C.Texier, “Küçük Asya” adlı eserinde[i] Mihaliç ve çevresinde ilk olarak, Troia savaşından çok zaman önce yerleşmek amacıyla gelmiş olan, “Bebryk” (Bebrice) adındaki bir kavmin işgalinden söz eder. Yazar, Argonotlar`ın geldiğinde bölgede Bebryk`lerin olduğundan, Trakya kökenli olan Bebryk`lerin, (bugünkü Bandırma bölgesinde yaşayan) Thessalia`dan göç ederek gelmiş “Dolionlar” ile beraber Frigya (Phrygia) ünvanı altında sayıldıklarından ve “Dryoplar”ın (Yunanistan`da önce Argos, sonra da Mesenia bölgesinde yaşayan bir kavim) Marmara bölgesine yerleştiklerinden bahisle; bu kavimlerin sınırlarını kesin bir çizgiyle sınırlamanın boşuna olduğunu kaydetmektedir. Schwertheim ise, bilimin şu andaki vardığı noktada, Mysia`nın Aisepos(Gönençay)`tan Olymp`e kadar olan bölgesinde (Thesselia`dan göç ederek gelen)Thrakia`lı Dolionlar ile Mygdonların yaşadığının söylenebileceğini belirtmektedir. Strabon`un dediğine göre de, bu kavimler o kadar değişiklikler geçirmişler ve Yunanlılar ile Romalılar tarafından Bithynia adı verilen bölge o kadar çeşitli cins kavimler tarafından saldırılara uğramıştır ki, coğrafyacılar bu sorunun açıklanmasından kaçınmak zorunda kalmışlardır.
Bölgemizi yukarıda sözü edilen kavimlerin yurt edindiği yıllarda, Azak denizinin kuzeyindeki bozkırlarda yaşarken İskitler tarafından yurtlarından edilen Kimmerler Kafkaslar üzerinden Anadolu`ya girmişlerdi. Asur kralı Sargon II`nin püskürtmesiyle Anadolu içlerine yönelen Kimmerler M.Ö.VII. yüzyılın başlarında Phrygia ve Lydia`lıları yenince Bebrykleri de egemenlikleri altına aldılar. Anadolu`yu yakıp yıkan bu topluluk Bebrykler`in bir bölümünü yok etti. Fakat Kimmerler burada sürekli bir iktidar kuramadıklarından, Thrakia`lı Bithynialılar tarafından kovuldular.
M.Ö.XIII. yüzyıldan XII. yüzyıla geçerken Balkan Yarımadasından Anadolu’ya, Boğazlar ve Ege Denizi yoluyla gerçekleşen göçler olayının kesin nedenleri yeterince bilinmemektedir. Bilinen, bunların Thrak (Trak) boyları olduklarıdır. Henüz yazıyı bilmeyen, Bityn(Bitin)‘ler olarak tanınan bu barbar göçebeler, Herodot’a göre, Truva’lılar ile bölgemizde yaşamakta olan ve bir Trak boyu olan Mysi (Misi)‘leri topraklarından kovdular.
Marmara bölgesi ve dolayısıyla tarıma ve hayvancılığa çok elverişli Mihaliç ovası yıllar içerisinde birçok kez değişik halk gruplarına ev sahipliği yaptı. Günümüze ulaşan arkeolojik kalıntılar bize bu konuda birçok bilgi vermektedir. Bölgenin en eski yerleşim yeri olarak,1974 yılında Bursa-İzmir karayolunun yapım çalışmaları sırasında Karacabey Harasından sonra Melde bayırı denilen yere gelindiğinde, Miletopolis’in 2 metre yüksekliğe varan antik kalıntı katmanları ile karşılaşıldı. Böylece, Miletopolis’in yerinin Mihaliç mi, Melde mi olduğu konusunda tartışmalar da sona erdi.
Amasyalı Strabon (M.Ö.65-M.S.23) da ünlü eseri “Coğrafya”sında bölgede üç göl olduğunu kaydetmektedir (XII 8, 10) ; bunlar Lacus Apolloniatis (Apolyont Gölü), Lacus Dascylitis (Daskyleion Gölü-Manyas Gölü) ve Lacus Miletopolis (Miletopolis Gölü)‘tir. Bazı kaynaklar da şimdi olmayan Miletopolis Gölü’nün, uzun zaman içinde, belki tektonik değişiklikler (çökme, deprem ..gibi), belki de gölü besleyen Ryndakos veya Makestos`un yatağını değiştirmesi gibi nedenlerle kurumuş olabileceğine dikkati çekmektedirler..
Tarih boyunca çeşitli nedenlerle olagelen göçler 1000’li yılların başlarında da devam ediyordu. Bu göçebe halkların büyük bir grubu olan Selçuklular da Hazar Denizi`nin doğusundaki yurtlarından kalkarak İran`ı geçmişler ve Bizans İmparatorluğunun ufuklarında görünmüşlerdi. Bunlar da gözüpek savaşçılardı; kısa boylu, dayanıklı atlarını sürerek geldiler, akınlar yaptılar, sürüp geçtiler, püskürtüldüler, ama yine geldiler. Ne var ki kendilerinden öncekilerden bir bakımdan farklıydılar. Ötekiler gibi doğacı bir dinden değildiler, şamanları yoktu, kısa süre önce Müslüman olmuşlardı.[ii]
1071’de Anadolu kapılarını açan bu Türk gruplarının ardından Cengiz Han(Moğolca Çingiz Kağan)[iii]’ın önderliğindeki Moğolların önünden kaçan Türk göçebe boylarından Oğuzlar`ın Kayı boyu, başlarında Ertuğrul Bey olduğu halde, Selçuklu Sultanı Alaeddin`den önce Ankyra, daha sonra Söğüt bölgesinde yerleşme izni aldı. Sultan`dan Söğüt`ü kışlak, Karacahisar ile Bilecik arasındaki araziyi yaylak ve sulak olarak kullanma izini alan bu küçük oymağın görevleri bir uç beyliği olarak Bizans`a gazâ etmek ve sınırları korumaktı. Böylece Osmanlı Devleti’nin temeli, Ertuğrul Bey’e 1231 tarihinde Söğüt ilçesinin yurt olarak verilmesiyle atılır. Ertuğrul Bey’in vefatı ile beyliğin başına geçen Osman Gazi cıvardaki kaleleri fethedince, Selçuklu Sultanı ona bir seraskerin simgesi ve saltanat alâmetleri olan tuğ, kös (davul) ve sancak (âlem) gönderdi.[iv] Artık Osman Gazi “emir” yani “bey” ünvanını alıyor ve Osmanlı Beyliği kurulmuş oluyordu. Osmanlılar Selçukluların zayıflayıp otoritelerinin ortadan kalkmasıyla bağımsız olarak hareket etmeye başladılar. Osman Bey de Sultan ünvanını ancak Alâeddin Keykubâd`ın vefatından sonra kullanmaya başladı. Takip eden yıllarda genişlemeye devam eden Osmanlılar 1326’da Bursa’yı da topraklarına kattılar. Bursa’nın alınmasından 10 yıl sonra Osman Gazi’nin oğlu “Padişah Sultan Orhan, Karesi hükümetini yıkmak üzere harekete geçti. Uluabat diyarından geçildi. Kanolyas ve Vanolyas nam kaleler düşman elinden alındı. Kirmastı vilayetine girildi. Kirmastı hakimesi Bizans Kayzeri artıklarından Kirmastorya adında bir kadındı. Vilayet, mezburenin adıyla şöhret bulmuştu. Hakime, Sultan Orhan’ın istikbaline hediyelerle gitti ve Sultan’ın iltifatına uğradı. Kirmastorya’nın Mihaliç adındaki erkek kardeşi Mihaliç vilayetinde hakim idi. Ol diyar da, bu nam ile şöhret bulmuştu. O da hemşiresine katılarak Orhan’a itaatlerini bildirdi. Memleketlerini peşkeş çektiler. Peşkeşleri makbul oldu.”(Tacü’t-Tevarih,C.I,S.48)
Mihaliç’in Osmanlılar yönetimine girmesinden sonra bölgeye Türk aileleri getirilerek yerleştirilmiş ve ilçenin yönetimi Osman Bey’in silah arkadaşlarından Emir Karaca Ali’nin sülâlesine bırakılmıştır.
1352’de Orhan Bey’in oğlu Şehzade Süleyman Paşa’nın Rumeli’ne geçmesiyle başlayan fetihler ve Karesi vilayetinde göçer Araplı Aşireti’nin Rumeli’ne sürülmesiyle başlayan Türkleştirme çalışmaları daha sonra Osmanlı Devleti’nin başşehrinin Edirne olmasını gündeme getirdi. Sınırlarını Rumelinde genişleten Osmanlı Devleti için İstanbul’un fethedilmesi kaçınılmaz olmuştur. Gerek fetih hazırlıklarında gerekse fetih sonrası Fatih Sultan Mehmet’in yanında Karacabey’i hep görüyoruz. İlçemize adını vermiş olan bu kahramanı daha iyi tanıyabilmek için özetle şunları söyleyebiliriz.
Tarihte üç Karaca Bey ile karşılaşıyoruz. Bunlardan birincisini, Yıldırım Beyazıt`ın oğulları Emir Süleyman, Musa Çelebi, İsa Çelebi ve Çelebi Mehmet taht kavgası yaparlarken Emir Süleyman`ın yanında görüyoruz. Karaca Bey, Edirne`yi kuşatan Musa Çelebi`nin kuvvetleri ile bütün gün harbeden Emir Süleyman ile birlikte gece karanlığından istifade ile İstanbul`a doğru kaçmakta iken, diğerleri (Kara Mukbil, Oruç Bey…) ile beraber Düğüncüler Köyünde köylüler tarafından öldürülür. (1410/813 şevval. Bazı kaynaklarda da 1411/814) Cesedi Gelibolu`da Hamza Bey limanına hakim bir yarın altındaki açık türbesine gömülür. Gelibolu`da “Bayraklı Baba” diye anılan türbe burasıdır.
İkinci Karaca Bey, 1444/847 yılında Varna Savaşında, Hünyadi Yanoş(Jan Hünyad)`un saldırısı sırasında sağ kanada kumanda ederken şehit düşmüş olan Anadolu Beylerbeyi`dir. Celâleddin Karaca Bey bin Abdullah, Çelebi Sultan Mehmet`in damadı ve II. Murad`ın eniştesiydi. Bunun için „Damat Karaca Paşa” olarak ta anılır. Türbesi Ankara, Sümer Mahallesi, Samsun Sokak`ta bulunan Karacabey Camiinin bahçesindedir. Bitişiğindeki Karacabey Hamamı ile bir külliye teşkil eder. Cami, türbe ve çeşmesi bugün Hacettepe Hastanesi sınırları içindedir.
Üçüncüsü ise, İlçemize adını veren ve Fatih Sultan Mehmet’in şehzadelerinden Alaaddin’in annesinin kardeşi olduğu için “Dayı” lakabı ile anılan Karaca Bey, aynı devirde yaşamış ve Beylerbeyliği yapmış öteki Karaca Bey ile sıkça karıştırılmaktadır. İbrahim Hakkı Konyalı, “Karacabey Mamuresi”[v] adlı eserinde, “Dayı Karaca Bey de Anadolu Beylerbeyi, büyük Türk şehidi ikinci Karaca Bey’le Varna savaşına iştirak etmişti. Fakat Rumeli Beylerbeyi mi, yoksa bir sancak beyi olarak mı iştirak ettiği hakkında katiyet ifade eden bir vesikaya rastlamadık. Varna muharebesine iştirak eden Rumeli Beylerbeyinin kim olduğu hakkında derin ihtilaflar vardır.“ demektedir. Birçok tarihçi Varna savaşına Rumeli Beylerbeyi olarak Davut Paşa’nın iştirak ettiğini söyler. Bazı kaynaklarda da Şihabettin Paşa`nın Rumeli Beylerbeyi olduğu belirtilir. Rüstem Paşa Tarihi, Varna savaşında Anadolu Beylerbeyi Karaca Bey şehit olduktan sonra, Dayı Karaca Bey’in Padişahın atının dizginlerini tuttuğunu kaydediyor. Hammer de “… selametten kat’i ümit kestiği ve kaçmağa hazırlandığı esnada Anadolu Beylerbeyi Karaca, atının dizgininden tutarak…“ dediğine göre, Dayı Karaca Bey’in Varna savaşına Anadolu Beylerbeyi olarak iştirak etmesi kuvvetle muhtemeldir. Aşık Paşa-zade Tarihi s.147 de, Tacü`t Tevarih c.1, s.455 te Rum-ili Beylerbeyi olarak Tayı Karaca Paşa`yı gösterir. Ancak bu Paşa ünvanının Karaca Bey’e ne zaman verildiğini kesin olarak söylemek çok güçtür. Dayı Karaca Bey`in, padişahın atının dizginlerine asıldığı Varna Savaşında, sağ kanadın bozulmaya yüz tuttuğu sırada zaferi kazandığını zanneden ve çılgın bir sevinçle merkez kanadına hücum eden Macaristan ve Lehistan Kralı lll.Ladislas`ın atının ayağına Timurtaş(bazı kaynaklarda Rüstem) adlı bir asker baltasını savurdu. Yere düşen kralın kafasını da Yayabaşı (Piyade Yüzbaşısı) Koca Karaca Hızır Ağa kesti.[vi]
Dayı Karaca Bey İstanbul’un fethinden sonra da, yine Rumeli Beylerbeyi olarak, birçok savaşlarda bulundu. Hicri 860 yılında, Fatih Sultan Mehmet ile beraber Belgrat muhasarasına iştirak etti. 13 Haziran 1456`da başlayan muhasarada, ordusunun başında hayatını hiçe sayarcasına savaşıyordu. Kalede yer yer gedikler açılmıştı. Fatih`in alnından ve dizinden muhasarayı idare edemeyecek derecede yara aldığı çatışmalarda, bir top mermisi Dayı Karaca Bey’i ordusundan ebediyen ayırdı. Ertesi sabah ordu Karaca Bey’in açtığı deliklerden şehre girdi. Fatih, Dayı Karaca Bey’den boşalan Rumeli Beylerbeyliğine Sadrazam Mahmut Paşa’yı getirdi. Ordu şehre girmiş iken, şehrin yardımına yetişen Jan Hünyad içeri girmiş ve Türk kuvvetlerinin dağınıklığından istifade ederek onları bozmuş, çok şehit verilerek geri çekilmeye mecbur kalınmıştır. Tarih-i Ebül-feth (s.72) yazarı Dursun Bey, mağlubiyetin nedenini “Rumeli Beylerbeyi Dayı Karaca Bey’in teklif ettiği planın kabul edilmemesinde” buluyor. Çünkü, kuşatmanın üçüncü günü toplanan divanda, bir kısım kuvvetle Tuna`nın karşı tarafına geçerek kaleyi kurtarmak için gelecek olan Macar kuvvetlerini, hisarın karşısına gelen bölgede karşılamayı teklif eden Dayı Karaca Paşa`nın fikrine Rumeli akıncıları ile sancak beyleri muhalefet etmişlerdi. Bazı vezir ve beyler de Tuna`nın karşısına, Macaristan tarafına geçilerek Jan Hünyad (Hünyadi Yanoş)`ın yolunun kesilmesi fikrini, Belgrad`ın daha fazla dayanamıyacağına inandıkları için lüzumsuz bulmuşlardı. Aşık Paşa-Zade de bu olayı şöyle yazıyor: „Dayı Karaca Paşa Rumeli`nin Beylerbeğisiydi, Hünkara ider (eydür), devletlü Sultanım ben kuluna destur vir Tuna suyun öte geçeyim, hisarın karşısında oturayım der; Rumeli beyleri razı olmalıdır anın içün kim, Belgrad feth olıcak, bize çift sürmek düşer dediler..” (s.147)
Şehit Dayı Karacabey, vefatından bir yıl sonra, Mihaliç’e getirilerek vasiyeti üzerine yaptırılan İmaret Camiinin son cemaat revakının sağındaki son kubbenin altına defnedildi. Kayıtlarda bir adı da Kurşunlu Cami olarak anılan İmaret Camii 860 Hicri yılında Belgrat’ta şehit düşen Rumeli Beylerbeyi, Büyük Emîr (Emir-ül Kebir), Abdullah oğlu Dayı Karacabey hatırasına, vasiyeti üzerine ailesi tarafından, Murad Han oğlu Sultan Mehmed devrinde, 861 Hicri yılında (1457’de) yapılmıştır. Bu bilgileri, camiin cümle kapısının üzerinde bulunan ve çok güzel bir sülüsle, mermere işlenmiş kitabeden öğreniyoruz. Kitabede şöyle yazıyor. “Devletlü Sultan Murad Han oğlu Muhammed zamanunda, Abdullah oğlu, Allah’ın mağfiretine sığınan şehit ve Büyük Emîr Karacabey tarafından, bu yapı ebediyete kadar ayakta kalsın temennisiyle, 861 Hicri yılında inşa ettirilmiştir.”
Bağrında böylesine bir kahramanı misafir ettiği için, Meşrutiyet’in ilânından sonra, 1910 yılında Bursa kökenli Edirne Mebusu (Milletvekili) Şeref Bey’in girişimleri ile Mihaliç’in adı Karacabey’e çevrildi.
Bununla ilgili olarak Sadrazam’dan İçişleri Bakanlığına gönderilen 30 Nisan 1329 tarihli talimatta şöyle denilmekte:
“Daire-i Sadaret Tahrirat Kalemi’nden Dahiliye Nezareti Celilesine.
Hüdavendigar Vilayeti’nde MİHALİÇ kasaba ve kazası ünvanının KARACABEY namına tahvili hakkında 17 Nisan 1329 tarihli ve 274 numaralı tezkire-i Aliyeleri üzerine tanzim ve takdim olunan irade-i seniyye layihası imzayı Hümayun-u Padişahi ile tahvilat bulunarak maslak(?) sureti lafiyen esra kılınmakla infazına ve icab eden devairede (dairelerde) malumat itasına himmet.”
(1)Sadrazamlıktan Dahiliye Nezaretine Mihaliç’ten Karacabey’e talimatı
İçişleri Bakanlığına gönderilen bu talimatın en doğal sonucu olarak posta idaresinde de gerekli değişiklik yapıldı. Aşağıda da Mihaliç’ten Karacabey’e dönüştürülen posta damgaları görülmekte.
(2)Posta damgalarında Mihaliç’ten Karacabey’e
[i] Raif Kaplanoğlu, Bithynia, S.40-41-42, Avrasya Etnoğrafya Vakfı Yayını 1997
[ii] Georg Schreiber, Türklerden kalan.., S.11-12, Milliyet Yayınları
[iii] Cengiz Han, Yegüsey`in oğlu Temuçin (ya da Timuçin)`e Moğol İmparatorluğunu kurduktan sonra Kurultay tarafından verilen ünvandır. Cengiz (veya Çingiz) ‘Gökten inen Bahadır, Başbuğlar Başbuğu’ gibi manalar taşır.
[iv] Doç. Dr. Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri, 2. kitap, S. 255, Fey Vakfı 1990
[v] İ.H.Konyalı, Karacabey Mamuresi, I.Cilt, S. 170
[vi] Neşri Tarihi, 188b-9a