Nadir Gezer: “Arifiye Köy Enstitüsü’nün Son Mezunlarıyız” |
Nadir Öğretmenim, Köy Enstitüsü’ne girişinizi biraz irdeleyelim. İlk girdiğinizde nasıl karşılandınız? Neler yaptılar? Neler yaptınız?
Şimdi ona varmadan önce biraz altyapıya dokunalım. Osmanlı İmparatorluğu koca Anadolu’ya; Anadolu köylüsüne; yalnızca iki konuda giderdi. Savaşa gidecekse asker için, paraya ihtiyacı varsa, vergi almak için…
Cumhuriyet ilan edildiği zaman Anadolu köylüsü yolsuz, çulsuz ve susuzdu. Kendi haline bırakılmış köy yığını halindelerdi. Kırk bin köy… Ulusal Kurtuluş Savaşı gibi bir savaş atlatılmıştı. TBMM açılır açılmaz Mustafa Kemal’in kurduğu hükümetin adı halk hükümeti olarak duyuruldu.
İsmail Hakkı Tonguç; o zamanlar daha yeni yeni Anadolu’da kendini göstermeye başlayan bir eğitimcidir. İstanbul öğretmen okulunu bitirmiş. Almanya’ya gitmiş, dönüşünden sonra hep sorumluluklar yüklenmiş bir insandır. “İnsanoğlunun kazanacağı en büyük utku, korkuyu yenmesiyle elde edilen utkudur.” der.
Tonguç der ki; “Anadolu‘da halk hükümeti kurulmuştur. O halde kurulan bu halk hükümetinin eğitim anlayışı da değişecektir, değişmelidir.” Değişim için ne gereklidir? Önemli olan nokta buradadır. Cumhuriyetin ilanından sonra Eğitim Birliği Yasası öncelikli olarak çıkarılır. Bu benimsendikten sonra dilde değişim gerçekleşir. Bununla beraber millet mektepleri oluşturulur. Köy enstitülerine geçişin ilk adımı olan Eğitmen kursu açılır. Eğitmen konusuyla; köylerin öğretmen gereksinimini karşılama arasında büyük bir koşutluk var.
İsmet İnönü Başbakan’dır. Tonguç; 1935 yılında İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne getirilir. Bir rapor hazırlaması istenir. O zamana kadar gelen raporlardan hiç birisi istenilen düzeyde değildir, sonuç alınamamıştır. Çünkü maddi durumlar ağır basmaktadır. Devlet şu kadar okul açsın, ondan sonra düzelme olur. O kadar çok köy var ki hangi birine okul açacaksınız, hangi birine öğretmen bulacaksınız.
Tonguç’un raporunda belirttiği gerçek şudur;
“Türkiye’de demokrasinin toplumsal, ekonomik ve kültürel örgütlerinin dayanağı olacak olan memleketin efendileri yalnızca Türk köylüsü denilip geçilen şey değildir. Nüfusu dört yüzden az köylerde yaşayan Türkiye nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan bir kitledir. Türkiye‘nin en kapalı, en az değişmiş topluluklarıdır. Okuma çağına gelmiş çocuk sayısı kırkı geçmeyen ve belki daha da az olan yerlerdir. Demek ki Türk evriminin baş sorunu, bu bilinmeyen ve erişilmesi zor olan yarıdan fazlaya erişmektir. Buna erişmedikçe Türkiye’de ne Türkiye Cumhuriyeti gerçek düzeyine ulaşabilir, ne de demokrasi kurulabilir.”
İsmet İnönü bu raporu gördükten sonra çok yüreklenir ve Türkiye’deki eğitmen sorununun çözümüne “Evet!” der. Çünkü bu çözümde maddiyat yok. Yalnız köylünün katkısına ihtiyaç vardır. Köylüler köylerine eğitmen gelince mutlaka kendilerine özgü bir okul yaratacaklardır.
O yıllarda Anadolu’nun durumu berbattır. 1935 yılında 16.000.000 nüfusun yaklaşık %85’i okuma-yazma bilmiyor. Okur-yazarların oranı erkeklerde %23,3 iken kadınlarda %8,2… Köy temel alınacak olursa erkeklerde %17,3, kadınlarda %4,2 okur-yazar var. Doğu Anadolu’daki okur-yazar oranı %1…
Bu kadar geniş bir kitlenin okur-yazar konuma getirilmesi için büyük bir emek harcamak gerekiyor. Türkiye’nin ekonomik gücünün ne olduğu belli… Böyle bir tabloda büyük bir özveri gerektiği muhakkaktır.
Eğitim Bakanlarından Saffet Arıkan ilk dönemde büyük emekler harcadı. Asker kökenli olduğu halde Atatürk’ün eğitim konusunda çok güvendiği bir insandır. Nasıl yapılacağını bu bakanla tartışırlar. Bakanlığı sırasında; “Öğrencide oluşmuş bilimsel anlayışı asla çekinceye düşürmemek ve onları bütün boş inançlardan uzak bir duruma getirmek bizim amacımızdır.’’ der.
Benim köyümde Cumhuriyet öncesinde de okul vardı, ama okur-yazar yoktu. Duyduğuma göre bir kişi okuma yazma bilirmiş. Herkes ona koşarmış. Mektup mu yazılacak, dilekçe mi yazılacak? O kadar yoksunluklarla doluydu!..
Dil devriminden sonra yeni okul sistemleri ortaya konuverince herkes çok kısa zaman içerisinde okur-yazar olmaya başladı. Bu gerçekten büyük bir devrimdir. Atatürk’ün ileri görüşlülüğünü gösterir.
Bugünkü hükümetin Cumhuriyet döneminde yetişip de bunu anlayamamış olması bizim için büyük şanssızlıktır. Özellikle vurgulamak gerekir. Türkiye Cumhuriyeti yolunu, yöntemini bulmuştur, bilmektedir. Ama siz bunun dışına çıkarsanız bu işin olmayacağını herkes bilir. Denendi bunlar. Başarılı olsaydı daha önceden pekâlâ olur giderdi.
Tonguç’un bir özelliği var. Türkiye’ de dolaşmadık yer bırakmamış, o günlerin koşullarında on bin civarında köyü dolaşmıştır. Gittiği yerlerde şunlara dikkat etmiş. Acaba ulaşım olanakları nasıldır? Su durumu nasıldır? Arazi geniş midir? Ziraate uygun mudur? Köy Enstitüleri için yeterli genişlikte arazi var mıdır? Öğrencilerin rahat gidiş gelişleri için uygun mudur? Nerelerde kurulabileceğini araştırır.
Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisindeki bir konuşmasında; “Anadolu’yu eğitim bölgelerine böleceğiz. Bu bölgelerde bir yerde öğretmen okulu olacak, liseler topluluğunu bir araya toplayıp orada eğitim-öğretim elemanlarından çok yönlü yararlanma yolları araştırılacaktır.” der.
Bu adam büyük adamdır. Mustafa Kemal’in üzerine daha insan yok. Bu gerçeği anlamayanların yaptıkları işlerin sıkıntısını toplum çekecektir. Cumhuriyet böyle geldi, böyle yürüyecektir.
Eğitmen konusu ilk olarak Saffet Arıkan zamanında mı gündeme geldi?
Eğitmen olayına 1936 yılında başlandı. İlk eğitmen kursu Eskişehir Mahmudiye’de açıldı. Eğitmen kursunda ileride Köy Enstitülerinde hangi eğitim yöntemleri kullanılacaksa aynı yöntemler kullanılmıştır. Buradan çok iyi sonuçlar alınınca üzerine yazılar yazıldı, piyesler oynatıldı. Yapılan deneylerden güzel sonuçlar alındı ve sonuçlardan da mutlu oldular. Bu uygulama sonra yavaş yavaş Türkiye geneline yayıldı. Şunu da belirtmek gerekir ki; eğitmen yetiştirmek için açılan her yer ileride Köy Enstitülerinin temelini oluşturdu.
Köy Enstitüsü Yasası 17 Nisan 1940’ta benimsendikten sonra on dört yerde birden köy enstitüsü açılır. Bu eğitim öğretimin Anadolu’ya yayılmasıdır. Ondan sonra da diğerleri açılır. Türkiye’nin o zaman 63 ili var. Her üç iline bir köy Enstitüsü düşecek şekilde planlama yapılmış ve toplam yirmi bir Köy Enstitüsü kurulmuştur. Köy Enstitüsü dört duvar arasında açılan bir okul değil. Çadırlarda başlandı.
Tonguç’umuzun özellikle Arifiye Köy Enstitüsü Müdürü’ne yazdığı bir mektupta çok güzel bir tanımlaması vardır; “Bu müesseseleri klasik okullara benzetmemek için elinden ne gelirse onu yap. Herkes bir kez sersemlemeli ki yeni bir vaziyet alabilsin.”
Köy Enstitüsü’ne girdiğiniz zaman yepyeni bir anlayışla karşılaşırdınız. Yeni bir eğitim- öğretim sistemiyle karşı karşıya olduğunu anlayacaksın ve ona göre davranacaksın. Gittiğin yere de onu taşıyacaksın. Ayrıca Köy Enstitülü öğrencilere söyledikleri var: “Sizin tek güveneceğiniz niteliğiniz
çalışmak olmalıdır.” Eğer insan ruhen ve kalben bir şeye inanamazsa bu iş olmaz. Onu başaramaz. Başarının kökeninde bu var.
Okuduklarımızdan bildiğimiz kadarıyla eğitmen adayları askerdeki başarılı çavuşlardan seçilmiş. Bu bilgi doğru mudur?
Doğru tabii. Bizim köyümüzdeki Zeki’nin babası Akif ağabey de öyledir. Askerde okuma yazma öğrenmiş, çavuş veya onbaşı olanları almışlar.
Köy Enstitülerinin eğitim ve öğretim amacını bu kurumların kurucusu Tonguç şöyle açıklar: “İş içinde, iş aracılığıyla, iş için eğitim…” Üretimin olmadığı yerde eğitim de yoktur. Bir yerde eğitim istiyorsanız üretim de olacak.
Tonguç’un ereği; Türkiye’yi bir an önce yaratıcı insanlar topluluğu haline getirmektir. Bizim normal okullarımızda el işi ya var, ya yoktur. Ama Köy Enstitülerinde eğitim üç ana bölüme ayrılmıştır. %50’si ders programlarını, %25’i tarım, %25’i sanatı içerir.
Ortamda çok büyük bir değişim var. İşte bu yüzden köy enstitüsü öğrencilerinde intiharlar, yılgınlıklar olmaz. Çünkü o kadar değişik ortamlar içerisinde çalışırlar ki; bir tarafta müzik, bir tarafta sanat, halk oyunları var. Yeni yeni şeylerle karşılaşıyordunuz. Türküler…
İşte Yörük Ali;
“Şu dağlardan geçtin mi?
Soğuk sudan içtin mi?
Efelerin içinde Yörük Ali’yi seçtin mi?”
Topluca söylerdik. Bin kişi halk oyunları oynardık. Herkes kendi içindeki sıkıntıları böyle atardı. Derse gittiğiniz zaman tamamen yeni bir insan oluyordunuz. Yalnız kendi yörenizin değil, bütün yörelerin danslarını öğrenirdik. Yeni bir enstitü kurulacaksa Arifiyeliler belli bir işi üstlenir, Hasanoğlanlılar başka bir işi… Giderler oraya, o işleri bitirirler sonra Türkiye’de bir geziye çıkarlar. Gittikleri yere kendi oyunlarını götürürler. Böyle bir ortamda kötümserlik olur mu?
Tonguç’un eğitimci olarak müstesna bir yeri vardı, ama zamanında kıymeti bilinmedi. Ona göre; “Öğrencinin kendini etkilemeyen, değiştirmeyen, yaptığı üretime yansımayan, sorunların çözümüne yardımcı olmayan bilgi yığınına köy enstitüsünde yer yoktur.” Bilimi esas alarak hareket eder. Şu bir gerçek ki; biz böyle bir eğitimciyi devre dışı bıraktık.
Tonguç da, Hasan Ali Yücel de devre dışı bırakılacak insanlar mı? Ne yazık ki; devre dışı bırakan da CHP’dir. Tonguç’a göre eğitim öğretim izlencesi dile getirilirken; “Ülke gerçeklerinden yola çıkılacak, olanaklar hesaba katılacak, çağcıl eğitim ilkeleri uygulanacaktır.” Bu gerçekçi yol düşünülürse gelişigüzel şeyleri yapmaya gerek kalmaz.
Köy enstitüleri tam halk eğitiminin olduğu yerdir. Halk eğitiminin olması, gelişmesi gereken yerdir. Bu olmayınca Türkiye’de eğitim durdu. Bugün köy enstitülerinin olduğu her yeri harap ettiler. Demokrat partinin büyük hatalarından biri de; halkevleri düşmanlığını dile getirmesidir. Sözde halka yönelindi, halkevlerini kapattı. Malına, mülküne el koyarak, çarçur ettiler.
Köy Enstitüleri; 15.943 erkek, 1.398 bayan toplam 17.341 öğretmen, 8.675 sağlık memuru yetiştirdi. Ve bunlar Türkiye’nin neresinde olurlarsa olsunlar büyük özveriyle çalışmışlardır. Hiçbir zaman yüksünmeden, zamanını çok iyi değerlendirmiş öğretmen arkadaşlarımızdır. Onları burada bir kez daha saygıyla anmak istiyorum.
Konuşmanız arasında geçti. Atatürk’ün ölümünü köyde duydum dediniz. Biraz açar mısınız?
Şevket Şenlet diye bir öğretmenim vardı. Sonradan gazetecilik de yaptı. Sınıfta öğretmenimizi bekliyoruz. Öğretmen yok. O zamanlar İnegöl’e gidip geliyordu. Bisikleti vardı. Gelecek diye
bekliyoruz. Gürültü de ediyoruz. İkinci sınıftayım. Çok iyi hatırlıyorum. Geldi. Gözleri kızarmış. Tek derslikli bir okuldayız.
Köyde, Heyet Odasında bir radyo var. Radyonun başından ayrılamamış. Sınıfa da onun için gelememiş. Girdi içeri, gözleri kıpkırmızı… Dersliğin pencereleri doğuya ve batıya bakıyor. Sınıfta bir doğuya gidiyor, bir batıya… Sonunda “Atatürk’ü yitirdik çocuklarım.” dedi. Atatürk’ün de İnönü’nün de resimleri karşımızda… Biz çocuğuz, bilmiyoruz. Olanı biteni anlayamıyoruz.
Köy Enstitülerinden nasıl haberiniz oldu?
Onların kendilerine özgü giysisi vardı. Gri bir giysi… Gökbağlı bir arkadaşım var. Ağabeyi eğitmenmiş. Her şeyden haberi olduğu için kardeşini Arifiye Köy Enstitüsü’ne yerleştirmiş. Köye gelmiş. Köyde Derebaşı dediğimiz bir yer var. Orada ben onu o giysisinin içinde gördüm. İçim çok ısındı. Bir de duyumlarımız var. Zeki Baştürk’ün babası yakın köyde eğitmendi. 1946’da görev başındaydı.
Bize hep Arifiye Köy Enstitüsü’nden söz ederdi. Hem Ali Gülmez’e hem de bana; “Ne duruyorsunuz?” diye çıkışır, “Oraya gitsenize.” diye teşvik ederdi bizi… Başka okuma olanağımız da yok. Ama şunu söylemek isterim; köy enstitüsünde okumak bir ayrıcalıktır. Her şeyiyle çok özeldir. Köy Enstitüleri eğer kurulduysa müdür de dâhil öğretmen, öğrenci birlikteliğinin güçlü sonucudur.
Arifiye’deki ilk gününüze gidelim. 25 Kasım 1947’ye dönelim oradan devam edelim.
Enstitü içinde serbest dolaşıyordum. Çevreye bakınıyordum. Adapazarı- Sapanca şosesine koşut üç derslikli yapıların önemli bölümlerinin yapısı sürdürülüyordu. Enstitü cıvıl cıvıldı. Öğrenciler sıraya girmiş elden ele tuğla ve kiremitler yapılara ulaştırılıyordu. Birden beni de o sıranın içine alıverdiler.
Benden sonra bir öğrenci arkadaşım, ondan sonra da iri yarı, elleri başka, yüz çizgileri başka, yaşlıca sarışın görünümlü bir adam vardı. Öğrenciler gibi çalışıyordu. Pek meraklandım, yanımdaki arkadaşıma kim olduğunu sordum. Öğretmenimiz Hikmet Öz’müş. Şaştım kaldım!.. Unutulmaz Köy Enstitüleri işte böyle bin bir özveriyle; müdür, öğretmen, öğrenci; iş ve gönül birliğiyle kuruldular. Dünden bugüne anılmalarının nedeni budur.
Arifiye Köy Enstitüsü nasıl bir yerdi?
Arifiye Köy Enstitüsü’nün yerleşkesini üç bölüme ayırabiliriz. Birinci bölüm Arifiye Köyü’nün bulunduğu yerdedir. Bu bölüm demiryoluyla ikiye ayrılır. İlk bölüm köyün içindedir. Bu yerleşkede müdür ve öğretmen evleri, revir ve fırınımız vardır. Ana yerleşkenin en önemli yeri sebze ve meyve bahçemizle, ona bağlı olarak kümes ve inekler için ahırımız vardı. Bu bölüm eğitim için ana bölümdür. Merkez yapımız, dersliklerimiz, kitaplığımız, laboratuvarımız, yemekhanemiz, aynı zamanda toplantı salonumuz, spor alanlarımız, kızlar yatakhanemiz, kooperatifimiz; evet hepsi bu bölümde; büyük bir düzen içinde yer almıştır. Bu bölüm enstitümüzün beyni, yüreği gibidir.
Bundan yaklaşık 900 metre ileride kendine özgü yoluyla ki bu yol 1947’den sonra yapılmıştır; bu yerleşkemizde modern bir banyomuz, erkek yatakhaneleri, işlikler, elektrik santralimiz yer alır. Kendine özgü güzellikleriyle bize gülümseyen kübik öğretmen evlerimiz, düzenli kaldırım döşeli yollarımız bambaşka bir güzellik verirdi bu bölüme…
Sapanca Gölü çevresi apayrı bir yerleşkemizdir ki; sağlığı bozulan öğrencilerin özel bakım ve sağlıkevi, Sapanca’nın tam karşısında modern araçlarla üretim yapan çiftliğimizle, yine göl kıyısında balık avcılığı için iki katlı balıkhanemiz bulunurdu. Bu bölüm aynı zamanda öğrencilerin hafta sonu yüzme öğrendikleri, sevinçle hafta sonunu paylaştıkları yerdir.
Kızlar ile erkekler ayrı yerleşkelerdeymiş. Kızlarla erkeklerin bir arada olduğu karma eğitimi içine sindiremeyip iftiralar üretenler vardı. Sizce bunların derdi neydi?
Köy Enstitülerinde kız öğrencilerin aydınlanma yolunu kesen gerici zihniyettir. Kızların okumasını, aydın bir insan olarak topluma katılmasını içlerine sindirememişlerdir. Dünyası karanlık olanlar her
güzelliğe o kara perdenin ardından bakar, kadının aydınlık yüzünü, aydınlık kafasını içlerine sindiremezler.
Kız arkadaşlarımızla ilişkilerimiz; insancıl sevgiye dayanan bir ilişkiydi. Onlarla hep güzellikleri, insan olma erdemini paylaştık biz. Köy Enstitülerinin yüceliği oradan geliyordu ve bu yüce asaleti gerici zihniyet içine sindiremiyordu. Bunların derdi toplumun kafasını bulandırıp ailelerin kızlarını okula göndermesini engellemekti.
Mezunların %10’unun kız olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu konuda başarılı olmuş görünüyorlar.
Arifiye’nin ilk öğrencisi bir kızdır. Süleyman Edip Balkır kitabında saygıyla, sevgiyle anar. Geyve’den babasıyla beraber gelmişler. Bir sepet üzüm getirmişler. Bir kız öğrencinin gelişi Arifiye Köy Enstitüsü için büyük sevinç kaynağı olmuş.
Nadir Öğretmenim biz halen ilk gündeyiz. Araya laflar giriyor. Merak ediyorum. İlk gittiğinizde nelerle karşılaştınız?
O gün bize; “Boş kalmayın. Durmayacaksınız. Hadi bakalım dersliğe girin” dediler. Tarih dersi varmış. Oraya girdik.
Sizin üstünüzü başınızı değiştirmeden mi gönderdiler?
Yok. Girdik, ama daha kesin işlemlerimiz olmadı. Yatakhaneye gidiyoruz, geliyoruz. Yemek yiyoruz. O dersliğe ikinci gün girdim. O günlerde arkadaşlarla, köylülerle bir araya geldik. Aynı kentin insanlarına köylümüz derdik. Köylülerimizle buluştuk, tanıştık. Bir süre sonra bizi bir sınava aldılar. O sınavı geçtim.
Sınavdan önce bir hazırlık şansı tanıdılar mı?
Yoo, yoo! Doğrudan sınava aldılar. Türkçe, Matematik, Tabiat Bilgisi… Soruları iyi yaptım ve geçtim.
Köy Enstitüsü’nün güzel tarafı; hep öğrenim içindesiniz. Eğitim öğretim sürekli… Yaz kış; kırk beş gün izin hariç; hiç durmadan, hep eğitimin içindesiniz.
Köy Enstitülerinin güzel yanlarından biri de eleştirel toplantılarının olmasıydı. Okul müdürü, öğretmen, öğrenci, hepsi eleştirilebilirdi. Şarkılar, türküler söyler, milli oyunları oynardık.
Merak ettiğim bir şey var. Siz 1947’de ilk kuruluş heyecanının kaybolduğu ikinci fazda girdiniz. Reşat Şemsettin Sirer’in Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemdesiniz. İlk dönemdeki heyecan kaybolmamış mıydı?
Benim bir şanssızlığım var. Öğrenciliğim; Tonguç gibi, Hasan Ali Yücel gibi insanların görevden ayrıldıkları zamana rastladı. Yalnız şunu belirtmek gerekiyor. Köy Enstitüsündeki eğitimde bir süreklilik vardı. Koca çiftlik var, meyve bahçeleri var. Tonguç der ki; “ Okulun her türlü işini öğrenciler yapacak.” Okulda hizmetli, yardımcı, şudur, budur, hiç kimse yok. Aynı durum bizim zamanımızda da sürdü. Sen Demokratların palavralarına bakma. Para yok. Bütün işleri biz yapardık. O kadar adamı çalıştırmak için nereden para bulacaklar. İşlikler, tarım alanları, çiftlik çalışıyordu. İşleri götüren biz öğrencilerdik. Yaz kış çalışırdık. Kendi sebzemizi kendimiz yetiştirirdik. Bütün işler devam ediyordu. Öğretmen lisesine döndükten sonraki durumu bilmiyorum. Köy enstitülerinin düzeni öyle kurulmuş, öyle yürümek zorundaydı. Yalnız müdürlerimize kıydılar. Başka bir şey yok. Çok güzel bir müdürümüz vardı. Gerçek anlamda bir eğitimciydi.
1952’de mezun oldunuz. Belki de kapatılmadan önceki son öğrencilersiniz.
Evet. Bizden sonra mezun vermedi. Daha sonra Öğretmen Okulu olarak devam etti.
– Ocak 2013 –
Not: Söyleşinin tamamı için; ‘Nadir Öğretmen, Nazmi Karataş, Alp Yayınları, Şubat 2013’…