden elli kişi seçti.
“Çantalarınızı alın, sizi buradan başka bir yere göndereceğiz.”
İki cemseyle yola çıktık. Suvon adında bir şehire gittik, o zaman harap bir şehirdi. 2008’de Kore’ye gittiğimizde Suvon’u da gezdirdiler, çok fark vardı. Cephede şehit düşen olursa bizden takviye edeceklermiş. Suvon şehrinde yaklaşık on gün eğitim gördük. Bize silah verdiler, bindirdiler cemselere, cepheye gönderdiler. Akşam oldu, cepheyi gösterdiler, mevzilere göndermediler.
“Herkes kendine siper kazsın!” dediler. Kazdık, yattık. Bütün gece sabaha kadar bombalar patladı. Eylül ayındaydık, ama kaçında olduğunu bilemem. Çervon (Cheorwon) cephesinde idik. Her yer yanmıştı, bir aya yakın kaldık. “Cepheyi değiştireceğiz.” dediler. Amerikalılar geldi cepheyi bizden teslim aldılar. Bindik cemselere, buradan İzmir’e kadar uzaklıkta bir yere gittik. Bir nehrin kıyısında yerleştik. Her yer taşlıktı. Birer kişilik çadırlarımız vardı. Düşmana hedef olmayalım diye özellikle büyük çadır vermiyorlardı. Bir rahmet yağdı, hafta boyunca hiç durmadı.
Nehir yanımızda akıyordu. Nöbet bekleyen arkadaşlardan biri seslendi;
“Kalkın! Çadırları su bastı.”
Kalktım, her tarafım su olmuş. Otuz beş kişi su içinde kalmışız. Helikopterler geldi, kurtardı bizi.
Tugay komutanımız Tahsin Yazıcı’ydı, sonradan Namık Argüç geldi.
Geceleri sürekli top atışı olurdu bizi uyutmazdı. Son cephemiz Kumkale idi. Düşmanla aramızda çok az bir mesafe vardı. Bize çikolata verirlerdi. Biz gece onları bağlar bağlar düşman tarafına atardık. Birbirimize o kadar yakındık. O cephede üç ay kaldık.
Kavakların bol olduğu cephede bizi geri çektiklerinde bir hafta izin vermişlerdi. İznin ikinci gününde Amerikan taburu kuşatılmış, onlara yardıma çağırdılar. Buradan İnegöl kadar uzaklıkta bir yerdi, yayan gittik. Akşam oldu, bir rahmet bir rahmet, sabaha kadar sürdü. Üsteğmen bize birer gocuk giydirmişti.
“Çallı, haydi bakalım, ileri gözcülüğe…”
Eskişehirli Şerafettin ile beni gözcü olarak görevlendirdi. Patika yollardan gidiyorduk, sis de bastı. Orman içinde her yer çalılıktı. Aşağıdan sesler gelmeye başladı. Baktım, iki yaralı Amerikalı, kurtulmuşlar. Üstlerini örttük. Haber vermek için geri döndük. Üsteğmen bizi karşısında görünce;
“Yine ne istiyorsunuz?”
“Üsteğmenim, iki Amerikalı yaralı var.”
Telefon etti, helikopterle geldiler, yaralıları alıp götürdüler. Yürümeye devam ettik. Gittik, gittik, sınır bitti. Aşağısı dereydi. Dereye indik. Karşıya geçtik. Amerikalıları yarmış ya düşman. Makinalılarla bize ateş ettiler. Çamlara doğru kaçtık, başka yolları kullanarak geri dönebildik.
Kumkale’de albayımız Nuri Pamir şehit oldu. Biz oradaydık. Cephe Uludağ gibi bir yerdeydi. Aşağıdan, vadiden oraya asansör vardı. On kilometre içerisinde bizim ikinci taburun mutfağı vardı. Sabah öğlen çay taşınıyordu aşağıya. Telefon geldi;
“Dikkat edin! Cepheyi gezmeye Nuri Pamir geliyor.”
Tedbir aldık. Geldi, selam verdi bize.
“Oğullarım, size Türkiye’den kucak dolusu selam getirdim.”
İki kilometre uzunluğunda bir vadideydik. O gün de düşman havan mermisi yağdırıyordu.
“Albayım, buradan ileri gitmeyin.”
“Vadinin sonuna kadar gider döneriz.”
Gittiler vadinin bitimine yakın bir yerde bir havan mermisi isabet etmiş. Nuri Pamir orada şehit oldu.
Chorman cephesinden sonra bizi Yıldıztepe’ye vermiştiler. 6. Bölük, 7. Bölük tepeye taarruz etmişti. Sıra bizim 5. Bölüğe gelmişti. Üsteğmen “Çocuklar eksiklerinizi tamamlayın.” dedi. Eksiklerimizi tamamladık. Üsteğmen yanıma geldi;
“Çallı, sen gitmeyeceksin.
“Neden üsteğmenim?”
“Yanına bir kişi daha vereceğim, siz gitmeyeceksiniz. Mevzilerde nöbetçi kalacaksınız.”
“Biz de gitçez.”
“Bu bir emirdir. Siz kalıyorsunuz.”
Komutan ne derse o oluyor, mevzide kaldık. Üçten beşe mevzi nöbetindeydim. Üstümden bürrt etti, bir şey geçti. Baktım, ufak bir geyikti. Eyvah, mayın tarlasına daldı. Kurtulamaz diye bakarken yan tarafa kaydı. A4 makinalı tüfeğin başında Hıdır adında bir arkadaş vardı, geyiğe nişanladı ve yaraladı. “Ulan, Allah kahretsin.” dedik. Aşağısı kestanelikti, yaralı halde kestaneliğe daldı. O hayvan bütün gece yırttı ortalığı. Bir taarruzda Hıdır’a bir mermi denk geldi. Kafası bir tarafta vücudu bir tarafta paramparça oldu.
Yıldıztepe taarruzunda otuz altı yaralı vardı, ama kaç şehit olduğunu hatırlamıyorum. Bölük her biri elli kişilik üç takımdan oluşuyordu. Yıldıztepe’den bizi geriye kar yağdıktan sonra çektiler. Bir yıl içinde çok yer değiştirdik. (…)
Fotoğraftaki çocuğu dağda bulduk. İsmini Ali koyduk Hiç kimsesi yoktu biz yemek verdik.
Dönüşte gemiye bindik. Kafile Komutanı; “Sayın askerler, Amerikan 8. Ordu Komutanlığı bizi Tokyo’ya davet etti. Tokyo’ya gideceğiz, beş gün orada kalacağız.” dedi. İtirazlar yükseldi. Hiç kimse gitmek istemedi, ama komutanın dediği oldu. Tokyo’ya gittik, beş gün kaldık. Kolumuzdaki ay yıldızdan Türk askeri olduğumuz belliydi. Kadınlar gelip boynumuza sarılıyordu.
8 Ağustos 1952’de İzmir’e geldik. Ben öyle kalabalığı hayatta daha görmedim. Bizim vapurda Türkiye’nin her ilinden asker vardı. Aileler karşılamaya gelmişti. Ben Manisa’lıyım bütün köylülerim o gün işe gitmemiş, beni karşılamaya gelmişti. (…)
Gazilik maaşı 1976 yılında çıktı. İlkin üç ayda yedi yüz elli lira verdiler. Fena para değildi. Derneğimizin ismi KORSAVAŞ’tı, ihtilalden sonra kapandı. Bugün Muharip Gaziler Derneği olarak devam ediyor.
Kore’ye 2008 yılında davetle gittik, yirmi üç kişiydik. Cephede savaştığımız yerleri gezdirdiler. Hiçbir yeri tanıyamadık. Nasıl tanıyacağız? Bilek kadar çam ağacı olmuş dev gibi. Çok yerler gezdirdiler. Mütarekenin imzalandığı yere gittik. Yanımızda tercüman vardı. Binanın ortasında doğu batı ekseninde bir çizgi vardı. Çizginin kuzeyi ve güneyi iki ayrı devletindi. Çizgiden ileri geçmek yasak… Çizginin kuzeyinde dolaşan askere; “Gel selamlaşalım.” anlamında elimi uzattım. Sağ elini sert bir şekilde aşağıdan yukarı savurdu. Tercüman kadın beni uyardı;
“Gazi amca, böyle hareketler yapmayın lütfen. Boş verin.”
Karşıda bulunan barakalardaki Kuzey Koreli komutan biraz önce yaşanan gerilimi görmüş. Askeri çağırdı. Tercüman kadın;
“Amca, senin asker komutanından fırçayı yedi.”
Demiş ki;
“O sana insanlığını gösterdi, elini uzattı. Niye elini vermedin? Git çabuk özür dile…”
Asker benim önüme geldi, sert bir selam çaktı. Biz bunu arıyoruz, kavga aramıyoruz. Sekiz gün kaldık, epey yer gezdik. Yalnız Kumkale’ye gidemedik. Seul’e altı yüz kilometre uzaklıktaymış, programa koymamışlar. Pusan Seul arası dört yüz elli kilometre, hızlı trenle gittik. Şehitliği gezdik. Orada bir öğlen yemeği verdiler.
Allah kimseye savaşı göstermesin. İyi bir şey değil. Anasız babasız kalan insanlar, hiçbir zaman kabul etmem, ama ülkene saldırılmış, mecbur kalmışsın, o başka…[1]
…
Anahtar Kelimeler: Kore Savaşı, Kutup Yıldızı, Mehmet Emin Çallı
[1] Bu yazı Nazmi Karataş’ın ‘Kutup Yıldızı, Ekin Yayınevi, Şubat 2018’ adlı kitabından belgeseltarih.com takipçileri için kendisince derlenmiştir.