Dokuz yaşındaki torunumu zaman zaman İstanbul’dan getirip Bursa’da kültür turuna çıkarıyorum. Önce Çekirge semtinden başladık. Murat Hüdavendigar Cami ve Türbesi, Karagöz mezarı, Karagöz Evi, Mevlit yazarı Süleyman Çelebi’nin mezarı, Orman Müzesi, Kent Müzesi, Yeşil Külliye ve Okçular Çarşısı…Okçular Çarşısı ayrı bir müze. Çarşıda satılan şimdi kullanımı azalmış eşyalar, ahşap işleri, hasır, av ve balıkçılık malzemeleri, tarım aletleri… Gezimizi 100 yılı devirmiş Hacıbaba köftecisinde sonlandırırdık.
Bu defa gezimize Muradiye’den başladık. İlk durağımız rahmetli Dostum Hüsnü Züber’i Kaşık Müzesi-Yaşayan Evi oldu. Defalarca burayı ziyaret etmiş bazen yaşayan evin salonunda bazen de bahçede sohbet etmiştik. Salonun ve diğer odaların girişlerini kırmızı renkli kalın bir iple kapatmıştı. Salon ve odalar son dönem Osmanlı evine ait eşyalarla döşenmişti.
Hüsnü Bey, yandaki evi satın almış ve dünyada bir ilk olacak olan “Kaşık Ansiklopedisi” üzerinde çalışıyordu. 14 Ocak 2015 tarihinde yitirdiğimiz bu değerli harita yarbayı eski Rus Konsolosluğu olan ahşap evi müze yapıp, bursa Büyükşehir Belediyesi’ne devretmişti. Hüsnü Bey, kendi adını taşıyan bir okul yaptırmıştı. Kendi adını taşıyan ir cami de yaptırmak istiyordu. Bana birkaç kez acı acı, Müftülük beni sürekli olarak inşa halindeki camilere yönlendiriyor. İki isimli cami olmaz diyorum. Ama bir yer gösteremediler.” demişti.
Cadde üzerinde “Hüsnü Züber Gençlik Merkezi” yazan tabelanın yanındaki merdivenlerden yukarı doğru çıktık. Caddeyle bağlantı sağlanması hoşuma gitti. Ancak sonrası tam bir hayal kırıklığı. Bahçe özgünlüğünü kaybetmiş ve betona boğulmuş. Bahçeye açılan duvarın camdan yapılmasını içime sindirememiştim. Torunumla üst kata çıktım ve olamaz dedim. Üst kat boşaltılmış. Salon ve odalara öğrencilerin çalışması için masa ve kitap konulmuş. Küçük bir kitaplık oluşturulmuş.
Tam bir hayal kırıklığı ile merdivenlerden indim. Görevliye “Rahmetli bu durumu görse mezarında ters dönerdi” dedim. Görevli, “Eşyalar bir depoya kaldırılıp muhafaza altına alındığını” söyledi. Ansiklopediyi sormadım bile. Öleli yedi yıl oldu. Müzeyi bağışladığı Bursa BŞB işinin ehli bir kişi görevlendirseydi, söz konusu ansiklopedi çoktan yayınlanırdı. Aklıma adına kurulacak bir kütüphane için kitaplarını 21 yıl önce Bursa BŞB’ne bağışlayan Ali Aksoy geldi.
Cinayeti Gördüm-II*
Bu hayal kırıklığını atlatamadan ikincisini yaşayacağımız hamama doğru yürüdük. Muradiye külliyesinde yer alan hamam bir müddet engelliler merkezi olarak kullanıldı. Günümüzdeyse Osmangazi İlçesi Sosyal Yardımlaşma Vakfı Giyim Mağazası olarak kullanılıyor.
Hamama yani mağazaya girdik. İçeride iki kadın görevli vardı. Torunuma hamam hakkında bilgi verip içeriyi göstermek istedim. Görevliler YASAK dedi. Şaşırdım, kendilerine, “Hamamın mimarisini göstermek istiyorum” dedim. Ama fayda etmedi. “Bize öyle talimat verdiler” dediler, başka bir şey demediler. Aklıma nedense askerlik yaptığım yıllarda “Ben bilmem merkez bilir” diyen inzibatlar geldi.
Bir sonraki hayal kırıklığımı yaşayan Bursa Kur’an ve El Yazmaları Müzesi’ne geldik. Sultan II. Murat tarafından yapılan Külliye uzun yıllar Verem Savaş Derneği tarafından kullanıldı.
Anadolu’nun Frengi ve Türkiye’nin veremden kırıldığı yıllardı. II. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan toplum sağlığını olumsuz etkilemişti. Bu iki hastalığa sıtma ve şark çıbanını da ekleyebiliriz.
Savaş sonrası ve NATO’ya girdikten sonra gelen yardımlarla bu hastalıklarla mücadele edildi. Önce Sıtma, Frengi ve Şark Çıbanının kökü kazındı. Veremle mücadele 1980’lere kadar hız kesmeden devam etti. Ankara yolundaki tıp fakültesi binası 400 yataklı verem hastanesi olarak yapılmıştı. O civarda ev yoktu. Yeşillikler arasındaki hastaneye Uludağ’dan esen rüzgârlar temiz havayı getiriyordu. Ayrıca Uludağ Kirazlıyayla’da verem hastaları için bir sanatoryum vardı.
1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti, veremle mücadele için taramalar yaptı. Dispanser ve sanatoryumlar kurdu. Bursa’daki iki harap haldeki iki medrese restore edildi ve Verem Savaş Derneği’ne verildi. Bu medreseler şehrin doğusundaki Yıldırım külliyesindeki medrese, diğeri de şehrin batısındaki II. Murat külliyesindeki medresesiydi.
Bu ve benzeri dispanserleri kuran, 1950-1954 yılları arasında sağlık bakanlığı yapan, Ekrem Hayri Üstündağ’ın adını bana vermişler. Bu medreseler sağlık ocağı olarak ve kanser tarama merkezleri olarak hizmet verdiler. Nedense bu merkezler kapatıldı. Muradiye’deki medrese önce Sağlık Müzesi oldu. Ancak daha sonra Bursa Kur’an ve El Yazmaları Müzesi’ne çevrildi. Tatbikî girişte ne dispanser olduğuna ne de bu veremle savaş derneklerine ne de bu işe öncülük etmiş Ekrem Hayri Üstündağ’a ait bir bilgi içeren plaket yok.
Burada beni şaşırtan dört yıldır müzelerde görev yaptığını söyleyen kadın güvenlikçinin müze ve tarih konusunda bilgisi oldu.
Müzeyi gezdikten sonra torunumun önerisi ile Osmanlı Evi Müzesi’ne geçtik. Yeni hayal kırıklığını burada yaşadım.
17.yüzyıldan kalma bir Osmanlı evi olan müzeyi restorasyonda olduğu için gezemedik.
Gezemedik ama evin önündeki yazıyı okuyunca şaşkınlık geçirdim. Müzenin önünde Bursa BŞB tarafından konulan tabelada müzenin 1989 yılında açıldığı yazılıydı.
İnegöl ilçesindeki Gazipaşa İlkokulu’nda okudum. 1965 yılında bir okul gezisiyle Yeşil, Tophane, Muradiye ve Merinos fabrikasını gezmiştik. Muradiye’deki cami, türbe ve “Fatih’in doğduğu ev” olarak bilinen Osmanlı Evi müzesini gezmiştik. Üstelik 12 Haziran 1958 tarihli Hakimiyet gazetesi müzeyle ilgili olarak alttaki haberi veriyordu.
29 Ekim 1958 tarihli Hakimiyet gazetesinde “Osmanlı evi açılıyor” haberi yer alıyordu. Ne diyelim, bir kentin hafızası gitmiş.
Buradan Şair İbrahim Paşa Medresesinde yer alan Esat Uluumay’ın kurduğu Uluumay Osmanlı Halk Kıyafetleri ve Takıları Koleksiyonunu müzesine geldik. Görevli bizimle ilgilendi. Müzenin her tarafını gezdik.
Uluumay Osmanlı Halk Kıyafetleri ve Takıları Koleksiyonunu Müzesi
Müzeye dönüştürülmüş Tarihi Osmanlı evinin karşısında bulunan Şair İbrahim Paşa Medresesi’nde kolleksiyoncu Esat Uluumay Bursa’nın özel müzelerinden birisini kurdu.
Bu müzeyi Bursa’ya kazandıran Esat Uluumay 1939 yılında doğumlu. 16 Eylül 2018’de kaybettiğimiz Uluumay, 1963 yılında Bursa Kılıç Kalkan derneğinin kurucuları arasında yer aldı.1976-1997 yılları arasında başkanlığını yaptığı dernek Uluslararası festival ve yarışmalarda dünya birincilikleri aldı. Esat Bey bu faaliyetlerini sürdürürken, Osmanlı Halk kıyafetleri ve takıları koleksiyonu oluşturmaya başladı. 1981 yılında Anadolu Folklor Vakfını kurdu.
Uluumay, 2004 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kendisine tahsisi ettiği Şair İbrahim Paşa Medresesinde “Uluumay Osmanlı Halk Kıyafetleri ve Takıları Koleksiyonunu” sergilemeye başladı.
Torunuma bu müzede gördüğüm tepelik ve kemerlerin benzerlerini Özbekistan’ın başkenti Taşkent’teki Milli Müze’de gördüğümü söyledim. Birkaç kez görüşüp sohbet ettiğim Uluumay’a Özbek Mektupları kitabımı hediye etmiştim.
Bu güzel müzede gördüğüm tek olumsuzluk bizden başka ziyaretçi olmamasıydı.
Müzeden çıktıktan sonra müze ve türbeler arasında kalan çay bahçesinde mola verdik. Çay bahçesinden Sultan II. Murat Camisi’ne geldik. Camiyi iyece gezdikten sonra yandaki türbeleri ve mezar taşlarını gezdik.
Kapıdaki görevlilere türbeleri anlatan bir broşür olup olmadığını sordum, KALMAMIŞ. Son hayal kırıklığını Sultan II. Murat türbesinde yaşadım. Sultan, özellikle “Üzerime yağmur yağsın” diye vasiyet etmişti. Sade bir türbeye defnedilen sultanın üzerine artık yağmur yağmıyor. Türbenin tepesindeki açıklık maalesef kapatılmış.
Askerlik şubesinin bulunduğu alanda çatısı yıllar önce çökmüş Rum kilisesini uzaktan da olsa göstermek içimde gelmedi. Oysa orası da müze veya kültür merkezi olabilirdi.
Muradiye’den Altıparmak Caddesi’ne inerken aylar önce çıkan bir yangında harap olan tarihi değirmenin yanık çatısı gördüm.
Daha öce setin üstünde değirmencinin evi vardı. Evle değirmen arasında bir köprü bulunuyordu. Zamanla köprünün tahtaları çürüyüp döküldü.
Değirmencinin evi
Erbabının elinde Bursa’nın incilerinden biri olacak yapı çökmeye terk edilmiş.
Bursa’ya dışarıdan gelip yerleşenlere sözüm yok. Ama hiç olmazsa üç kuşak Bursalı olanların bu kente sahip çıkmamaları çok ÜZÜCÜ.
Ekrem Hayri Peker
(*) Cinayeti Gördüm (İngilizce özgün adı: Blow-up), Michelangelo Antonioni’nin yönettiği İngiliz-İtalyan ortak yapımı sanat filmidir. Film bir fotoğrafçının meçhul bir cinayetle olan ilişkisini anlatır. Cinayeti Gördüm, Arjantin’li yazar Julio Cortazar’ın “Las Babas del Diablo” İngilizce’ye Devil’s Drol olarak çevrilen adlı kısa hikâyesini temel alır.
Başrollerinde David Hemmings, Vanessa Redgrave, Sarah Miles, John Castle ve Jane Birkin’in yer aldığı filmin senaryosu filmdeki İngilizce diyalogları yazan Edward Bond ile Antonioni ve Tonino Guerra tarafından yazıldı.
Hikâye, bir fotoğrafçının (Hemmings), bir kadının (Redgrave) karıştığı (veya karışmadığı), cinayetin fotoğraflarını kaza eseri çekmesi ve bununla birlikte bir gerçeklik sorgusu içine düşmesi hakkındadır. Cinayeti Gördüm’ ün hikâyesi, öyküsel bir anlatımı takip etmez.
Filmin ana karakteri Thomas, altmışların Londra’sında zengin ve ünlü bir fotoğrafçıdır. Bir gün şans eseri bir parkta iki aşığa rastlar ve onların fotoğraflarını çeker. Bu arada kadın tarafından fark edilir. Koşarak fotoğrafçının yanına gelen kadın umutsuzca negatifleri almaya çalışır fakat Thomas kadını reddeder. Kadın, Thomas’ın stüdyosunu nasıl olduysa bulur, fotoğrafları almak için para hatta vücudunu teklif eder. Bu olay fotoğrafçının şüphelenmesine ve filmleri incelemesine neden olur. Resimleri büyütür (filmin özgün adı olan Blow-up, İngilizcede fotoğrafı büyütme işlemine verilen addır.) bu işlem resim karesinde silahlı bir adamı belli belirsiz açığa çıkarır. Resimleri tekrar tekrar büyütür. Sonunda siyah/beyaz karedeki gizlenmiş silahlı adamı ve yerde yatan cesedi görmüştür.
Thomas, sonunda cesedi, parkta çalıların dibinde bulur ancak yanında fotoğraf makinesi yoktur. Film, Thomas’ın cinayeti kanıtlama çabalarıyla devam eder. Bir arkadaşının da tanık olması için uğraşır, ancak ceset artık orada değildir bu arada stüdyosundaki resimler de ortadan kaybolmuştur.
İzleyici cinayetin arkasındaki sırları (veya cinayetin gerçekleşip gerçekleşmediğini) asla öğrenemez. Aslında film gerçeklik ve onu nasıl algılandığıyla ilgilidir. Bu bakış açısı filmin en ünlü sahnelerinden biri olan final sahnesinde vurgulanır. Sahnede iki pandomim sanatçısı tenis maçı yapıyordur bu sırada Antonioni’nin kamerası, olmayan tenis topunu takip eder ve yine topun sesi duyulur. Fotoğrafçı bir süre maçı takip ettikten sonra tenis maçının gerçekliğine girer. Korttan dışarı fırlayan topu iki oyuncuya geri atar. Sonra onun tekrar maçı takip ettiği görülür, ancak izleyici maçı artık göremez, sadece ileri geri giden topun sesini duyulmaya devam eder. En sonunda gerçekliğin başka bir versiyonu yaratılır, Hemmings parkın yeşil çimlerinde tamamen yalnız bir şekilde durmaktadır sonra aniden kaybolur, yönetmen Antonioni tarafından ortadan kaldırılmıştır.
Filmdeki siyah-beyaz karşıtlığına yapılan vurguyu unutmamak gerekir.
Kimya mühendisi, araştırmacı, yazar.
Bursa Mustafakemalpaşa’da (1954) doğdu. Anadolu Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümü mezunu.
TUBİTAK veri tabanına kayıtlı “Teknoloji tabanlı Başlangıç Firmalarına Özel İş Geliştirme” mentörü, C Grubu iş Güvenliği uzmanı olarak Nano kimyasalların tekstil materyallerine uygulamalar konusunda üniversitelerde konferanslar verdi.
Yayınlanmış kitaplarından bazıları:
"Kuşçubaşı Hacı Sami Bey",
"Özbek Mektupları",
"Yeşim Taşı - Ön Türkler ve Türk Tarihinden Kesitler",
"Kafkasya'dan Anadolu'ya - Zekeriya Efendi".
Belgeseltarih.com kurucu ortağı ve yazarıdır.
E-Posta: [email protected]