Bu Yazıda - Konu İçi Ara Başlıklar
43 YIL ÖNCE…
Tıp Fakültesi’nden mezun olduğum yılın (Cerrahpaşa 76) ertesi, Avrupa’da uzun bir yolculuğa çıktım. Başıboş, akşamı düşünmeden, yarının ne getireceğine tasalanmadan yollarda geçen sorumsuz günlerdi: tıpkı Panait Istrati’nin roman kahramanları gibi… Anıları belleğimde, duyguları yüreğimde tadı hala damağımdadır. İyi ki yapmışım; ertelememişim derim.
1977 Nisan’da yolum Çekoslovakya’ya düştü. Toplumcu dünya görüşümün ivmesiyle sosyalist bir ülke görmek istedim. Vize alınması nispeten kolaydı; tarihte de Bohemya prensliği olarak Avusturya İmparatorluğunun içinde yer aldığından, Çekoslovakya Doğu Bloku’nun en ‘Avrupalısı’ sayılıyordu.
Tren, Almanya’dan Çekoslovak sınırına vardığında, Çek görevliler kompartımana geldi. Trende tek tük yabancı vardı. Küçük sırt çantama baktılar. Çantada Newsweek dergisi vardı; yolda okurum diye almıştım. El koydular. ‘Kapitalist propaganda araçlarının sosyalist Çekoslovakya’ya girmesinin yasak olduğu’ konusunda uyardılar. Kaç gün kalacağımı sordular. 1 hafta dedim. Günlüğü 20 Alman Markı’ndan 7 günlük 140 Mark karşılığı Çekoslovak Kronu’nu resmi kurdan zorunlu bozdurmam gerekti. Sonradan karaborsaya gitsem bile belirli miktarda bir dövizin, devlet kasasına girmesini garantiye aldılar. Bir de elime otel karnesi verdiler. Her gece bu karneyi otelde damgalatmamı, çıkarken kaldığım gece kadar damga olması gerektiğini sıkı sıkıya tembihledirler. Böylece ‘yabancı bir unsur’ olarak nerede konakladığım bilinecekti!…
Küresel ısınma dedikleri gerçekten oluyor galiba. 43 yıl önce Nisan ortasında Prag kar içindeydi. Soğuk bir hava karşıladı. Bizdeki yer altı geçitlerini andıran, boğuk, gri bir istasyondu Prag tren garı…
“seher vakti habersizce girdi gara ekspres
yağmurlar içindeydi Prag
bir gülün dibinde gümüş kakma bir sandıktı
kapağını açtım”
Devletin resmi kurumu olan Çekoslovak turizm bürosuna uğramak zorundaydım. Yabancılara oteli orası sağlıyordu. Bütçeme göre 4 gece üst üste kalabileceğim bir otel yoktu ellerindeki listede. Her birinde, birer gecelik boş yer olduğundan her gece farklı bir otelde kaldım. İstasyondan dışarı çıktım. Boş duvarlarda; kızıl bayraklı, sol yumrukları havada, şahlanan işçi, köylü, gençlik resimlerinin çizildiği dev resimlerle karşılaştım. Hava bıçak gibi soğuktu, ayaz iliklerime işliyordu.
Girdiğim kahvehanelerde insanların durgun, mutsuz yüzleri dikkatimi çekti. Yaşlı garsonlar hizmet ediyordu. Siparişi pat diye masaya vuruyorlar, fazla bir şey sormama fırsat bırakmadan çekip gidiyorlardı. Masa örtüleri lekeli ve sigara yanıklarıyla delik deşikti. Ağır iş makineleri operatörlerinin, lokomotif makinistlerinin, tramvay vatmanlarının çoğu, orta yaşı geçmiş kadınlardı; iş tutumları içinde kaba, kalın ve erkeksi görünüyorlardı. Sigara büfeleri bile devletin; büfeci de çalışanıydı. Bir keresinde, kapanış saatini 1 dakika geçe, içeride olmasına rağmen kadın büfeci bana sigara satmamıştı; kolundaki saati göstererek ve kızgıncasına… Sokak ile kafamdaki sosyalizm birbirleriyle tartışmaya başlıyordu!
Ülkeyi Avusturya sınırında trenle terk ettim. Viyana’ya gidecek bizim tek vagonu ayrı bir demiryolu hattına aldılar. Önce otel karnemdeki damgaları kontrol ettiler. Sonra alet kutularıyla birtakım adamlar geldi. Bizleri (üç beş yabancıydık zaten) aşağı indirdiler, kompartımanın tüm bölmelerini söküp tekrar taktılar. Vagonun altına girip tekerleklerinin dibine kadar her yeri kontrol ettiler. Artık Viyana’ya geçebilirdik. İlk gezimden belleğimde bu anılar kalmış.
“yıl 62 Mart 28
Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım
akşam oluyor
dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer
akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim toprağı severmişim meğer
toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen
ben sürmedim
Platonik biricik sevdam da buymuş meğer
meğer ırmağı severmişim”
Viyana’ya giderken, anılar biraz daha geriye yayıldı. 1968 Ağustos’una. Lise son sınıf öğrencisiyim, Bilecik Ertuğrulgazi Lisesi…
O yıl, yaz Prag’a, Varşova Paktı askerleriyle geldi. Çekoslovak Komünist Partisi Genel Sekreteri Dubçek’in ‘liberalleştirme’ politikasını fazla bulan Sovyet tankları Prag’a girdi. Dubçek bir süre sonra Ankara’ya elçi olarak yollandı (Dubçek 1990’de Çekoslovakya Meclis Başkanı iken trafik kazası ile vefat etti). Bu durum hem Batı’da hem de Türkiye’nin yeni filizlenen sol hareket içinde tartışmalara yol açtı. ABD’yi, NATO’yu eleştirirken; Sovyetler, işgalci olabilirmiydi!
Tarih 16 Ocak 1969. Jan Palach 21 yaşında üniversite öğrencisi. Prag Üniversitesi’nde ekonomi okuyor. Rus tanklarının Prag’a girişini protesto etmek için kendini yakıyor. Yer, Prag’ın ünlü Welceslas (Vaclevske) Bulvarı; Ulusal Müze’nin önü. Onu, 3 hafta sonra bir adaşı daha izliyor. 19 yaşındaki üniversite öğrencisi Jan Zajic aynı yerde, aynı amaçla kendini yakıyor. Bulvar, Sovyetlere direnişin sembolü oluyor. Rus askerleri bu meydanda 3 kişiden fazla gencin, bir arada bulunmasını yasaklıyor.
Ulusal Müze’nin önü. Onu, 3 hafta sonra bir adaşı daha izliyor. 19 yaşındaki üniversite öğrencisi Jan Zajic aynı yerde, aynı amaçla kendini yakıyor. Bulvar, Sovyetlere direnişin sembolü oluyor. Rus askerleri bu meydanda 3 kişiden fazla gencin, bir arada bulunmasını yasaklıyor.
“bilirim benden önce duyulmuş bu keder
benden sonra da duyulacak
benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere
benden sonra da söylenecek
gökyüzünü severmişim meğer
kapalı olsun açık olsun”
Bugün, Vaclevske Bulvarı Prag’ın en modern caddesi. Köprülerin altından çok sular aktı. ‘Jan’ların düştüğü’ yerde, siyah mermerden bir plaket duruyor. Plakete her gün yüzlerce insan çiçek bırakıyor. Devir değişti; düşünceler, kavramlar değişti. Plakette Jan Palach – Jan Zajic’in portreleri, ölüm tarihleri yazıyor ve mermere sadece şu kazınmış: “Komünizm’in kurbanları anısına”…
“yağmurlar içindeydi Prag
sen yoksun
uyuyorsun alacakaranlıkta alt ranzada
üst ranza bomboş
sen yoksun
yeryüzünün en güzel şehrinden biri boşaldı”
Yaş ilerledi, “hayat gailesi” ağır bastı. Medar- maişet motoru”nun çalışması gerek. Gezme biçimim değişti. 3-4 ayda bir uzatılmış hafta sonu tatili yaratarak ‘tek ülke – tek kent’ şeklinde geziyorum. Yine 20-30’lu yaşlarım gibi; küçük bir çanta, orta halli bir otel ; sonra o sokak senin, bu sokak benim başıboş yürüyorum. Yolların akışına salıyorum ruhumu ve belleğimi. Her türlü düşünceyi arkamda ve ardımda bırakıyorum.
“yürümek
yürekten
gülerek yürümek”
Bu seferki hedefim Prag’tı. Çek havayolları ile gittim. Havaalanı moderndi, karışıklık yoktu. Elimle koymuş gibi ayırttığım oteli buldum; kentin tarihi eski bölgesinde aile oteliydi. Çantamı odaya attım. Önce Prag’ın merkezi sayılan, ‘eski şehir meydanı’na vardım. Merkezin simgeleri, 14 yy’dan kalma, kendine özgü kuleleriyle ünlü Tin Kilisesi ve Astronomik Saat Kulesi. Meydanın ortasında, 15 yy’da Katolik kilisesine / engizisyona karşı çıkan, daha sonra da aforoz edilip yakılan rahip Jan Hus’un heykeli yer alıyor. Heykel, bugün kilise baskısına karşı direncin timsali konumunda.
“külahlı kuleler Prag şehrinde
ağarınca akşamın üzerinde
düşe giren dünyalar aydınlanır
İstanbul’da bir Memet var
altısına bastı bu yıl”
Prag, her tarafı tarih kokan bir kent. Kentin tamamı ‘UNESCO dünya tarih mirası’ konumunda; koruma altında. Toplu taşımacılık yer üstünde sadece tramvaylar, yeraltında metro ile sağlanıyor. Tüm sokaklar parke taşlı, kaldırımlar Arnavut kaldırımı… Sokak lambaları ve duvarlar aplik şeklinde sokak fenerleriyle aydınlatılıyor. Sessiz, melankolik, ıslak sokakları; kahvehaneler ve biranın envai çeşidinin biracıları mest ettiği mahzen lokantaları canlandırıyor. Huzur dolu, dingin, güvenli bir kent bugünün Prag’ı…
“tramvaylar bomboş geçiyor
kahveler bomboş
lokantalar, barlar da öyle
ne kuma ne kristal ne et ne şarap
ne kitap ne bir şekerleme kutusu
ne bir karanfil”
Osmanlı Prag’a ulaşamadı. Buna rağmen Prag, Avusturya İmparatorluğu’nun önemli bir kenti olduğundan; Viyana’dan esen Türk rüzgarının kente taşıdığı birkaç sarı yaprak bugün de yerlerinde durmakta.
Astronomik Saat (Orloj)
Prag’ın kalbinin attığı ‘eski şehir meydanı’da (Staro mestke namesti) yer alan bu saatin dünyada benzeri yok. 70 metrelik bir kulede yer alan saatin tarihi 15. yy’a dayanıyor. Ustasının Hanuş olduğu; saati bir daha yapmasın diye kralın ustanın gözünü kör ettiği, bunun intikamını almak isteyen ustanın kendini saat mekanizması üzerine atarak intihar edip saati bozduğu rivayet ediliyor. Saatin, güneşi aya, gezegenlere, burçlara göre ayarlanmış bölümleri var; o nedenle de ‘astronomik saat’ olarak adlandırılmış. Saatin özelliği şu: her saat başı iki kapak açılıyor, iki küçük pencere ortaya çıkıyor. 12 havari pencereden başlarını göstererek geçiyorlar. Gösteri altın yaldızlı bir horozun uzun uzun ötmesiyle son buluyor. Saatin altında, kulenin 2 yanında 4 heykel var. Bu dört heykel, insani 4 zaafı simgeliyor: Solda elinde ayna tutan adam ‘kibir’i; sepet taşıyan adam (Yahudi olduğu söyleniyor) ‘hırsı’ temsil ediyor. Sağda 2 heykel var: Bir tanesi elinde fener tutan iskelet; ‘ölümü’ anımsatıyor. Sonuncu heykel bir Türk! Başında sarık, sol elinde ud – mandoline benzer bir çalgı tutuyor; saat çalarken başını ‘hayır’ anlamında iki yana sallıyor. Türk heykelinin temsil ettiği kavram konusunda iki farklı açıklama var; ama ikisinin de anlamı olumsuzluk yüklü. Kimine göre ‘inadı’ temsil ediyor (başını hayır anlamında iki yana salladığından); kimine göre de ‘zevk ve sefayı’ (elindeki çalgıdan)…
“şair memleketten uzak,
hasretlerle delik deşik,
Eski Kent’te duruyordu, meydanlıkta yapayalnız
gotik bir duvar üstünde Hanuş ustanın saati on ikiyi vuruyordu
ve yukarda öttü horoz
şair memleketten uzak
hasretten delik deşik
etrafına dalgın baktı”
Prag’ın ortasında Viltava nehri akar. Nehrin üstünde dantela gibi köprüler dizilidir.
“yitirilmiş akşamlar gibi Viltava suyu akıyor köprülerin altından
sokaklar bomboş
bütün pencelerde perdeler inik” Bu köprülerin en ünlüsü Karl (Şarl, Karlovi) Köprüsüdür (Heykelli köprü). Her iki başında ‘külahlı’ kuleler yer alır; köprünün her iki yakası Hıristiyanlığı betimleyen heykellerle bezelidir. Köprüden çıkınca parke taşlı yollarla, dar fenerli sokaklarla, hoş birahanelerle; Prag Kalesi’nin, Kale’nin simgesi St. Vitus Katedrali’nin (15 yy) ve Cumhurbaşkanlığı Köşkünün yer aldığı tepeye (Hıradçini) varılır.
“Pırag’da bir yandan ağarıyor ortalık
bir yandan da kar yağıyor
sulusepken
kurşuni
Pırağ’da ağır ağır aydınlanıyor barok:
Huzursuz, uzak
ve yaldızlarında kararmış keder.
Ölen bir yıldızdan uçup gelen kuşlara benziyor
Dördüncü Şarl Köprüsünde heykeller”
Köprünün, Kale yakasındaki ilk heykel, bir küme insanı temsil eder. En altta, zindan içinde kurtarılmayı bekleyen insanlar görülür. Zindanın yanında ayakta; sarığı, kalın sarkık bıyığı, belinde palası, sırtında kamçısı, göbekli cepkeni, uzun kaftanı ile bir ‘yeniçeri’ durur. Yeniçerinin üstünde, başında haç bulunan bir geyik ve en tepede “kurtarıcı Aziz şövalye” heykeli yer almaktadır. Heykelin yapım yılı 1854’dür; Osmanlı artık “hasta adamdır”; “Aziz şövalye” kılıcıyla yeniçerinin tepesindedir!
Prag’ın bence en güzel yeri Kral (Şarl/Charles) köprüsünün biraz batısında kalan adanın ucudur. Bu uca oturduğunuzda Viltava nehri iki yakanızdan akar; karşındaki Hıradçini tepesi ve “heykelli köprü”nün manzarasına doyum olmaz.
Adayı kesen köprünün “eski şehre” bakan yönünde Narodni caddesinin köşesinde Ulusal Tiyatro’nun karşısında bir ‘cafe’ yer alır; adı Slavia’dır. 1880’lerden kalma tarihi bir kahvedir. Praglı Alman şair Raine Maria Rilke’in çok sevdiği bir yerdir. Seveni sadece Rilke değildir; Nazım Hikmet’in de Prag günlerinin çoğunu geçirdiği mekandır. Resmi hala duvarda asılı durur.
“Slavya kahvesinde oturan dostum Tavfer’le,
Vıltava suyuna karşı oturup,
tatlı tatlı yarenliği severim
hele sabahları hele baharda…”
Kutna Hora, Prag’dan trenle bir saat uzaklıkta tarihi bir kasaba. UNESCO’nun koruması altında. Orta çağda, gümüş yatakları nedeniyle önemli bir yerleşim yeriymiş; şimdi sessiz ve kendi halinde… Kasabada geçmişten kalan çok sayıda kilise ve manastır bulunuyor. Tren Prag’dan çıkar çıkmaz, uzun otlaklar başladı. Sabahın çiği yeşillikler üzerinde huzuru çağrıştıran ince bir sis tabakası oluşturmuştu. Tren sesinden ürken iri iri tavşanlar otlakların uzağına kaçışıyordu.
Kasabanın dış mahallelerinden Sedlog’ta ilginç bir kilise var. Kilisenin özelliği bütün iç mekânın insan iskeletiyle kaplı oluşundan geliyor; o yüzden de adına ‘Kemikli Kilise’ deniyor… Ürpertici bir ortam. Kilisenin tarihi 15-16. yy’a uzanıyor. Bu bölge mezarlıkmış veba salgınlarından, derebeyi- dük savaşlarından çok insan ölmüş. Kilise yapılırken, papaz çıkan kemikleri, kilisede dekor olarak kullanmayı düşünmüş ki insanlar birer fani olduklarını unutmasınlar… Kilisenin bence en çarpıcı köşesi, Ortaçağ’da bölgenin hakimi olan Schwarzenberg Prensliği’nin arması. Arma kemiklerden yapılmış. Armanın sağ alt kenarında, gözü karga iskeleti ile oyulan bir kafatası yer alıyor. Bu kafatası prensin Türklere karşı kazandığı bir savaşı temsil ediyormuş; ‘Türklerin gözünü oyduk’ anlamında! Savaşın adı yabancı kaynaklarda ‘Raab Savaşı’ diye geçiyor. Bizim kaynaklardaki adı; ‘Yanıkkale Savaşı’; yıl 1594… Macaristan’da, Budapeşte’nin batısında, Gyor kenti yakınlarında, bizim Yanıkkale, onların Raab dedikleri yerde olmuş bu savaş. Daha sonra, Viyana kuşatması öncesinde Osmanlı ordusu Kale’yi geri alır. Tarihi kaynaklar Yanıkkale’nin fethinin, ordunun doğrudan Viyana’ya yürümesini isteyen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile bazı komutanların arasında tartışmalara yol açtığını yazar. Bu tartışmada, Merzifonlu’nun karşısında yer alan Kırım Bey’i Giray Han’ın; Viyana kuşatmasının en kritik anında Lehistanlı (Polonya) Jan Sebieski’nin ordularının Osmanlı’yı arkadan vurmasına seyirci kaldığı söylenir. Giray Han’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Osmanlı, Tatar ağasının değerini anlasın!”…
Artık ne Habsburglar, ne Bohemya kaldı, ne de Çekoslovakya. 1989’da ‘Kadife Devrim’ ile Sovyetlerden ayrıldılar. 1 Ocak 1993’de de Çek ve Slovaklar iki ayrı devlet oldu. Çek Cumhuriyeti 2004’den beri AB üyesi. Bu bölge sürekli olarak kanlı savaşlara, kırım ve kıyımlara sahne olmuş. Derebeyler, serfler, kilise baskısı, engizisyon, Vatikan’a başkaldırı, 30 yıl savaşları, Nazi işgali, toplama kampları, 2. Dünya Savaşı, Sovyet dönemi derken, Çekler belki de tarihlerinde ilk kez ‘ohh’ diyorlar.
“Hele sabahları hele baharda
Pırag şehri yaldızlı bir dumandır
Pırag şehri yaldızlı bir dumandır
Viltava suyunun köpüklerinde
Martı kuşlarıyla gelir İstanbul”
**
Not: Nazım Hikmet’in dizeleri “Yürümek”, “Saman Sarısı”, “Pırağ’da Vakitler” (Aralık 956 – Ocak 957) şiirlerinden derlenmiştir.