Burgaz sahillerinin sahil olduğu, yazları çadırların barakaların kurulduğu, peynir ekmek, patlıcan biber kızartması, zeytinyağlı biber dolması, kavun karpuz herkesin bir şeyler koyduğu birbirine eklenmiş masalara konu komşu hep birlikte oturulduğu o günlerde biz de Mudanya otobüsleriyle denize doğru yola koyulurduk. Abdal Köprüsü’nün oralardan dönüp baktığımda, zamanını durdurmuş ve bir fotoğraf karesi durağanlığına çekilmiş gibi görünen Çekirge sırtları, aklımın bir yarısının Bursa’da kalacağını hissettirirdi bana. O yolculuklarda, otobüsün döne kıvrıla tırmandığı yokuşun sonunda, denizin en yüksekten ve en uzaktan görüldüğü yerde, yokuş aşağı inen dönemeçli yolda yuvarlanır gibi denize inmeden önce, otobüsten inip bir zeytin ağacının gölgesinde denize baktığımda, oradan görünmeyen ve hep elimin altında ama henüz açılmamış bir kitap gibi her zamanki yerinde beni bekleyen Mudanya’ya, onunla ilgili düşüncelere dalmadan sokulamayacağımı anlamıştım. Bursalıların denizde serinlemek için yollara düştüğü sıcak yaz günlerinde çoğunlukla Burgaz sahilleri tercih edilir, Trilye taraflarına gidenler de Mudanya’da alışveriş yapıp yollarına devam ederlerdi; uğrak yeriydi Mudanya onlar için. Ben, hiçbir zaman bu sıcak, hareketli yaz günlerini Mudanya’ya gitmek için fırsat bilmedim.
Yaprakları gümüş renkli dallarıyla hiçbir zaman koyu gölgeler oluşturmayan bir zeytin ağacının altında, denize bakan insansız yamaçta, yarı gölgede ve sıcakta oturup denize bakarken, kadim zamanlara gidip düşüncelere dalardım. Orada, zeytin ağaçlarının arasında bütün bilgilerin bir zandan ibaret olabileceği düşüncesi yoklardı beni. Bu düşünceler bende dişler arasında ezilen acı zeytinin tadını bırakırdı. Mudanya’ya doğru gelen ve her baktığımda daha da büyüdüğünü gördüğüm gemi, içindekilerin de uzaktan görebildikleri zeytinlikli sırtların ve denizin oluşturduğu görünümde fazla kalmaz, insanların kaynaştığı kasabanın iskelesine buradan duyulmayan seslerle yanaşırdı. Aşağıdaki deniz açık deniz değildi, karşı sahiller görünüyordu.
Zeytin ağaçları Homeros’a, “Herkese aidiz ve kimsenin değiliz, sen gelmeden önce buralardaydık, sen gittikten sonra da buralarda olacağız,” demiştir. Onların arasından, yükseklerden denize bakarken zeytinin büyük Akdeniz gibi bu coğrafyaya da mührünü vurmuş olduğunu hissederdim. Gerçekten de “hiçbir tabiat ürünü uygarlıklar üzerinde zeytin kadar biçimlendirici bir etkiye sahip olmadı”.
Uzun emeklerin, alınlardan dökülürken kimi zaman gözleri yakan terin alçakgönüllü sevgili zeytin ağacından devşirdiği ürünüdür zeytin. Emek verip toprağa alınterini düşürenler, geçen uzun, sıcak günlerden sonra gelen güz aylarını da görerek olgunlaşan zeytinin çırpma mevsimine kadar bir de soğuk görmesini beklerlerdi. Uzun uğraşlardan sonra yediğimiz zeytine dönüşür zeytin. Toplamakla da işi bitmez onun, sulardan geçirilmesi, tuzda tutulması, kıvama gelmesi için bekletilmesi vardır. Nermi Uygur güzel söylemiştir: “Desene şunu: insan gibidir zeytin: değişik zamanlar yaşaya yaşaya olgunlaşır.”
Bursalıların denize koştuğu yaz günlerinde ben, eski bir Mudanya evinin serin ve loş bir köşesinde, o zeytinlerin ürünü olan ve benzersiz kıvamıyla tabağa yayılan zeytinyağına ekmeğimi banarak karnımı doyurduktan sonra, nerdeyse varsıllık duygusu uyandıracak doygunluk içinde kendimi düpedüz buranın yerlisi gibi hissederek uykulara ve düşlere dalmayı hayal ederdim. Ağzımdaki tadıyla yetinmeyip şişeler içindeki tortusuz, kaygan akışkanlıktaki doygun kıvamlı zeytinyağının o kendine özgü sarıya yakın rengiyle de göz göze gelmek istemişimdir. Sofra başında, şimdi de, zeytin ve zeytinyağının çok sevdiğim tatlarını alırken (size de ikisini birlikte tüketmenizi öneririm), bir yandan da zeytinin coğrafyaya, tarihe ilişkin çağrışımlarına dalarım.
Sabah kahvaltısında yediğim zeytinlerin tabağımda biriken çekirdeklerini çatalımın küçük dokunuşlarıyla bir araya getirip onlara her defasında farklı şekiller vermeyi alışkanlık edinmiştim. Enis Batur, Haneberduş isimli kitabındaki Zeytin Çekirdeği başlıklı yazısında gerçekten güzel cümleler kurmuştur:
“Zeytin çekirdeği, aynı su damlası, alçakgönüllü ama sınırsız anlamını içinde tutan bir kelime gibi düşer tabağa. Geldiği ağacı, en ağır yangına dayanıklı kökünü, karıştığı toprağı, gecesini gündüzünü bilmeyiz.”
Mudanya, benim için, sabahın çok erken saatlerinde, iskelesinde, karanlıklar içinde görünmeyen ancak, yaklaştıkça aklığı seçilen vapura doğru yürürken küçük çalkantılarının çıkardığı seslerle, şapırtılarla kendini duyuran durgun, karanlık denizde çıkılacak bir yolculuk için Bursa’dan geldiğimiz bir yerdi aynı zamanda. Kasabaya girmeden arabadan inip doğruca iskelenin yolunu tutardık. Saati gelip denize açılan vapurdan geride kalan Mudanya’ya, onun, zeytin ağaçlarını göremediğimiz sırtların karanlık kütleleriyle deniz arasında kalan solgun ışıklarına baktığımda bir iç sızısı duyardım.
Yıllar geçip Katherine Mansfield’in “Yolculuk” isimli öyküsünü okuduktan sonra, Mudanya İskelesi’nden sabahın çok erken saatlerinde kalkan vapurla yapılan yolculuk ne zaman aklıma gelse, tahta iskelede büyükannesinin arkasında ürkek adımlarla yürüyüp karanlıklar içindeki Picton vapuruna binen küçük kızı da anımsarım. Ucundan iliştiği bu koca dünyadaki yeri doldurulamaz varlığı, annesini yitirmiş olan Fenella, birazdan bir belirsizliğe doğru yol almaya başlayacak olan vapura doğru yürürken, yolculuğun hissettirdiği kopuş duygusunun yaşadığı büyük kopuşun acısını tazelediğini dile getirmese de, Mansfield’in öyküsü okuruna bu acıyı derinden hissettirir.
Mudanya’ya Bursa’dan trenle gitmek, ona köyler geçerek, tarlalar, bağlar, bahçeler arasında dolaşır gibi yol alarak sokulmak bana kısmet olmadı. Çok şey dinledim eski Bursalılardan bu tren yolculukları hakkında. Anlatılanlardan, Bursalıların, pikniğe gider gibi çoluk çocuk, sele sepet bindikleri, bir tırtıl gibi bildiğince kırlara açılarak otlar, ağaçlar, böğürtlen kümeleri arasında yol bulup ilerleyen trenden, daha nice güzel yerler, rengârenk çiçekler, meyveli ağaçlar gördükten sonra Mudanya’da yüzleri gülerek indiklerini anlıyordunuz. Hükümetin işletmeci şirketi uyarmasına neden olan gecikmeleri ve trenlerin arızalanmasını konu edinen birçok şikâyet dönemin kayıtlarında kalmıştır. Küçük bir serüven gibi anlatılıyordu bu yolculuklar. Ne var ki bir üçüncü tekil şahıs öyküsü sızmıştır bu anılara; Mudanya’ya trenle gitmeye çok özenen bir genç kadının öyküsü. Kocası, onun sık sık dile getirdiği bu isteğini yerine getirmemiştir. Bir sabah, kocasına haber vermeden Mudanya trenine bineceği istasyonun yolunu tutar. Bindiği Mudanya treni de onu, yine bağlar bahçeler arasından döndüre dolaştıra, kendisine anlatıldığı gibi geçen bir yolculuktan sonra Mudanya’ya indirir. Mudanya’da fazla eğlenmez genç kadın, Bursa’ya giden ilk trene biner; gidiş dönüş yolculuğu kesintiye uğramamış gibidir. Yine bağlar, bahçeler, ağaçlar, tarlalar arasından geçer tren, Yörük Ali, Koru, Çekirge, Muradiye istasyonlarına uğrar. Trenden bindiği istasyonda inen genç kadın evinin yolunu tutar. Evin kapısında karşısına, Mudanya’ya gittiğini öğrenip eve erken gelmiş olan kocası çıkıverir ve içeri almaz onu; bavulunu eline tutuşturup, birden genç kadının önünde kendini küçülmüş gibi hissettiği kapıyı yüzüne kapatır.
Kitaplara bakılırsa, Ahmet Vefik Efendi (henüz paşa olmamıştır), 1863 yılının Mart ayında atandığı ve 1864 yılının Ekim ayına kadar sürdürdüğü Anadolu Sağ Kol Müfettişliği görevi sırasında, bir yandan Hüdavendigâr Vilayeti’nin yollarının yenilenmesi için çaba harcarken, bir yandan da Bursa’da üretilen ham ipeğin ve ipekli kumaşların Gemlik ve Mudanya’dan İstanbul’a nakli sırasında baş gösteren aksaklıkların önlenmesi için uğraş vermiştir. Onun, yapımına 1850 yılında başlanmış olan Bursa-Mudanya yolunun tamamlanması için de gayret gösterdiğini biliyoruz. Kaynaklar, 1865 yılında tamamlanmış olan bu yolun, Osmanlı döneminde araç trafiğine uygun olarak yapılan ilk yollardan biri olduğunu kaydetmiştir.
Ünlü yazar Ernest Hemingway de genç bir savaş muhabiri olarak yolunu Mudanya’ya düşürmüştür. Hemingway, barış görüşmelerini izlemek için, bütün gözlerin çevrildiği Mudanya’nın yolunu tutan gazetecilerden biriydi. 23 Ekim 1922 tarihinde The Toronto Daily Star gazetesinde yayımlanan “Mudanya Antlaşmas”ı başlıklı yazısına iddialı bir girişle başlamıştır:
“Marmara kıyısındaki sıcak, toz toprak içinde, eciş bücüş yollarıyla ikinci sınıf bir kıyı kasabası Mudanya’da, Batı ile Doğu karşı karşıya geldiler. İsmet Paşa’yla görüşecek Müttefik generallerini taşıyan İngiliz sancak gemisi ‘Iron Duke’un külrengi, öldürücü kulelerine karşın, Batılılar buraya barış dilenmeye geliyordu; yoksa barış istemeye, ya da koşullarını dikte ettirmeye değil.”
Ona göre, bu görüşmeler, Avrupa’nın Asya üzerindeki egemenliğinin sonunu gösteriyordu.
Mudanya’da görüşmeler sürerken, Mustafa Kemal Paşa, Büyük Millet Meclisi’nde, barış güneşinin yakında yurdumuzda doğacağını söylemiştir.
Görüşmeleri heyecanla izleyen Ahmed Emin Yalman ise, Gördüklerim ve Geçirdiklerim isimli kitabında, 10 Ekim günü nöbet tutmak sırasının kendisine düştüğünü belirttikten sonra, “Sabaha varmadan mütarekenin imzalanması bekleniyordu. Tarihin çok esaslı bir olayının şahitleri olabileceğimiz anlaşılmıştı.” diye yazar. Mütarekenin tam gece yarısı imzalanması hakkında sözleşilmiş olduğuna işaret eden yazarımızı şafak vakti atılan imzalar doğrulamıştır.
Mütareke görüşmeleri sırasında, Mustafa Kemal Paşa’nın kafasını kurcalayan en önemli konu olan ve görüşmelerin sonuç vermemesine neden olabileceğini düşündüğü Yunan birliklerinin Doğu Trakya’dan derhal çekilmesi konusu da, beklenilen şekilde karara bağlanmıştı.
Ernest Hemingway de, 3 Kasım 1922 tarihli yazısında, Yunan birliklerinin Doğu Trakya’yı boşaltmaya başladıklarını duyurur. Hemingway, bir hafta kadar önce, “Sessiz, Bitkin Halk” başlıklı yazısında da, Doğu Trakya’nın Hıristiyan halkının, bitmek bilmeyen, karmakarışık bir yürüyüş düzeni içinde Makedonya’ya doğru yolları arşınladığını belirtmiştir.
Yunan askeri serüveninin böyle sonuçlanması Hemingway için hazin bir şeydir. “İkinci Truva Kuşatmasının Sonu” başlıklı yazısında, aşağıdaki satırlara yer vermekten kendini alamaz:
“Mustafa Kemal’in orduları Doğu Trakya’yı Mudanya Mütarekesi’nin bir armağanı olarak geri almasalardı, herhalde Yunanlılarla burada bir hayli sert kapışmaları gerekecekti.”
Çok gelenleri olmuştur Mudanya’nın; çok da gidenleri. Unutmadan hemen Evliya Çelebi’ye sözü verelim:
“Kostantin Tekfurun kızı Mudına yapısıdır. Mudına’dan bozma olarak Mudanya derler. Tanrı’ya hamd olsun esenlikle bu şehre girdik. İlk defa gurbet ellerde Cuma namazı kılmak bu şehirde nasip oldu. Temiz toprağına yüzümüzü sürüp yüz bin dua ve yakarış ile Cenab-ı Allah’a hamd ü sena edip şehri seyretmeye başladık.
Deniz kıyısında, Bursa’nın bakımlı ve gelişmiş bir iskelesidir. Gelen giden gemiler için güvenli ve sağlam doğal bir limandır. Zira bu Mudanya, İstanbul körfezinin kıblesi tarafında bir köşe bucağa vaki olduğundan yedi zorlu rüzgârdan güvende olmuş ve korunmuştur, ama yıldız rüzgârından tam olarak korunmuş değildir. İyi demir tutar yatak limandır. İskele başında gümrükhanesi vardır. Gelen giden gemilerden ve kara tarafından gelen tüccarlardan öşür alır, on yük akçe iltizam eminliktir.”
Evliya Çelebi, Mudanya halkının çoğunluğunun Rum olduğunu belirttikten sonra, şehirde, suyu ve havasının tatlılığından Urum dilberlerinin çok olduğunu söyler. Mudanya’nın bağı ve bahçeleri de fazladır ona göre.
Evliya Çelebi’den sonra da, Mudanya halkının çoğunluğu Rum olmuştur. Balkan Savaşları’nda Yunanlıların bir kısım Osmanlı topraklarını ele geçirmesi, “ittihadı anasır” siyasetinden sonuç almanın mümkün olmadığının anlaşılması İttihat ve Terakki’nin Rumlara bakışında değişikliklere neden olmuştur. Yunanistan’ın Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri’nin yanında yer alması üzerine, sahil kesimlerindeki Rumların iç kesimlere sevk edilmesi kararı alınmıştır. Daha sonra, Gemlik ve Mudanya’nın Rum ahalisi, “sevk ve iskân” uygulamasının dışında tutularak yerlerinde bırakılmışsa da, daha sonra, kısa bir zaman içinde, Mudanya’nın demografik yapısında köklü bir değişim gerçekleşmiştir. Bursa merkez ile diğer kazaların nüfus yapılarından çok farklı bir yapıya sahip olan Mudanya’da 1914 yılının nüfus kayıtlarına göre Müslüman nüfus 7.013 iken Rum nüfus 16.359’dur. Rum nüfusun 1915 yılında ise 8.245’e düştüğünü öğreniyoruz kayıtlardan. Bu değişime, Rum nüfusun yarısının iç bölgelere sevki neden olmuştur. Büyük taarruzdan sonra çekilen Yunan birlikleriyle Rum ahalinin de yollara düştüğünü, Ernest Hemingway’in de “Sessiz, Bitkin Halk” yazısını onlar için yazdığını biliyoruz.
Genç yaşta aramızdan ayrılmış olan araştırmacı Mehmet Ali Gökaçtı’nın kitabını okuyalı beri, Mudanya’nın Giritlileri için ne zaman bir şeyler söyleyecek olsam, ilk olarak, bu kitabın, Girit’te kimi mezarların açılıp ulaşılan kemiklerin derine, daha derine indirildiğini anlatan satırlarını aktarmayı yeğlerim:
“Girit’te birçok aile, tıpkı Makedonya ve Epir’de olduğu gibi, adadan ayrılmadan kısa bir süre önce mezarlıkları ziyaret etti. Ancak bu ziyaretlerde diğer başka yerlerde rastlanmayan bir durum daha yaşandı. O da, kimi ailelerin özellikle de tekkelerdeki dervişlerin kendileri için önemli kişilerin mezarlarını açarak, cenazeleri veya en azından kemiklerini daha derin çukurlara nakletmeleriydi. Böyle bir şeye kalkışmanın temel gerekçesiyse, Girit’te birçok yerde Müslüman mezarlıklarının tahrip edilerek, kemiklerin sağa sola çöp gibi savrulmasına sebep olan çirkin olaylardı. Bu yüzden de Girit’te diğer bölgelerden farklı olarak bu tarz hazırlıklar yapıldı. Tüm amaç, artık bu fani dünyada olmayanların da kendileri gibi bu topraklardan sökülüp atılmalarının önüne geçmekti.”
Topraklarını terk etmek zorunda kalmış olan mübadiller, o toprakları gönüllü olarak terk etmedikleri için muhacir sözcüğünün kendi durumlarını tam olarak ifade edemediğini düşünerek, yeniden bir yaşam kurmak gibi bir bedeli kendilerinin ödediğini daha iyi belirten, bedel kökünden gelen mübadil sözcüğünü benimsemişlerdir.
Uzun yolculuklardan sonra Mudanya İskelesi’ne yanaşan gemilerden inen bu yorgun insanlar aslına bakılırsa Girit’te de çok zorluk çekmişti. Köyleri basılmış, işyerleri kundaklanmış, köylerinden daha güvenli olduklarını düşündükleri kentlere gelenler oralarda ekmek parası için yaptıkları işleri yapamaz hale gelmiştir. Giritli yazar Nikos Kazancakis’in Girit İsyanı dönemini anlattığı romanında yansıttığı şiddet sahneleri kan dondurucudur. Balkan Savaşları’ndan sonra Girit’teki Müslümanlar için dayanılması zor günler başlar.
İlk Giritli kafilesini getiren Kırzade isimli gemi, yorgun ve bitkin yolcularını 1924 yılının Mart ayında Mudanya İskelesi’ne indirir. Yolda ölenler denize atılmıştır. Giden Rum ve Ermenilerden sonra nüfusu önemli oranda azalmış olan kasabamızda çoğunun daha önce hiç görmediği kar karşılar onları. Girit’teki gibi zeytincilik yapabilecekleri bir yer olan Mudanya’da Rum mahallesindeki boş evlere yerleştirilir gelenlerin bir kısmı. Çoğu Türkçe bilmeyen mübadillerin Kur’an bilmelerine, ilk günlerde onları evlerinde konuk eden yerlilerin şaşırdığı söylenegelmiştir.
Keçi peynirini çok seven ve onu küplerde zeytinyağında saklayan Giritliler, peynir bittikten sonra kalan zeytinyağını ekmek yoğururken kullandıklarını, peynirin de lezzetini almış olan yağ ile hazırlanmış ekmeğin kokusunun çok güzel olduğunu söylerler. Ne var ki Mudanya’da keçi beslemek kolay iş değildir.
Giritlilerin kurduğu Dinçspor futbol takımının forma renkleri yeşil ve kırmızı olarak seçilmiştir. Kırmızı, ilkbaharda Girit kırlarında, hafif rüzgârda çok da kalıcı olmayacaklarını duyumsatan dalgalanışlarla boy gösteren narin mi narin gelinciklerin rengidir.
Şairin dediğini anmanın sırasıdır:
“Hangi türküyü söyleyebiliriz,
İçimizdekinden başka.”
Mudanya’yı sevmemin nedenlerinden biri de mübadillerin yaşamlarını yeniden kurdukları yerlerden birisi olmasıdır. Gemiler dolusu ezgin yüreğin öyküsü karışmıştır onun kendi öyküsüne. Yine biliriz ki, yanan Rum mahallesinin yerinde, Mudanya’ya gelen İtalyan mimarların “ızgara planı”na göre yeni mahalle inşa edilinceye kadar, evsiz kalan Rumları komşuları evlerinde konuk etmiştir.
Ben ve Mudanya birbirimizi gördük. Daha ortaokul öğrencisiyken, sahilde, çocukların kamp ateşinin başında oynadığı yaz akşamlarında, Mudanya’nın yazlık sinemasının kapısından girenler arasında olmayı hayal etmişimdir. Zeytin ağaçlarının kesildiği günlere geldik. “Giderek ilerde olacakları önceden görmeye başladım; bundan sonra artık her şey bir haber, bir belirti gibi,” diye fısıldıyor Mudanya kulağıma. Ömrüm oldukça, altına oturup Mudanya’yı düşünebileceğim bir zeytin ağacının olacağını biliyorum.