Quantcast
“Nem Alacak Felek Benim” – Belgesel Tarih

Dr. Halil ATILGAN
Dr. Halil  ATILGAN
“Nem Alacak Felek Benim”
  • 24 Nisan 2020 Cuma
  • +
  • -
  • Dr. Halil ATILGAN /

Loading

Darende; kır dağlar, kıraç topraklar diyarıdır. Yaradan doğayı kalburla elemiş üstte kalan molazları buraya yığmış. Bir kaşıkla beş kişinin çorba içtiği, ekmeği yağda kavurup yiyenlerin memleketi Darende. Aşudu (Günpınarı) Darende’ye yedi kilometre. 1200metre rakımlı bir yayla köyü. Derin bir vadi içinde. Göz göz pınarların kaynayıp dik yamaçlardan savrularak aşağıya döküldüğü, batıdan uzanan ceviz ve söğüt ağaçlarıyla kaplı, billur gibi akan sularıyla, şelalesiyle, güzelliğiyle tabiat anaya damgasını vuran bir belde.

Ama netmeli güzelliği. Önce karnı doyurmak, aç karnı taşlamak gerek. Mide uyumalı. Yoksa “Aç it fırın yıkar” demişler. Yokluk diz boyu. Tuz yok sabun yok. Doğa güzel amma… Yiyecek yok. Onun için “çare” dediler hep bir ağızdan. Taştan taşa vurdular başlarını. Çaresi gurbetti. Gurbet paklardı ancak yokluğu. Onlar da öyle yaptılar. Düştüler gurbetin yollarına. Yollar aldı götürdü onları Çukurova’ya, Maraş’a, Mersin’e. Doğup büyüdükleri baba ocağından tek tek koptular. Yurtları, yuvaları ıssız kaldı. Gidenlerin çoğu baba yurduna geri dönemedi. Karınlarını doyurdukları yerleri kendilerine yurt tuttular. Yerleşip kaldılar oralarda. Şanslı olanlar sonbaharda gitti haziranda döndü. Şanssızlar ise…

Yol gözledi çocuklar. Baba yolu gözledi. Dönenlerin çocukları sevindi. Dönmeyenlere ağıtlar yakıldı. Hele bazılarının mezarı bile bulanamadı. Kuş uçmaz kervan geçmez yerlere ne mektup ne haber. Her yeni doğan gün bir umut oldu yürekte. Ne kara düşler yoruldu ölenlerin üstüne. Kara düşleri hayra yordular. Umut dediler. Gel dediler. Umutlar tez tükenmedi. Yıllarca beklendi gidenler. Ama hayırsız çıktı seneler. Gidenleri uçan kuşlara, turnalara sordular. Ne gelen oldu ne de giden. Yumak yumak oldu umutlar. Eşler, çocuklar yıllarca yol gözledi. Gidenlerin çoğu Çukurova’yı yurt tuttu. Kimisi çerçilik, kimisi bakkallık, kimileri de hallaçlık yaptı. O günleri yaşayanların dilinde destan oldu o yıllar. Gidip de dönmeyenlerin hikâyesi kor gibi çöktü yüreklere.

Palangalı Hatem Çavuş seksen altı yaşındaydı. Gurbetin kahrını, geçim derdini iyi bilirdi. Çok çarık eskitti ömür tüketen yollarda.

Hatem Çavuş derin bir “ah” çekti. Ceplerini yokladı. Tütün tabakasını çıkardı sağ cebinden. Titrek elleriyle kalın bir sigara sardı. Tükürükledi kâğıdı. Çakmak kesesinden çıkardığı kavı taşın üstüne yerleştirdi. Var gücüyle indirdi demiri taşın üstüne. Bir çakmada aldı kav. “Nasıl da bir çakmada yaktım” dercesine süzdü etraftakileri. Ağzının selinden yarıya kadar ıslanan sigarasını yaktı. Bir nefes çekti. Üfledi dumanı gökyüzüne. Dumanlar ahlarıyla birlikte yükseldi gökyüzüne.

Hatem Çavuş: “Yollara döküldüğümüzde ben ala torlaktım” diye başladı sözüne. “Aklım ermiyordu. Geçim sıkıntısı çöktü. Varlıların kulağı yoksulları duymazdı. Hayvanların yanında yatardık. Ne olur ne olmazdı. Yörelerde yol kesenler kol gezerdi. İki gümüş mecidiye için adam öldürülürdü. Hayvanlarımızı gözümüzden ıramazdık. Hanlarda bitin pirenin sözümü olurdu. Hemi düşün hemi kaşın. Bitleri kıl şalvarların uçkur aralarından avuç avuç toplardık. Gön çarıkların boğduğu ayaklarımız şiş şiş olurdu. Gün çarığı kuruturdu. Ayaklarımızı da büzerdi çarıklar. Akşamdan ayaklarımızı tuzlu suya sokar salamurasını yapardık. Ayaklarımız tuzlu suda iyice pişmeliydi. Yoksa sabah yol alamazdık. On günde inerdik Çukurova’ya.” diye anlattı yol hikâyesini.

Aşudulu Süleyman Emmi de seksenin üstündeydi. Omuzları çökmüş, gözleri puslu. Küçüle küçüle yumak gibi olmuş, “püf desen” uçacaktı. Beli baston sapı gibiydi. Onun da dertleri depreşti. İçini çekti derinden derinden. Ofu ahlarına karıştı. Gözyaşları buğulandı göklerde. Gözleri dolu dolu. Onca çektiği çileler canlandı. Yumuk gözlerini dikti havaya. Yüzündeki kırışıklar titremeye başladı. Sakalını sıvazlayarak bir o yana bir bu yana baktı. “Hey gidi günler hey” dedi. Belli ki o da çok çekmişti. “Ben yirmi iki günlük evliydim. Çiçeği burnunda derler ya işte öyle. Aşudu’dan on dört kişi çıktık. İkimiz eşşekli, on ikimiz yaya. Köyün üstündeki yukarı yokuşa çıktığımızda depeden gartal bakışı baktım Aşudu’ya. Elif’imi son bir kez olsun görebilir miyim dedim. Boynum asılı galdı. Baktım da baktım. Arkadaşlar geçip getmişler. Karşı yamaca ulaşmışlar. Düş görür gibi oldum. Yekin bire Süleyman dedim. Sen Elif’ini gözlerken el garşı yamaca ulaştı. Aşacaklar yamaçları, yalnız kalacak, kurda kuşa yem olacaksın. Yekin, eğlenmenin zamanımı şimdi. Hışımınan sarıldım yola. Uzun adımlarım biri beş etmeye başladı. Çukurova’ya varaneçe daha ne dağlar aşacağız. Geride kalmanın sırası mı hele. Yürü dedim.

Albustan Ovası, Binboğa Dağları. Ali Gayası geçidi. Daha ötede Ahır Dağları var. Ahır Dağlarını aşasın ki Maraş’a varasın. Hele Ali Gayası geçidi. Sarptır. ‘Kıldan ince kılıçtan keskin’ demişler. Az mı at, eşek yuvarlandı uçurumundan. Yuvarlanan semerli at uçurumun dibine varınca tosbağa gibi görünürdü. Salâvatsız geçilmezdi Ali Gayası’ndan. Bu dağların urgan urgan yollarını bizim eşeklerin dırnakları açtı” dedi Süleyman Emmi.

Buğulu gözleri etrafını göremeyecek kadar doldu. Un oldu ufak oldu Süleyman Emmi. Boğazında gözyaşları düğüm düğümdü. Lafa devam etmek istedi. Cebinden tortop olmuş mendilini çıkardı. Burnunu sildi. Lafa başlamak için “hık” etti. Gerisini getiremedi. Buğulu gözleri buğulandıkça buğulandı. Süleyman Emmi biraz daha küçüldü. İçine döktü anlatacaklarını. Son sözü “kalsın” oldu.

İşte Çolakların Abdullah da bahtı kara Aşudulu’nun biri. Hatem Çavuş gibi, Süleyman Emmi gibi. O da yokluklara yenik düştü. Dar geldi Aşudu. Ev gerek, ekmek gerek. Yokluk onu da düşürdü gurbetin yollarına. Karar verdi. Süleyman Emminin aştığı dağları aşacak, o da on günde varacaktı Çukurova’ya. Hazırlıklar yapıldı. Kap kacak, savan, sofra. Lâzım olan araç gereçler yüklendi. “Çöh” dedi eşeğine.

Abdullah Ceyhan’ın Mustafabeyli köyünü yurt tuttu. O da diğer Darendeliler gibi çerçilik yaparak, iğne, iplik, kabak leblebi, köfter satarak geçimini temin etti. Hem çerçilik yaptı, hem de yurt yuva kurmak için çabaladı. Dileği oldu. Çerçilikten biriktirdiği üç beş kuruşuyla Mustafabeyli’deki Bulgaristan muhacirlerinden Hatice ile evlendi. Hatice’den bir oğlu oldu. Adını Abdurrahim koydular. Abdurrahim beş yaşındayken anası öldü. Abdullah dul Abdurrahim öksüz kaldı. Abdullah, “kader” dedi. “Daha öküzleri arabaya koşmadan halat koptu. Hışımınan Hatice’yi aldı götürdü Azrail. Daha gün görmeden. Bir solukta aldı götürdü. Hatice gelin oldu kara toprağa.” Abdullah, “Geçer, bu da geçer” dedi. Şükür etti Allah’a. Ne kadar şükür etse de Abdurrahim’e bakacak birisi gerekti. Hatice’nin daha acısını içinden atamadı. Amma! Abdurrahim de anasız olamazdı. Hatice’nin kara toprağa gelin olmasından sonra Elifle evlendi.

Elif Darende’nin Yenice köyündendi. On altı yaşında Balaban ilçesine gelin gitmişti. Elif, eli kınalı yirmi iki günlük gelin iken seferberlik başladı. Yeni gelinin güveyisi askere alındı. Gidiş o gidiş. Bir daha dönüşü olmadı. İmi timi belirsiz oldu. Kayıplara karıştı. Dul kalan Elif’i kardeşi aldı götürdü Osmaniye’ye. Elif’i Abdullah Osmaniye’de tanıdı. Bu tanışma evlilikle sonuçlandı. 1920 yılında başlarını bir yastığa koydular. Ancak evliliğin hemen peşinden “Kaçkaç” başladı. Adana-Ceyhan’ı Fransızlar işgal etti. Çukurova’nın işgalinden sonra Mustafabeyli’yi terk eden Abdullah ile Elif soluğu Aşudu’da aldı.

Silah sesleri kısmen de olsa susmuştu. Cumhuriyet kuruldu. Cumhuriyetin kurulmasından bir yıl sonra da Hasan dünyaya geldi. Yıl 1924, yer Aşudu. 1924 yılından sonra savaşın hızı kesildi. Bunu fırsat bilen Abdullah, eşi Elif, tuz parası, gaz parası için yeniden Çukurova’ya gitmeye karar verdiler. Hazırlıklar yapıldı. Kap kacaklar heybeye konuldu. Abdullah hanımını bindirdi eşeğe. Hasan’ı da kucağına verdi. Sürdü eşeğini ömür tüketen yollara.

Hasan daha yedi aylıktı. Verirsen emiyor, vermezsen ağlıyor. Sabi sübyan. Olan bitenden habersizdi. Kara kaderin acımazlığı onu da düşürmüştü gurbetin yollarına. Deh çöh, deh çöh. Zor indiler Çukurova’nın düzüne. Yine Ceyhan’ın Mustafabeyli köyüne kondular. Ürkek ürkek, garip garip kondular. Abdullah eski düzenini yeniden kurdu. “Çerçilik yapmak benim kaderimmiş” dedi. Başladı işe. Sabah gidiyor, akşama dönüyor, yoksa orada kalıyor. Birini beş etmek için geceyi gündüze katıyordu. Abdullah böyle koptu baba yurdundan. Bir daha da geri dönmedi. Mustafabeyli vatan oldu onlara. Abdullah “Doğduğum yer değil doyduğum yer” dedi. Adım adım dolaştı yöre köylerini.

Abdullah öldüğünde bacısı Zeynep iki, Hasan altı yaşındaydı. Arkadaşlarıyla

sokakta oynuyordu. “Baban öldü” dediler. Ölüm ne idi, kara toprağa gelin gitmek nasıl olurdu bilmiyordu Hasan. Onun için tınmadı bile. Bırakmadı oyunu. Eve vardığında anası babasının başında uğunuyordu. Komşuları Hanife Nine, Hatice Teyze de oradaydı. Anası Elif ağıt yakıyor. Uğundukça boynu ince söğüt dalı gibi bükülüp düştü omuzlarına. Uğundukça ulandı ağıtlar.

“Ne deyim de ne söyleyim
Bire anam bire bacım
İki guzum yetim galdı
Gayrı ellere muhtacım

Dallarım yaprağın döktü
Eşşek boyuncuğun büktü
Felek çarkın gırılaydı
Baykuş ocağıma çöktü

Amansız dağları aştım
Buralarda yolum şaştım
Felek ganadın gırıla
Gayrı tebdilim şaştım

Uçtu şahan getti bazım
Kimselere geçmez nazım
Gır dağlarda ot yiyeydim
Olmaz olsun kör boğazım

Kurdular goca gazanı
Hoca okudu ezeni
Ben kimlere şikat (şikayet)edem
Gara yazılar yazanı

Ocağıma baş bulamam
Üç boğaza aş bulamam
Seni aldılar gettiler
Mezarına taş bulamam

Gurbet ölümlerden beter
Yeter gahpe felek yeter
Ağzım dilim kitli galsın
Horoz çöplüğünde öter”

Abdullah öldükten sonra Elif dul, Hasan’la Zeynep yetim kaldı. Geçim derdi de Elif’in sırtına bindi. Elif yaz gelince pamuk tarlalarına çapaya gidiyor, Hasan evi bekliyor. Anası gelinceye kadar da Zeynep’i avutuyordu. Küçük Hasan’ın kimi kimsesi yoktu. Amca, dayı, teyze… Hiç kimse. Kara kader erken tuttu yakasını. Üstelik köyün yerlisi de olamadılar.

Sıtma nöbetleri çeke çeke büyüdü Hasan. Sıcaklar, sıtma, yokluk, karıştı birbirine. Hepsi birbirinden beterdi. Yazları cayır cayır yanardı Çukurova. O zamanlar Çukurova’nın sıcakları daha bir başkaydı. Yalın ayakla tozlu yollara basamazdınız. Kızgın demire basmış gibi kavrulurdu ayaklar. Çiğ yumurtayı pişirecek kadar baskın olurdu. Gün kuşluk olunca sarı sıcaktan ipil ipil ederdi koca ova. Gün indiğinde köyün sığırları ağır ağır çekilir gelirdi. Sığırların ayaklarından kalkan tozlar bulut bulut çökerdi köyün üstüne. Gecelerin derdi gündüzlerin sıcağından da beterdi. Sivrisinekler akşamdan geçerdi saldırıya. Sarı arılar gibi çökerdi köyün üstüne. Sivrisineklerin hışmından yatılmazdı. Uyku uğramazdı gözlere. Yekinip kaçasın gelirdi yataktan. Gün akşama kadar incecik tozlar avuçlar dolusu dolardı gözlere. Göz hastalıkları salgındı. Salgın hastalıklar grubundandı. Köyde gözü ağrımayan tek çocuk yoktu. Beşiktekiler bile öyleydi. Hasan’ın anası kırmızı boya bulurdu köyden. Akşamdan kırmızı boya damlatırdı Hasan’la Zeynep’in gözüne. Tulum gibi şişerdi göz kapakları. Zeynep’in gözü Hasan’ınkinden daha beterdi. Gözleri açılsın diye karanlık odaya sokardı anası. Yoksa güneşe, aydınlığa bakamazdılar. Kamaşırdı gözler. Çapaklar göz kapaklarına tutkal gibi yapışırdı. Anası ılık suyla ıslaya ıslaya yumuşatırdı çapakları. Yumuşamadan kirpikleri çapaklardan kurtarmak güçtü. Kirpikler kaynaşmışlar. Açılırken avaz avaz bağırırdı çocuklar.

Akşam karanlığı çökünce köy ıpıssız olurdu. Hayat tezden dururdu. Akşama kadar sarı sıcaktan pişen gövdeler erken yatardı. Hasan ise gözlerini açar açar kapar. Korkular, kuşkular dolardı içine. Bacısı Zeynep aklı basmadığından korku bilmezdi. Akşamdan yumuverirdi gözlerini.

Göresiniz nasıl yanardı koca ova. Bu saatlerde serçelerin hâllerini seyretmeliydiniz. Onları içi burkula burkula seyrederdi Hasan. Dut ağaçlarının arasında öyle nefes alışları vardı ki. İnce gagaları berber makası gibi açılıp açılıp kapanırdı. Gün ininceye kadar köyün köpekleri görünmezdi sokaklarda. Böylesi öğle sıcağında Hanife Ananın köpeği ağzını havaya dikmiş, dili karpuz dilimi gibi kızarmıştı. Dışarı fırlamıştı kıpkırmızı dil. Upuzun olmuştu. Karnı kalaycı körüğü gibi şişip şişip iniyordu

Geceleri uyku girmez gözümü
Zalim yastık diken olur yüzüme

Kim demişse demiş işte. Bugünün çocukları erken yatarlar. Geç kalkarlar. Öyle ya… Hasan gibi buğday tarlalarına başak toplamaya gitmeyecekler. Varsın yatsınlar. Hasan ne çocukluğunu, ne gençliğini yaşadı. Onun çocukluğu yaz gecelerinde çoğunlukla uykusuz geçti. Boğucu sıcakların baskısı, sivrisineklerin vızılaması uykularını gözlerinden kovdu.

“Çukurova yana yana ör’dolur
Her sineği bir alıcı kur’dolur”

Sürmeli Bey böyle demişti. Onun dediğince olurdu. Karanlıkla birlikte sivrisinekler de üşüşürdü Hasan’ın başına. Vızılar dururlardı kulaklarının dibinde. İtler gibi kaparlardı çıplak yerlerini. Kaşın ha kaşın olurdu her yanı. Bir ateş çökerdi içine. Körpecik çocukluk yılları ne yazık ki böyle geçti Hasan’ın. Ne oyuncak gördü, ne oyuncakçı. Anası ineklerinin kıllarından top yapar eline verirdi. O, kıl topla gönül avuttu.

‘Yokluk taştan katıdır’ derdi anası. Üstelik de sıkça söylerdi. Kim bilir bu deyimin gerçek kaynağı hangi mutsuz kişilerdi. “Yokluk taştan katıdır”. Dillere tespih olmuş, yüreklere oturmuş bir deyim. “Aç boğaza ekmek gerek.” “Çok çalış ki tez büyüyesin.” Hasan’ın anasından öğrendiği, unutmadığı öğütlerdi bunlar. İşte o, anasının bu öğütleriyle büyüdü. 1931 yılında sekiz yaşındayken ilkokula başladı. 1933 yılında Mustafabeyli’nin üç sınıflı okulunu başarıyla bitirdi. Okulun en başarılı öğrencilerindendi. Ne yazık ki okulda 4. sınıf daha henüz açılmamıştı. 4. sınıfın 1940 yılında açılacağının duyulması Hasan’ı çok üzdü.

Hasan 14 yaşındaydı. Çocukluk yılları geride kalmış yaşının verdiği olgunluk onda yeni çabalar, yeni gayretler başlatmış, evin erkeği olmuştu. Sorumluluğunu yerine getirmeliydi. Fakat ne yapmalıydı. Düşündü taşındı. “Köye buzağı çobanı olmalıyım” dedi. Anasının da rızasıyla, hem de toplu para alırım düşüncesiyle, yazgısı kendisine benzeyen Osman’la köye buzağı çobanı oldu. Her gün sabah köyden buzağıları alıyor, otlatıyor, akşam da geri getiriyordu. Buzağıları köye getirdiğinde değneğine bir kertik kertiyor, kertikler çoğaldıkça seviniyordu. Gün bitti, ay bitti, Hasan’ın yaşı da hayli ilerledi. Yaşı ilerledikçe ırgat olma özellikleri de gelişti. Zaten yapacağı başka bir şey de yoktu. Hasan yokluklara her gün yeni çareler arıyor, her gün güne yeni bir umutla başlıyordu. Çareyi anasıyla birlikte pamuk toplamada buldu. Ağaların tarlalarında her yaz pamuk topluyor, kışlık yiyeceğini temin ediyordu. Hasan sabahın alacakaranlığında başlıyor, akşam karanlığına kadar pamuk topluyordu anasıyla. Pamuk toplarken burnu yerde. Güneş tepesinde. “Çok kazanacağız. Demir tavında dövülür. Kaçanı kovalamalıydık. Kısmetimiz, kışlığımız bu tarlanın içinden çıkacak” diyordu anası.

Gündüzün sarı sıcakları yakar pişirirdi Hasan’ı. Kurutulmuş deri gibi olurdu. Onun için umursamaz olmuştu sarı sıcakları. Hele gecelerin derdi hiç çekilmezdi. Karanlık bastığında sivrisinekler çokuşurdu çadırlara. İri iri. İt gibi kaparlardı Hasanı. Vücudu cayır cayır yanardı. Ateşler çökerdi içine. Kaşın ha kaşın ederdi. Harman yerlerinden çuvalla saman taşırdı çadırın önlerine. Küçük tepe gibi yığardı. Samanı yakar tütsü verirdi sineklere. Eylül sonu gelince hışımları azalırdı sineklerin.

Suları fıçılarla gelirdi. Dört çadıra bir fıçı düşerdi. Yarına kadar yetmeliydi gelen su. Onun için damla damla kullanılırdı. Su nimetti. Gündüzün ısınır, özelliği yok olurdu sıcaktan. İçsen de kandırmazdı. Bir tas su için fıçının başında ne kavgalar olurdu.

Ekim ayında yağmurlar başlar. Çadırlar su tutmaz. Yiyecekler çadırla birlikte ıslanır. Kuru yer kalmaz çadırın içinde. Yattıkları yer vıcık vıcık olurdu çamurdan. Islak pamuklar toplanmaz. Mola verilir. Güneş olursa serilir, kurutulur ıslananlar. Banyo mu, yıkanma mı? İşte onu sormayın. İş bitinceye kadar su değmezdi sırtına. Kim düşünürdü banyoyu. Kim arardı sabunu.

O zaman bir batman pamuk toplama ücreti on beş kuruştu. Topladıkları pamukları ağanın adamları alır götürürdü. Hasan sokulamazdı topuzlu kantarın yanına. Kantar ne çekmiş bilemezdi. Kaç batman yazar giderlerdi soramazdı bile. İş bitince hesabı nasıl yapmışsa onu alırlardı. Anasının eline para sayıldığında “Bin bereket versin” derdi.

İş bitiminde köye dönüş bayram olurdu. O pamuk tarlasında yatmış, çoktandır köyünü görmemişti. İlk gece sevinçten uyku girmezdi gözlerine. Uyumak istemezdi. Köyünün köpeklerinin havlamasını, horozların ötmesini özlemişti. Köpeklerin sesleri yüreğindeki korkuları siler, güven dolardı içine.

Hasan; her gün, güne yeni bir umutla başlamasına rağmen dertleri ulandıkça ulanıyor. Evin geçimini temin etmek için yeni yeni çarelere başvuruyordu. Bir gün: Evin önündeki dik boynuzlu tosunu satayım, onun parasıyla bir eşek alayım, çerçilik yapayım diye düşündü. Bu karar köylerinden Kel Osman’ın kulağına üflenmişti. Kel Osman bir akşam eşeğiyle çıka geldi Hasanların evinin önüne. Eşeği bağladı kazığa. Teberik tosunu ipledi aldı götürdü. Ağzından Hasan’ın anasına “Hayırlı olsun Elif Garı” sözü çıktı. Hasan baka kaldı Kel Osman’ın arkasından.

Evin önüne bağlanan eşek Hasan’a yeni bir iş kapısı açtı. Köylerine üç saat uzaklıktaki Osmaniye’den portakal alacak, yeni aldığı eşekle köylerine getirip satacaktı. Böyle düşünüyordu. Teberik tosun da bu amaçla satılmıştı. Düşündüğünü uyguladı. O; portakal bitti, tavuk aldı. Tavuk bitti üzüm aldı sattı. Artık Çolaklardan Abdullah’ın oğlu çerçi Hasan’dı. Zamanına göre ticaret yapmayı da öğrenmişti ki; köylerindeki ilkokulun 4. sınıfı açıldı. Yıl 1940. Hasan Turan on altı yaşındaydı. Bıyıkları terlemişti. Okulun 4. sınıfı da bu yıl açılmıştı. Hasan yeniden öğrenci oldu. Hâlbuki okulun üçüncü sınıfını bitireli tam yedi yıl olmuştu. Okulun en büyük öğrencisiydi. “Yedi yılımı yel aldı, boşa gitti senelerim” diyordu. Hanya’yı Konya’yı anlamaya başladı. Yedi yıldır bunca eleklerden geçti. Hınçları yüreğinde domur tomur olmuştu. Ama o: Buna rağmen; “Bunca olumsuzluğun dağlarını aşacağım. Okuyacağım. Adam olacağım. Köylüden adam olmaz demişler hele bir olayım da görsünler” diye içi içini yiyor, okuyacağım, okuyacağım, okuyacağım diye feryat ediyordu. Hasan, 1941 yılında ilkokulu bitirdi. O artık Adana-Düziçi Köy Enstitüsüne gidecekti. Kararını vermiş, yeminini etmişti. Ama anasının gönlü yoktu. Zira evin erkeği, anasının, bacısının tek tutar dalı, tek güvencesiydi. Anası onun için “olur” diyemiyordu. Üstelik “Emdirdiğimi çimdirdiğimi de helâl etmem” diyor, göndermemek için direniyor, bacısı ise Hasan’ın gözüne bakıp bakıp boşalıyordu. İki gözü iki pınar. Damla damla akıtıyordu. Hasan’ın yüreğindeki olumsuz duygular yumak yumak oldu. “Düziçi neresi, nasıl giderim. Nereden giderim. Anamın bacımın boyunları bükük kalacak, erkek gölgesi düşmeyecek evimizin üstüne. Evin erkeğiyim, anamın güvencesiyim. Amma neye mal olursa olsun gitmeliyim” dedi. İçi sızlaya sızlaya gitmeliydi. O da öyle yaptı.

Adana’dan gelen Tımtıs Treni Mustafabeyli’de yeni durmaya başlamıştı. Durağa vardılar. Anası ve bacısı yanındaydı. Önce trenin dumanı göründü. Anası birden irkildi. İki kolunu Hasan’ın bedenine halat gibi doladı. Yüzü yüzünde. Gözyaşları Hasan’ın gözyaşlarına karıştı. Hasan bir an Yemen’e askere gittiğini düşündü. Anası ve bacısı Hasan’ın arkasından uğundular. Değirmen taşı gibi döndüler. Anasının uğunmasını trenin düdüğü biraz daha tahrik etti. Ama Hasan kararlıydı. Okuyacaktı. Kendine sözü vardı. Tren ağır ağır uzaklaştı. Tren gidiyor. Hasan geride bıraktığı anasını ve bacısını düşünüyor, hayaller kuruyor. “Mektepli olacağım, kravat bağlayacağım, güzel elbiseler giyeceğim, karnım doyacak” diyordu. Kendine verdiği sözü yerine getirmenin, kararını uygulamanın sevinciyle, anasından, bacısından ayrılışının acısıyla Köy Enstitülü oldu.

Enstitüye vardığında gün ikindiydi. Okulun avlusunda ayakları asker postallı öğrenciler geziniyor. Elbiseleri askerlerinki gibi boz kumaştan yapılmış. Öğrencilerin kılıkları gözünü tutmadı. Hökümetin öğrencisi efendi olmalıydı. Hani nerde bunların kravatları? Neden elbiseleri lacivert değil. Dışı böyle, içi nasıl acaba diye düşündü. Ayağı çarıklı, bacağı şalvarlı çocuklar gördü. Yeni oldukları hâllerinden belliydi. Necisiniz diyen olmamış, yurtlarından yabana düşmüş kuşlar gibi pel pel bakıyorlar, bekleşiyorlardı. Hasan da katıldı aralarına. Beklerken bir öğretmen geldi. Hepsini torladı topladı yukarıya çıkardı. Yukarıda kayıtları yapıldı. Artık Hasan resmen Düziçi Köy Enstitüsünün öğrencisiydi. Öğrenci başkanı yatacakları yeri gösterdi. Hasan 46’nolu ranzanın altında yatacaktı. Battaniye, yastık yüzü ve nevresimleri alarak yatağını hazırladı. Anasından ayrı yatacağı ilk gece. İçi buruk, yeni bir düzen kurmanın tasası var içinde. Nasıl olacak. Anasız bacısız ne yaparım buralarda dedi. Ama kendisine verdiği söz aklındaydı. Derken bir kampana çalındı. Hasan: Bu da ne ola ki dedi. Sordu soruşturdu. “Yemek kampanası” dediler. Hasan gidenleri takip etti. Gidenler koskoca bir yemekhaneye götürdü onu. Masalar sıra sıra. Bir masada on beş kişi. Yemekleri, tabakları, kaşıkları, ekmeği masalara dizenler de öğrenci. Hasan şaşırdı. Bunlar hizmetkâr mı, garson mu, öğrenci mi diye düşündü. Bu nasıl okul dedi. Yadırgadı. Sonra ikinci bir kampana daha vurdu. Öğrenciler kuşların yuvalarına döndüğü gibi koşarak dershanelere girdiler. Hasan bön bön baktı sağa sola. Mütalâa başkanı Hasanları da bir sınıfa aldı götürdü. Hasan, yemekten sonra çalan kampananın mütalâa saati, okuma saati olduğunu öğrendi. Sınıfta kimse kimseyi tanımıyordu. Başkan kitaplar dağıttı Hasanlara. Nöbetci öğretmen başlarında. Bilmediklerini öğretmene soracaklar. Sonra bir kampana daha. Bu sefer bütün öğrenciler yatakhanelere koşuştular. Hasan da peşlerinden. Öğrencilerin, havluları omuzlarında ayaklarını ellerini sabunla yıkıyor. Sonra yatakhanelere gidiyorlar. Hasan: Ne güzel. Ne güzel kural bu. Çok güzel eğitilmiş öğrenciler. Ben de en kısa zamanda bunlar gibi olacağım. Evet, ben de, ben de onlar gibi olacağım diye bağırmak geldi içinden.

Kısa zamanda okula uyum sağladı. Kıtlık döneminin yaşandığı en kötü zamanda bile okuldaki bütün zorlukları göğüsledi. Çalışıyor. Okuyor. Elinden kitap düşmüyordu. Kitaplar dostu, şiir yazmak arkadaşı oldu. Okuyor, okuyor, okuyordu. Çünkü iyi yazmanın okumadan geçeceğini biliyordu.

Okulda öğrenci sayısı binden fazlaydı. Hepsi de kendisi gibi köy çocuğu. Kaderleri müşterek geldikleri yer aynı. Hasan: Bin kişiyiz bin kardeşiz diye düşündü. Bin çocuklu bir aile olarak kabul etti enstitüyü. Akşamları iki katlı ranzalarda yatıyorlar. Döşekleri ottan, yorganları battaniye. Elbisesi askerlerinki gibi. Enstitüde bir hafta iş dersi, bir hafta kültür dersleri görülüyor. -A- şubeleri kültür dersi, -B- şubeleri iş dersleri yapıyor. Bu dersler dönüşümlü olarak uygulanıyordu. Hasan alışmıştı okula. Sabahları gün ışımadan yatakhaneden kalkıyor, öğretmenler nezaretinde millî oyunlar oynuyor, spor yapıyor, sonra sabah kahvaltısına. Kahvaltıdan sonra enstitünün çalışma plânına uyuyordu.

Okul idaresi, demir atölyesinde, marangoz atölyesinde, tuğla ocağında, taş ocağında çalışacakları önceden programlıyordu. Amaç herkes çalışacak, okuyacağı binayı kendisi yapacaktı. Türkiye’nin şartları böyle idi o zaman. Şartlar oldukça ağırdı. Ama Hasan çok mutlu ve de huzurluydu. Sinekten, sıcaktan, ağaların dırdırından kurtulmuştu. Ne iyi bir karar vermişim dedi. Kurallara uyuyor her denileni en iyi şekilde yerine getiriyordu. Ama maalesef kara kader orada da rahat bırakmadı Hasan’ı. Okulda yedinci ayını tamamlamıştı ki 23 Şubat 1942 günü anasından bir mektup aldı. Kime yazdırdı acaba diye düşündü. Sevine sevine açtı mektubu. “Biricik Hasan’ım” diye başlıyordu mektup. “Sen başını aldın gittin. Sen kurtuldun. Anan ne hâldedir. Haberin var mı ? Bacın Zeynep bir solukta uçtu gitti. Dişleri kitlendi. Öldü. Dün gömdüler. Onu gelin ettim kara toprağa. Ev ıpıssız oldu. Yanım yörem boşaldı. Örenlerde kalan baykuşa döndüm. Hasta düştüm yataktayım. Bir su verenim yok. Durma tez gel” diyordu. Hasan mektubu okuduktan sonra fundalıkların içine çekildi. Yüreği dolu dolu. Gözleri kaynayıp kaynayıp boşalıyor. Elleri şakaklarında. Düşünüyor. Ne yapacaktı. Ne yapmalıydı. Sonunda karar verdi. Okuldan kaçmalıydı. Duramam gayrı dedi. O gece hiç uyuyamadı Hasan. Uyku tutmadı. Uyursan uyanamam, gün ağarırsa da kaçamam. Okulun bekçisi var, inzibatı var. Kimseye görünmeden kaçmalıyım diye düşündü. Pencereden uzakları gözetledi. Şafağın sökmesini bekliyor. Fakat gece bir türlü bitmek bilmiyordu. Düldül dağından esen poyraz sertti. Yatakhanenin penceresine vurdukça ürkütüyordu Hasan’ı. Gözleri dışarıya mıhlandı. Uzaklara daldı. Sabrı tükendi. Hafif bir ağartı görse dışarıya fırlayacaktı. Yüreği alıp alıp verdi. Dayanacak gücü kalmamıştı. Haydi, Hasan beklemenin zamanı değil. Gün ışımadan düş yola dedi. Yatakhaneden ayrılarak karanlığa gömüldü. Neden sonra yatakhanenin arkasındaki çalılıklarda buldu kendini.

Şubat ayı karakışın hükmünü sürdürüyor, acı poyraz nefesini kesiyordu. Fundalıklar içindeki çalıların kökleri ayağına dolaşıyor. Deniz dalgası gibi inip inip kalkıyor. Karanlıkta yol alamıyor gözü görmüyor. Ya kurtlara kuşlara yem olursam diye düşündü. İçi ürperdi. Can bu, ne yapsın. Korkuyordu. Elinde değildi korkmamak. Gecenin karanlığında yol alamıyor, yağmur da çisem çisem yağıyordu. Bir türlü çıktığı tepeden aşağıya inemedi. Saati yoktu. Gecenin neresindeydi. Onu dahi bilmiyordu. Dönüp dönüp doğuya bakıyor. Gün ha ağardı, ha ağaracak diye bekliyordu. Güç belâ el yordamıyla çıktığı tepeden aşağıya indi. Düze indim dedi. Sevindi. Bu arada ortalık ağardı, yamaçtaki sisler ağır ağır kalkmaya başladı. Horozlar uyandı. Hasan: Sabah ola hayır ola dedi kendi kendine.

Yollar seçilmeye başlamıştı ki. Hasan Haruniye ile Hacılar arasındaki Deliçay’a ulaştı. Deliçay’ı yazın karıncalar bile geçer. Ama kış gelince delirir. Gavur Dağlarının kar sularıyla beslendikçe kabarır. Kabardıkça inim inim iniler. İçiniz ürperir akışından. Koca koca taşları, kütükleri katar önüne. Düziçi Ovasına basa basa ulaşır Ceyhan’a. Boşuna mı deli demişler.

Hasan Deliçay’a ulaştığında Deliçay’ın deliliği üstündeydi. Hışımınan akıyor, homurtusu ta uzaklardan duyuluyordu. Korktu. Kendimi vursam mı, vursam mı diye düşündü. İçi ikirciklendi. Ya süreklerse beni. Alır götürürse… Ölüm bile bulunmaz. Anam bekler durur yolumu. Gözleri yollarda kalır. Uçan kuştan haber sorar diye düşündü.

Anası Hasan’a çeşitli öğütler vermiş, o anasının öğütleriyle büyümüştü. “Korktuğunda salâvat getir yavrum” dediğini hatırladı. Böylesi zamanlarda salâvat getirilirmiş demek ki dedi. Pantolonunu, donunu çıkardı. Postallarını pantolonunun arasına sardı. Vurup öte yüze geçmeliyim. Salâvat getirdi. Vurdu kendini Deliçay’a. Kadere de teslim etti kendini. Giyecekleri ıslanmasın diye başının üstünde tutuyor, salâvat getire getire yürüyor. Ayakları sallanıyor, yıkılacak gibi oluyor. Akşam yeli yemiş kavak gibi ığralanıyordu. Suyun akışına kaptırdı kendisini. Sürüklenip gitti Hasan. Deliçay iyice delirmişti. Hasan’ı aldı götürdü. Su göbeğini aştı. Gözleri puslu puslu, donuk donuk oldu. Başı döndü. Yıkılırsam kalkamam dedi. Su göbeğini aştıkça içindeki korkular yoğunlaşıyor, içi ürperiyor, dizleri titriyordu. Düşersem kalkamam, kurtulamam diyor. Bütün gücüyle mücadele ediyordu. Artık umudu kesilmiş iyice derinlere inmiş, su gırtlağına gelip dayanmıştı. Salâvatların biri bin para. Tespih gibi çekiyor. Son soluğum salâvat olsun diyordu. Birden sendeledi. Eyvah gidiyorum. Kurtaran yok mu? Hâlbuki kurtaranın olmadığını kendisi de biliyordu. Artık salâvat da çekemiyor, konuşamıyordu. Dişleri kitlendi korkudan. Deliçay koca taşlar gibi önüne kattı Hasan’ı. Paldır küldür taa aşağılara sürükledi. Güç belâ kurtuldu Deliçay’ın gazabından. Sürüklendiği yere bakamadı bile. Bacakları yürümedi. Kar suyu katılaştırdı bacaklarını. Mosmor oldu bacaklar. İki kuru dikeçti sanki. Sır sır sızladı bacakları. Dayan dedi Hasan. Dayanmalısın. Yarbayı’na iki saatlik yolun kaldı. Nasıl olsa Deliçay’da ölmedin. Öldürmeyen Allah öldürmez. Kurtulduğu için bildiği bütün duaları okudu içinden.

Gavur Dağlarının doruklarından güneşin ucu görünmüştü. Kuzeyden esen yel bulutları param parça etti. Böldü dağıttı bulutları. Dalına güneş değdi. Isındıkça bacakları açılıyor. Açıldıkça hızla yol alıyor. Karacaören köyüne ulaştığında Yarbaşı İstasyonu göründü. Çok yaklaşmıştı. Hasan: Gözün gördüğü yer uzak olmaz, işesem ulaşır diye düşündü. Yarbaşı İstasyonuna vardığında gün kuşluk olmuştu. Kimsecikler yoktu istasyonda. Her taraf ıpıssızdı. Bekleme salonuna dar attı kendini. Bitmişti, tükenmişti. Yığıla kaldı. Rahat yeri bulunca uyuyası geldi. Deliçay’dan kurtulduğu geldi aklına. Kurtulmasaydım şimdi hangi taşın kovuğunda olacaktım. Deliçay’dan kurtulmak için çalıştığım gibi çabalamalıyım. Anama ulaşmalıyım diye düşündü. Ortalıkta derde derman için kimse yoktu. Sessizliği karşı odadan çıkan istasyon memurunun ayak sesleri bozdu. Memura Mustafabeyli’ye gidecek treni sordu. Memur “17 00 de” dedi. Hasan acıkmıştı. Karnı gurluyor, ezim ezim eziliyordu. Dinlenince açlığı aklına geldi. Dünden beri hiçbir şey yememişti. Burcu burcu bir ekmek kokusu geldi burnuna. Ekmeği kim yitirdi de ben bulayım. Memlekette ekmek karneyinen. Bana kim bir parça verir ki. Ekmek aslanın ağzında değil götünde.

Gün tepeye dikilmişti. Derinden bir ezan sesi duydu. Öğle oldu dedi. Deliçay’da çektiği salâvatlar geldi aklına. Trenin gelmesine daha çok var. Nasıl beklerim o zamana kadar. Ya inzibatlar gelirse. Okulun başkanı Yarbaşı İstasyonunda yakalarsa. Beni anama göndermezler. Alırlar götürürler gerisin geriye. Deliçay’ı geçtiğim de boşa gider.

Kararını verdi. Buradan en kısa zamanda uzaklaşmalıyım. Bundan sonraki Mamure İstasyonu’ndan binmeliyim. Onun içinde tren Mamure’ye varmadan önce ben varmalıyım.

Tren yolunu takip ederek yürümeye başladı. Ormanların içinde raylara basa basa yürüyordu. Yollar ıssız. İncin top oynuyor. Hasan dolana dolana gidiyor. Kuşların kanat sesi bile ürkütüyordu. Hasan bir an: At kendini şu uçurumdan aşağıya. İmin timin bellisiz olsun. Ne umarsın böyle hayattan. Buralarda sen ne ararsın. Gücün mü yeter feleğe. Felek çarkını senden yana döndürür mü? Bahtının yıldızını değiştirir mi. Ne umarsın bacından, bacın ölüyor acından. Yazgı bu. Hem de kara yazgı. Bir kişinin yazdığı değil birkaç kişinin yazdığı yazgı bu. Değiştiremezsin diye düşünüyor hem de dolana dolana gidiyor. Bulacağım istasyonu. Tren varmadan ulaşacağım oraya diye kurgular kurdu. “Yol yürümekle biter” demişler. Ama bu yollar bitmek bilmiyor. Postalları sığmaz oldu ayağına. Sıkıyordu. Hem de mengene gibi. Hasan ya sabır dedi. Az kaldı maraz kaldı. Ova görünmeye başladı. Postalları aldı eline tabana kuvvet dedi.

Dik yamaçların yokuşu azalmış inişe geçmişti. İnişin bitiminde çamlar azaldı. Çukurova göründü gözüne. Kış ayında bile yeşillere bürünmüştü koca ova. Sanki yeşil bir denizdi. Hasan ovaya yaklaştıkça sevindi. Yalnızlığını unuttu. Korkuları azaldı. Bir pınarın başına oturdu. Pınar anasının gözleri gibi kaynıyordu. İmrendi nazlı nazlı akışına. Su içmek geldi içinden. Açlık susuzluğa vurmuştu. Ovanın yeli ılık ılık esiyordu. Düldül Dağının poyrazı arkadaki dağların ardında kaldı. Hasan iklimin değiştiğini hisseti. Bacaklarını çemredi upuzun uzattı çeşmenin başına. Pınarın dibindeki koca çama yaslandı. Koca çama: Mübarek ağaç elimi hangi dala attıysam kırıldı. Şimdi de sana yaslandım. Sakın ola sen de başıma yıkılmayasın diyecek oldu. Sonra: Sen Elif Anamı bilmezsin koca çam. Onun gözü senin pınarın gibidir. Kaynadıkça kaynar. Sen bilmezsin onun gözünü. Senin anan var mı ki. Yollarına gözyaşı döksün. Emdirdiğimi çimdirdiğimi helâl etmem desin. Ben onların sevgisiyle buradayım. Senin de Elif Anan olsaydı, sen de benim gibi yapmaz mıydın? Söyle? Yapmaz mıydın? Seni ben onların sayesinde tanıdım. Yarın ben de senin gibi olacağım. Dal budak salıp gölgemle aydınlatacağım karanlıkları. Karanlıklar tozlu yol olacaklar önümde. Belki de piknik yapmaya geleceğim dibine. Karım, çocuklarım olacak. Belki de beni kıskanacaksın. Benim, çam dibinde, Karaçay’ın kenarında piknik yapan çocukları kıskandığım gibi dedi. Çocukluğu geldi hatırına. Anıları sökün etti yürüdü Hasan’ın üstüne. Kim bilir: Böylesi çam ağaçlarının altında tuzu kurular ne haşmetli piknikler yaptılar. Neler yediler. Kavurmalar, kebaplar. Daha neler neler. Boynu kalın beylerin, güzel hanımların konakladığı yerler buralar diye düşündü. Düşünürken birden irkildi. Vücudu keçeleşti. Göz kapakları ağırlaştı. Esnedi. Uyuyası geldi. Uyusa kalkamayacağını biliyordu.

Karşıdaki çam ağacına kanatlarını çırpa çırpa iki kuş kondu. Dalın ucuna oturdu ikisi de. Dikkat kesildi Hasan. Düşüncelerine su serpti kuşlar. Kanat çırpışları pervane gibiydi. Yanak yanağa oldular. Gagaları birleşiverdi. Göğüsleri inip inip kalkıyor. Sevişiyorlardı. İkisinin de tüyleri kabardı. Çırpındılar. Sonra gözlerini yumdular. Kanatları indi. Telaşları durdu. Sakinleştiler. Uyur gibi yukarıdakinin boynu öbürün göksüne düşüverdi. İrice olan ötekinin tüylerini ağırdan ağırdan gagasıyla okşuyor, diğeri bundan büyük bir haz duyuyordu. Küçük bir yumak oldular. Fırtına dindi. Sevgi gösterisi başladı. Kabarık tüylü olan kanatlarını oynattı. Yanındaki de boynunu yukarıya uzattı. Derin bir uykudan uyanır gibiydiler. Kanatlarını çırpa çırpa yükseldiler. Bulutlara doğru kayıp gittiler. Hasan’ın yüreğine ılık ılık bir şeyler aktı. Kuşlar da biliyordu sevişmesini. Gözlerini ayıramadı onlardan. Arkasından bakakaldı. Gözden kayboluncaya kadar takip etti onları. Güle güle nazlı kuşlar. Hep böyle olun. Sevin sevişin. Sevmek varken öldürmek niye. Bencil duygularınız için boğuşmayın. Doğa enikonu. Sana da yeter ona da. Cümle kuşlara da. Unutmayın söylediklerimi. Sevmek varken dövmek niye dövüşmek niye  diye haykırdı kuşların arkasından.

Kuşlar yeniden güç verdi. Kuvvet verdi. Hasan kendine geldi. Rahatladı. Rahatladıkça da açlığını hatırladı. Bir an önce köyüne ulaşmak istedi. Ya sabır dedi. Yeniden düştü yola. Gün inerken Mamure İstasyonuna ulaştı. Kimsecikler yoktu. Kanepenin üstüne uzandı. Dalıverdi gözleri. Az da olsa uyudu. Gözlerini açtığında hava kararmaya başlamış, lâmbalar yanmıştı. İstasyona üç kişi geldi. İkisi kadın. Hasan’ın karşısındaki kanepeye oturdular. Oturanlar tamda lâmbanın altındaydı. Azıklarını önlerine serdiler. Bazlamanın üstüne bir şeyler sürüp yiyorlardı. Hasan’ın ağzı sulandı. İçi gıcıklandı. Elbisesinden utandığı için isteyemedi. Karşılarında ki duvara yaslandı. Onlar yiyor, Hasan yutkunuyor. Lokmalar kendi midesine iniyormuş gibi zevk aldı. “Göz doyarsa karın doyar demişler”. Ama dedikleri gibi olmadı. Onlar doydular. Hasan doymadı.

Ağlayası geldi içinden. Duyguları fokur fokur kaynadı içinde. Nedenler niçinler, nasıllar çengel çengel oldu yüreğinde. Duyguları kördüğüm gibi birbirine dolandı. Kim çözmeli bu düğümleri. Babası neden küçük yaşta bırakıp gitmişti Hasan’ı. Sağ olsaydı ne vardı. Arkası olsaydı. Emmisi, dayısı, abisi. Yıldızı her taraftan parlasaydı. Anasının bahtına bir varlıklı çıksa olmaz mıydı. Ağaların zürriyeti olsaydı olmaz mıydı, Demek takdiri ilâhi dedikleri buydu dedi kendi kendine.

Tren geliyor dediler. Düdüğü duyuldu. Tünelden çıktı. Başı göründü. Homurdana homurdana geliyor. Nefes nefese. Tıs tıs ede ede. Geldi durdu. Sanki Hasan’dan daha fazla yorgundu. Onun için tıslıyordu. Hasan bazlama dürümü yiyenlerle birlikte bindi trene. Yan yana oturdular. Hareket memurunun düdüğüyle tren pufladı. Mustafabeyli’ye varması için arada Osmaniye ve Toprakkale vardı. Yolun çoğunu yaya yürümüştü. Bileti yoktu. Biletçiye ne derim diye düşündü. İndirirse ne yaparım. Anama nasıl giderim. Hâllerim nice olur diyordu ki… Kompartımanın kapısına tık tık vurarak “bilet” dedi kondüktör. Pusası geldi Hasan’ın. Koltukların altına girebilsem diye düşündü. Ama zaman yoktu. Pussa da göreceklerdi. “Bilet” dedi görevli. Hasan: Ne diyorsun der gibi baktı görevlinin gözünün içine. Param olmadığı için bilet alamadığımı anlasın dedi. Ama nafile. Hani nerde öyle adam. Leb demeden leblebiyi anlayacak.

Görevli,

–Bilet bilet.

Hasan içini çekti.

–Alamadım

Görevli dik dik baktı Hasan’ın gözlerine.

–İlerde Osmaniye var orada ineceksin.

Hasan kader ters gidiyor, biri bitmeden biri başlıyor. Bu nedir Allah’ım. Osmaniye de indirirse nasıl giderim köye. Bu gece de yol gitmem gerek. Nasıl çekerim onca zahmeti. Nasıl dayanırım onca açlığa. Buna can mı dayanır. Bu bacaklar köye kadar beni taşır mı. Nasıl gecelerim buralarda. Gene mi salâvat getirsem. Yalvarsam yakarsam adama. Durumu anlatsam diye düşündü. İçinden bir “yok” sesi yükseldi. “Sen öğretmen olacaksın. Çocuklar öğretmenim diyecek sana. Yeni nesiller yetiştireceksin. Karanlıklar seninle aydınlığa kavuşacak. Işık olacaksın kuş uçmaz kervan gitmez köylere.” Bunları düşündü. Niyet etti söylemeye. Ama bir türlü dili varmadı. Beş param yok diyemedi biletçiye.

Tren Osmaniye’ye geldiğinde Hasan çaresiz inecekti. Ama biletçi bir daha uğramadı. Hasan, bu vartayı atlatmıştı. Tren Osmaniye’den hareket etti. Hızını aldı hızla ilerliyor. Toprakkale’ye doğru yaklaşıyordu. İstasyona vardığında biletçi gene yoktu. Toprakkale’den de hareket edince korkusu kalmadı. Trenden atacak değildi ya Hasan’ı. Sevindi Hasan. Gayrı korkum kalmadı dedi. Tren köyüne yaklaştıkça anasının kokusunu duyar gibi oldu. Anam uyudu mu, uyanık mı diye düşündü. Heyecandan dermansız dizleri titremeye başladı. Yaklaştıkça haz geldi içine. Anasının kokusu doldu yüreklerine. Hasan köyüne gece karanlığında indi. Evlerde lâmbalar daha sönmemişti. Lâmbalar ateş böceğinin kanatları gibi pır pır ediyordu. Köye yaklaştıkça it seslerini duydu. Üren itleri sesinden tanıdı. Bu Hacı Mehmet Ağanın iti. Kalın kalın havlıyor. Uzun uzun uluyor. Ağa itleri ürüşünden belli olur. Kostak kostak yürür. Yatışları farklıdır. Başları dik, saldırgan, yavuz olur ağa iti. Kemirdiği kemik yediği yal farklı olur. Sesleri de ondan kalın çıkar. Ne de olsa ağa iti. Fukara itleri sahipleri gibidir. Ürkektir. Oşt dedin mi hemen kaçarlar. İş olsun diye ürerler. Sessizdirler. Karınları içine yapışıktır. Zavallıdır. Görünce acırsınız onlara diye düşünüyordu.

Bu düşüncelerle köyüne ulaştı. Evlerinin avlusuna girdiğinde anasının camızı gördü onu. Camız dik dik baktı Hasan’a. Bu da kim ola der gibi baktı. Hasan: Beni camız unutmamış dedi. Anası korkmasın diye üç kere öksürdü. Öksürmeyle birlikte kapının sürgüsü gıcırdadı. Anasıyla kucaklaştılar. Nasıl da ağlıyordu. Güz ayvası gibi kokladı oğlunu. Hasan açım dedi anasına. Anası iki yumurta kırdı. Bazlamayla koydu önüne. Dün akşamdan beri hiçbir şey yememişti. Karnı doydu. Midesi bayram etti Hasan’ın. Bu bayram başka bayramdı. O bayramı Hasanla birlikte yaşamak gerekirdi.

Ana oğul baş başa. Nefeslerini koklaya koklaya dertleştiler. Bacısının nasıl öldüğünü anlattı anası. İki gözü iki çeşme. Yüreği kaynayan pınarlar gibi dolup dolup taştı. Geceyi bir solukta bitirdiler. Horozlar ötmeye başladı. Hasan: Bacımın gelin olmasına şurada ne kalmıştı ki. Okulum bitince telli duvaklı gelin olacaktı. Ben ve Zeynep anamın iki kanadıydık. Kanadının biri kırıldı. Tek kanatlı kuş uçabilir mi. Elbette uçamazdı. Beş yaşında ekin tarlalarında başak toplamıştık ona. Üç yaşında tarlalarda ot gölgelerinde yatırmıştık onu. Genç kız olmuştu. Olmuştu amma… Başka genç kızlar gibi süslenemedi. Süslenemeden, muradına eremeden, Azrail aldı götürdü onu. Kara toprağa gark etti. Gelinlik giyemeden kefen sarıldı. Ölüsünü bile göremedim dedi. Gözlerinden siyim siyim indi yaşlar. Acıyla anasını kucakladı. Ana oğul sarmaş dolaş ağlaştılar.

Sabah olmuş güneş bir adam boyu yükselmişti. Anası bulgur çorbası pişirdi Hasan’a. Çorbaya inek yağını dökünce cazzz etti. Hoş bir koku yayıldı evin içine. Hasan bu kokuyu çok özlemişti. Çalakaşık bitiriverdiler çorbayı. Hamdüsenalar ettiler Tanrıya.  Anası “Unumuz bitiyor oğul. Gayri nederik. Ekmek karneyle. Para olsa buğday alırız. Elimizde bir tek camız var. Onu satalım da buğday alalım” dedi. Belli ki anası buğday almak için camızı gözden çıkartmıştı. Hasan da çaresiz satmalıyız dedi. Ama buğday yoktu alasın. Kimde olduğu da belli değildi. İnsanlar değişmişti. Anası kime başını vurmuşsa eli boş döndü gittiği kapılardan. “Kıyametin alameti bunlar” diye söylendi.

Hacı Mehmet’in karısı; “Akşam Hacı gelsin de bir daha ağzına ip ölçeyim. Yarın gene gel” demişti. Son umuduydu. Umutla döndü eve. Umut pınarından teselli suyu içti. “Hele bir sabah olsun. Yarın cumadır. Mübarek gündür. Bir kapıyı kapatan Allah başka bir kapı açar zahir” dedi.

Anası cuma günü akşam tekrar gitti Hacı Mehmet’in evine. Hasan evde bekliyordu. Gideli hayli olmuştu. Zaman uzadıkça uzuyor ama anası bir türlü dönmüyordu. Ya yok derse Hacı Memmet. Umut kapısı tümden kapanırsa yüzümüze. Aç it fırın yıkar. Biz de bir fırın mı yıkalım” diye düşündü. Lahâvle çekerek sabırlı olmalıyım dedi.

Anası geç döndü Hacı Mehmet’in evinden. Dudakları titriyor, korkmuş gibi soluk soluğa. Titrek dudaklarla: “Buğdayın yeri zordaymış. Gece karanlığında oğlu getirecekmiş. Camızı dört teneke buğdayla değiştim” dedi.

Gözleri dolu dolu hışımla yerinden kalktı. Kollarını kaldırdı havaya: “Yarabbi. Nasıl ederim. Nere giderim. Ayransız ağartısız olmaz. Hemi de o benim kocamın teberiği. Nasıl veririm evin önündeki camızı. Kocamın kemiklerini sızlatamam” dediyse de sonunda Hacı Mehmet’in dediği oldu. Dört teneke buğdayla değiştiler camızı. Hacı Mehmet’in oğlu gece karanlığında getirdi buğdayı. “Kimseye söylemeyin. Dilinizi sıkı tutun. Sır saklamasını bilin” diye tembih etti. “Camızı yarın götürürüm” diyerek ayrıldı.

Gün ışımadan anası oturmuş, camızı son kez sağıyordu. Hasan anasının yanına vardı. Camızın sırtını sıvazladı. Camız boynunu Hasan’a çevirdi. Durgun durgun baktı. Anası elindeki süt tasını duvarın üstüne koydu. Yanaklarını okşadı. Gözünden öptü. “Gara gızım helâl et hakkını son sütünü sağdım. Misafirsin gayrı. Bundan kelli Hacı Memmed’in ahırına bağlanacaksın. Hacı Memmed’in gelini dutacak memelerini. Ak sütün onların tasına akacak. Bizim gapıda umduğunu bulamadın. Arpa yoktu veremedim. Bolca yemleyemedim. Önüne türlü türlü yiyecekler goyamadım. Gayrı ağa kapısına gidiyorsun. Samanın ince, yarman bol olur. Yerin ılık, suyun sıcak olur. Bir yediğini bir daha yemezsin. Ağanın camızı oldum diye bizi unutmayasın. Arkanı unutma gara gızım” diyor ağladıkça boşalıyor, boşaldıkça da doluyordu. Anası çaresizlik ağıtları söylüyor, ağıtlarıyla da uğurluyordu Kara Kızını. Gidiş o gidişti. Artık ağa camızı oldu Kara Kız.

Buğdayı un ettiler. Anası: “Başak zamanına kadar bu buğday yeter bize. Un bitmeden de çapa mevsimi başlar. Çapaya gider yeniden alırız camızı. Bir kapıyı kapatan Allah bir kapıyı açarmış. İmanımıza şüphe düşmesin” dedi.

Gün günü kovaladı. Mevsim bahara döndü. Bahar yağmurları çisem çisem yağmaya başladı. Cemre toprağa düşmüş, yılanlar, çıyanlar uyanmış, tarlaları ot basmıştı. Ortalıkta ırgat karaborsaydı. Ağaların adamları ırgat istiyordu. Hasan anasıyla birlikte günlüğü 60 kuruşa ot kazmaya başladı. Hasan’ın çalışkanlığı dürüstlüğü ağaların dikkatini çekti. Elci başı yaptılar. Hasan artık ağaların elci başısıydı. Ağalara ırgat temin ediyor, çift yevmiye alıyordu. Ağaların Hasan Efendisi olmuştu. Otlar bastırdıkça ağalar kesenin ağzını açıyor. Ot yevmiyeleri her gün biraz daha artıyordu. Irgat karaborsa. Hasan kim fazla verirse ırgatları oraya götürüyor. Onun için ırgatlar Hasan’dan çok memnun. Kılıç ırgatlardan yana şakıyor. Amma ağalar öfkeli. Her gün kahvede esip yağıp gürlüyorlar. “Bu işin sonu pek hayır değil” diyor Topal Yusuf.

Topal Yusuf kahvede sandalyeye ters oturmuş, elinde tespih. Çay içiyor. Ortalığı karıştıracağı oturuşundan belli. Fırsat kolluyor. Sessiz bir anı yakalamak için eftikleniyordu. Daha fazla dayanamadı. Döktü zehrini: “Duydunuz mu” diye başladı söze: “Hele şu piçin ettiğine bakın. Kökü nerde otu nerde. Yabanın veledini bağrımıza bastık çiyan çıktı. Akrep oldu bizi sokuyor. Darende’den getirdik başımıza belâ ettik. Garip itin guyruğu apışının arasında olmalı. Besledik gargayı gözümüzü oyacak. El on laf etse sen bir diyeceksin. O da sıran gelirse. Ulan sen zurnanın son deliğisin. El akıl verir de para vermez. Bilmiyorsan öğren. Enüstüde sana bunları öğretmediler mi?” dedi.

Kahvede sinek uçsa duyulacak. Sert Ahmet bozdu sessizliği. “Topal doğru söylüyor. Bu veledin gözü açıldı. Onun gözünü enüstü açtı. Sığırcık yavrusu şahan oldu başımıza. Irgatları azdırıyor. Arının deliğini bizzikliyor. Uyuyan yılanı uyandırıyor piç. Günler bir tutam. Bu zamanda bu kadar ırgat yevmiyesi nerede görülmüş ulan. Hangi kitap yazmış. Yoksa bunları senin enüstü kitabında mı yazılı hınzır. Ulan bu kadar yevmiye nerede? Kimde? Malımın ortağı mısın? Eski köye yeni adet ha. Irgatların sesi soluğu çıkmıyordu. Bu velet elci başı oldu. İşler karıştı. Irgatı bizzikliyor. Yoksa adamların ağzında dili yok. Daha ne işler açacak başımıza enüstülü. Durun hele. Size söylüyorum, duyduk duymadık demeyin. Irgat yerinden yekinirse bir daha durduramazsınız. Vakitlice çaresine bakın bu işin. Yılanın başını güccüğüken ezin. Hakını avucuna gatın. Defedin köyden gitsin piç” dedi.

Durdu Memmet kimin tekeri dönerse onun arabasına biner. Kimin defi iyi çalarsa onun önünde oynar, kılıcı keskin olanın tekerine taş koymaz. Ağaların yalcısı. “Çama çıksam çarığım kalır. Otu çekin köküne bakın” diye başladı sözüne. Maksadı Sert Ahmet’in gözüne girmekti. “Bu veledi siz sardınız başımıza. Adam yoktu sanki elci olacak. Köyde adam mı kırılmıştı. Bunu getirdiniz elci başı yaptınız. Siz dilkiye tavuğu güttürürseniz sonuç böyle olur. Kendi düşen ağlamaz. Ettiğinizi çekiyorsunuz. Ne yapsa yeridir. Şimdi çaresine bakın. Ben o zaman da demiştim. Buna mukayıt olun. Bir gün sizin başınıza bir çorap örer. İşte dediğim gibi de oldu. Haydi bakalım bakın çaresine” diye fişşikledi ağaları.

Topal Yusuf: “Her dert dermanıyla birlikte gelir. Maraklanmayın. Derdi veren dermanını da verecektir helbet. Köpeksiz köy buldu piç, eli değneksiz geziyor. Çaresine bakılır helbet” diyerek bitirdi sözlerini.

Hasan’ın anası yadsı namazına kılıyor, Hasan da çardakta yatıyordu. Ala uyur, ala uyanık. Mustafa Emminin ayak seslerine gözlerini açtı. Uykulu gözlerini öfeledi.

Mustafa emmi: “Kimse yok mu? Elif Garı neredesiniz.” Elif Karı namazını bozmadı.

Hasan atıldı. Buyur Mustafa Emmi. “Beri gel hele yiyenim” dedi Mustafa Emmi.

–Buyur emmi. Noldu, ne var?

–Oğlum sabahınan ırgadın başına varmayasın. Kahvede laf ettiler. Bekçilere tembihlediler. Dövecekler seni. Irgat köyden dışarı çıkmayacak, yevmiyelerin artmasına sebebiyet verilmeyecek. Bunun nedeni senmişsin. Öyle diyor ağalar. Ayağını denk alasın. Şeytan şerrinden uzak ol. Sakın sabahınan ırgadın başına varma. Benden söylemesi dedi. Gecenin karanlığında kayboldu Mustafa Emmi.

Elif Garı selâm verdi, duasını yaptı.

–Noldu Hasan? Noldu guzum? Mustafa Emmi hayır için gelmiştir inşallah.

Hasan;

–Heç de hayır değil ana diyerek Mustafa Emminin dediklerini bir bir anlattı. Hasan anlattıkça Elif Garının yüreğine korkular, kuşkular çöktü. Uyur gibi uyanık gibi süzüldü. Yutkundu bir şeyler demek istedi. Sonra vazgeçti. Ellerin açtı. “İlahi Yarabbi sana sığındık. Sensin Rahim sensin Kerim. Gör bizleri. Elimiz, obamız yok. Elin ellerinde garibik. Gaba ağacın gürlemesi dalıyla olur. Kimimiz kimsemiz yok. Dalımız budağımız yok ki gürleyek. Kime diyek derdimizi. Kime diyelim halımızı. Bir türlü dirlik düzen tutamadık. Ayrık otu gibi kökümüz yok ki kestikçe yeniden çıksın. Budandıkça yeniden göversin. Elimde bir tek çitilim galdı. Görüyorsun Allah’ım” dedi kapandı. İki gözü iki çeşme.

Hasan:

–Giderim dedi.

Anası:

–Etme guzum fururlar seni. Ganadını golunu gırarlar. Kimsemiz yok ki bizi gorusun. Ettikleri yanlarına galır. Gel kötüsünü düşünme. Ulu sözü dut. Uyma elin gavuruna. İyi kötü bir ekmek yiyoruz şurdan. Gıtganaat garnımız doyuyor. Govarlarsa nereye gederik. Nerede akşamlarık. Kör şeytana lânet et guzum. Allah Gafurdur. Kimseyi darda goymaz. Yoktan var eden Allah, helbet buna da bir çare bulur. Onca yeri göğü yaradan bize bir ekmeği çok mu görecek. Açlıktan kim ölmüş ki biz ölelim. Allah böyüktür. Gönülleri hoş eder. Elbet bizim de gönlümüz hoş olur bir gün. Eteğindeki daşı dök. Ata sözü dut dedi.

Hasan:

–Gideceğim. Söz verdim. Sözümü yiyemem. Tükürdüğünü yuttu derler. Allah’a bir can borcum var. Onu da bunlar alacaksa alsın. Sabah ırgat tarlaya dökülmeli. Şurada ne galdı. Çoğu gitti zaten. Para gazanmalıyız. Yoksa goca gış nasıl baş edilir. Selin önünden kütüğümüzü gapmalıyık. Hakkımızı gorumalıyık. Yoksa yarın yine başımıza tünerler. Dizgini bir kaçırdık mı bir daha zaptedemeyiz. Demir tavında dövülmeli dedi.

Uzandı yatağa. Amma gözleri kapanmıyor. Bir türlü uyku tutmuyordu. Doluya koydu almadı. Boşa koydu dolmadı. Duyguları karmakarışık. Öte döndü beri döndü. Zalim yastık diken oldu yüzüne. Horozlar öttü. Gün ışıdı. Tükürdüğümü yalamam. Sözümde durmalıyım. Söz verdim ırgatlara. Söz bir Allah bir. Sözümde durmazsam gancık demezler mi. Ulan sen nasıl adamsın. Bu kadar adam sana güvendi yola çıktı. Sen bizi yarı yolda nasıl bırakırsın. Arın namısın yok mu senin demezler mi. Elbette derler. Öyleyse ırgatları tarlaya götürmeliyim. Adam gibi adam olup sözümde durmalıyım dedi.

Hasan bunları kurgularken hoca “Allah’ı ekber” dedi. Çil horoz dut ağacından indi. “Gıd gıd” diyerek tavukları çağırdı. Tavuklar horozun başına üşüştüler. Anası da çardaktan indi. İbriği eline aldı. Damın arakasına dolandı. Sonra abdestini aldı. Hem elini kuruluyor, hem de gözünü Hasan’dan ayırmıyordu. Hasan postallarını giydi. Evden çıkmak üzere hazırlığını yaptı. Amma… Anası dikildi karşısına.

Boşuna çabalama bırakmam seni. Ayağına köstek olur gene salmam seni. Daha bacıyın ataşı yüreğimde kor gibi. Bir ataş da sen mi salacaksın yüreğime. Senin ataşın öldürür beni. Bana kıyma Hasan’ım, acılara gark etme beni. Eğildi Hasan’ın postalını öpecek. İki kolunu urgan gibi doladı Hasan’ın beline. Emdirdiğimi çimdirdiğimi helâl etmem sana. Seni reddederim evlatlıktan. Acı bana diye yalvardı anası.

Hasan avludaki direğe sekilendi. Parmaklarını doladı saçlarına. İsyan duyguları kabardı. Kabardı kabardı yükseldi havaya.

Vay anası avradını… Ulan garipsek bunların gıçlarını mı yalamak gerek. Elim obam, dayım emmim, gardaşlarım olsaydı, arkalı olsaydım bana bunu yapabilirler miydi? Onların yedi ceddine ferman okurdum vallahi. Büğelek tutmuş gibi önüme gatar govalardım onları. Gık diyemezlerdi alimallah. Söz verdim. Sözümü yuttum hı. Yalattılar tükürdüğümü. Şimdi ne yapacağım. İyi kötü bir işimiz vardı. Bir düzenin temelini atacaktık ki felek yine yâr olmadı. Teker patladı. Felek gölge etti, kanat germedi üstümüze. Şimdi ne yapacağım. Anamı da işe çağırmıyorlar. Değirmenin suyu kesildi. Sert Amet ‘İt gapıda zabın gerek’ demiş. Zabın olmalıymışız onlara. Gıçlarını yalayıp yalayıp ne diyecekler diye gözlerinin içine bakmalıymışız. Fukaranın boynu eğri durmalıymış. Bu çöplükte başka horoz öttürmem demiş Sert Amet.

Hasan’ın horozu ötmedi. Zabın da olmadı amma… amması da boş kendi de. İş yok, güç yok. İşçilerin gündeliğinin 75 kuruşa çıkması için verdiği mücadele boşa gitti. Kaş yapayım derken gözden oldu. Keskin sirke küpüne zarar verdi. Hak ve adaletin peşinden ayağına demir çarık giyip koştu. Amma yetişemedi. Hasan’ın elciliğine bir çarpı çekildi. Efendiliği de ırgatlığı da sona erdi. Üstelik hiç kimse de yevmiyeye götürmüyordu. Artık köyün sığırını gütmekten başka yapacak bir iş kalmadı dedi. Köyün sığırlarını gütsem acaba ağalar engeller mi. Engellemezlerse sığırları güder, hem de toplu para alırım. Toplu para bereketli olur diye düşündü. Zaten o konuda deneyimi de vardı. Daha önce köyün buzağılarını gütmüştü. Anası da bu düşüncesine heye dedi. Sığır başına 175 beş kuruş almak üzere altı aylığına pazarlık yapıldı. Kaderi kendisiyle eş olan Esat’la sığır çobanı oldular köye.

Köyün sığırları sabah meydanda toplanıyor. Hasan’la Esat alıp götürüyor onları meraya. Akşam da getiriyorlar. Yemekleri her gün bir evden geliyor. Günler aylara döndü. Haziran geldi çattı. Ayın ortasında köy bekçisi askere alınacakların isimlerini açıkladı. Kader arkadaşı Esat’ın da askere gideceklerin içinde adı okundu. Bir hafta geçtikten sonra Esat askere alındı. Hasan’ın yanına da Kel Veli’yi verdiler. Kel Veli’yi gözü tutmasa da kesim günü dolmamıştı. Ben Kel Veliyle bunu sürdüremem. Bundan çoban olmaz diyemedi. Verdiği sözü yemedi. Kel Veliyle işe devam etti. Zaman Temmuz ayının sonlarına yaklaşmıştı.

Hasan’ın elciliğinin bitmişti. Buna rağmen ortalığı bulandırdığı için, ağlar sürekli diş biliyor, baş kaldırışının cezasını vermek istiyorlardı. Onun için de sürekli kolluyorlar, bir pundunu getirip Hasan’ı dövmek için sebep arıyorlar, sığırların etrafa zarar vermesini bekliyorlardı. Zaten Topal Yusuf da: “Derdi veren Allah dermanını da verir” dememiş miydi. Topal Yusuf’un başlattığı hareket amacına ulaştı.

Mısır tarlasında karnını doyuran camızlar kendilerini çeltik arkına atmaya başladılar. Suyun içinde pofur pofur ediyorlar. Gün onlara bayram oldu. Keyifleri yerine geldi. Suyun içinde debelene debelene keyif çatıyorlar. Üstelik arada bir de dönüp Hasan’ın elindeki değneğe bakıyorlar. Aslında camızlar yaptıklarının farkın da. Yattıkları yer Muslu’nun çeltik arkı. Camızlar arkı yıktılar. Hasan Kör Muslu bize iyi demez. Fitil fitil getirir burnumuzdan. Gölgesi ağırdır Kör Muslu’nun. Onun için hışmı da büyük olur. Arkın yıkıldığından haberi olursa, anamın papucunu elime verir diye içinden geçirdi. Hasan bunları düşünürken karşıdan iki abalı göründü. Hasan gelenlerin abalarından Maraşlı olduklarını bildi. Ellerinde kürekleri. Arkın sakaları bunlar. Çeltik tarlalarını suluyorlar. Ağırdan ağırdan yaklaştılar Hasan’a. Maraş’tan buraya çalışmak için gelmişler. Aslında onlar da Garipler. Kör Muslu’nun işçileri. Hasan: Ne de çabuk ağaların itleri olmuş bunlar diye düşündü.

Hasan’dan ekmek istediler. Hasan eğildi çalıların dibine azık çaputunu arıyordu. Beline inen kürek sapının acısıyla neye uğradığını şaşırdı. Nefesi kesildi. Abalıların vurduğunu anlayamadı. Cin çarptı sandı. Yere düştüğünün farkında bile değildi. Abalılar vurdukça vurdular Hasan’a. Acımasızca vurdular. “Eşek sudan gelinceye kadar” dövdüler.

Hasan ayıktığında gün aşmış, hava kararmıştı. Vücudunun kaskatı kesildiğini ayağa kalkınca anladı. Kel Veli’nin imi timi yok. Sığırlar çoktan köye varmıştı. Tarlalara akşamın serinliği çökmüş, yel ılgıt ılgıt esiyor. Tibililer akşam serinliğini fırsat bilmiş kumda beleniyorlar. Hasan ayaklarını sürüye sürüye köye ulaşmaya çalışıyor. Böğründe acı acı batmalar. Zor nefes alıyor. Keklik gibi seken Hasan, çoturum olmuş yürüyemiyor. Şimdi Hızır gibi biri yetişir diye düşünse de ne gelen var, ne de giden. Köy hayli uzak.

Hasan gecenin karanlığında eve ulaştı. Yâdsı ezanı okunuyordu. Anasının vukuattan haberi yoktu. Sürüne sürüne avluya girdi. Ana bile diyemeden yığılıverdi dut ağcının dibine. Anası şaşkına döndü. Namazı unuttu. Hasan’ın yüzüne pel pel baktı. Kucakladı bağrına bastı .“Noldu sana guzum. Kim etti bunu. Hangi eli gırılasıca bu hâle getirdi guzum” dedi kapandı üstüne. Önce hastalandı zannetti. Olanları duydukça ağıtı farklılaştı. Yatağına yatırdı. Üstünü soydu. Anadan üryandı Hasan. Gaz lâmbasını getirdi. Kürek saplarının yerine bakıyor. Hasan’ın vücudu mosmor. Kaskatı. Vücut dik durmuyor. İki yanına yastıklar yığdı. “Bu yazı nasıl yazı. Eli gırılsın yazanın. Şeytan şerrinden yırtık yakamız bir araya gelmedi. Dutdu bırakmıyor yakamızı” deyip deyip ağlıyor. İnançlarını dişleye dişleye yiyordu. “Ağasının da uşağının da… Küreğinin de yüreğin de içine….” dedi.

Vukuat komşular tarafından da duyulmuştu. Hasan gilin evine koşuştular. Anası: “Hani emmi, hani dayı, Yağlı gurşunlar yağaydı Kör Muslu’nun evine” diyor, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Komşular bir türlü susturamadı Elif Garıyı. Hanife Ananın gözleri dolu dolu oldu. “Şimdi giderim gayfiye, ulan sizler ne biçim erkeksiniz. Hepiniz soğan erkeğimi oldunuz. Avrat mı oldunuz lan. Hani nerde cenderme, nerede hökümet. Nerede mıktar. Hepiniz bir gaçacak delik buldunuz. İnlere mi dıkıldınız gorkunuzdan. Köyün güccücek çobanını ağaların itleri dalasın mı. Köyün arını namısını sıfıra indirdiniz. Beş paralık ettiniz. Tüh sizin yüzünüze. Siz de erkeğim diyorsunuz hı”. Senem Nene “Dosdoğru söyledin Hanife. Hökümetin dalı var budağı var. Ganadı var golu var. Acık da buraya uzatsa elini de gırsa şu pezevenklerin golunu. Ulan elin Maraşlısı buralara kadar gelecek, köyünüzün hergelecisini eşşek sudan gelinceye kadar dövecek. Sizler de avrat gibi oturacaksınız gayfede. Al kızı ver papazı. Yazıklar olsun hepinize. Erkekliğinize yazıklar olsun. Erkeğim diye gezmen gayri buralarda. Şikaat edin Muslu gavurunu hökümete de, alsın götürsün itlerini” diye çekişti.

Kel Veli olanları kahvede anlatmış. Samırdanmalar başlamış. “Birisi sığırların yaptıkları zararı kim karşılayacak hııı. Hadi bakalım söylen. Bunun zararını, ziyanını çobanlar versin” demiş. Cin Ahmet herslenmiş olup bitenlere. “Ulan ben demedim mi. Yabanın iti sürüyü gurda yedirir. Bu velet azdı. Mukayıt olun. Bizim köyü it gondu etmen. Elin yabanı gelip hep bizim köye gonuyor. Yaban itlerinin gonalgası mı bura. Haberiniz olsun. Varlı vakıtlı çaresine bakın demedim mi. Haydi demedi deyin” diye esmiş yağmış kahvede.

Cin Ahmet’in dediklerine de Mustafa Emmi huylanmış. “Bire Amet sünnet olmamışsın ki acısını bilesin. Aç yatmamışsın ki garnıyın gurlamasını duyasın. Göbelek gibi bitmiş, göbelik gibi de garın böyütmüşsün. Allah’ın gazabı var. Vallahi kimini indirir kimini bindirir. Ne oldum deme. Ekmeksiz aş, ağrısız baş olmaz demişler. Mal da Allah’ın mülk de Allah’ın. Elin yetimlerinden ne istiyorsunuz? Buğuz bağlatma yetime yazıktır. Kimi kimsesi yok diye bu kadar da üstüne düşülmez ki. İnsan elini vicdanına koyar konuşur”.

Köşker Hanefi. “Valla bana söz düşmez amma. Hepimiz düşek yola. Dayanak hökümetin gapısına. Arz edek Muslu’nun itlerin yaptıklarını.”

Sarhoş Dursun: “Eyi Yasin okudun köşker. Aha gettik hökümete. Hökümet kulağını vermez ki bize. Bir çoban için hökümetin işi gücü yok da buraya kadar gelecek. Kör Muslu’nun abalılarına: Ulan gelin bakalım. Niye kürekle dövdünüz elin yetimini. Nasıl döversiniz deyip de torlayıp toplayıp götürecek mi sanıyorsunuz. Dinime imanıma gılı gıpırdamaz hökümetin. İşte bunu Sarhoş Dursun söylediydi deyin. Bizim köyün ağalarından birinin itine oşt deyin de bakın bakalım neler oluyor. Vay yavrum vay. Alimallah yer yerinden oynar. Zararın tümüne sebep Kör Muslu’nun itleri. Aha da çeltik tarlaları. Yiğit olan benimle gelsin. Çeltiği hep beraber biçek elinden alak. Satak zararları ödeyek. Fukara çocuk canından oldu. Heç onun hâlini soran yok. Ne yiyecekler, ne içecekler. Anasının eli böğründe galmış. Geçmiş olsun diyen hani. Avrat gibi oturmuş gonuşuyorsunuz. Tıngır elek tıngır saç sizinkisi. Ağa bir biz bin gişiyik. El mi yaman beğ mi yaman. Gösterek gendine. Köyün çobanını dövmek nasıl olurmuş görsün. Anam avradım olsun hak için kellemi veririm. Ulan pilavdan dönenin gaşşığı gırılsın. Yazık değil mi elin garibine. Anasının tek çitili. Öldürseydiniz bari pezevenkler” diye almış vermiş Sarhoş Dursun.

Herkes esti yağdı amma… Ne arayan oldu ne de soran. Pisliğin üstüne kül attılar. Kokusu çıkmadı. Hasan’ın yediği dayak yanına kâr kaldı. Hasan algın çıktı. Para yok ki doktora gitsin. Anası Hanife Nenenin urasasını uyguladı. Gövdesini yeni yüzülmüş bir koyun derisine sardılar. Deri ılık ılık yapıştı vücuduna. Şişliği alır dediler. Daha çabuk etki etsin diye sıkı sıkıya sardılar deriyi. Bir hafta kalacak dediler. Hem de Temmuz ayının haşmetli sıcaklarında. Hasan: Bu acıya dayanmak için sabır gerek diye bağırıyordu. Sinekler oğul çıkaran arılar gibi. Anası sinekler konmasın diye açık yerlere sirke sürüyor. Yazmasını batırıp batırıp konan yerleri ıslatıyor. Sirke sürüldükçe serinliyor Hasan’ın vücudu. Üstelik de kurt atmıyor sinekler. Sirke değen yere karasinekler kurt atmazmış. Keşke sinek ilaçları o yıllarda bulunmuş olsaydı.

Hasan deriyi sarılalı üç gün olmuştu. Deri kurudukça sıktı Hasan’ın vücudunu. Üstelik de pis pis kokuyordu. Gelenler “Buna can mı dayanır anam. Allah çabuk kurtarsın” diyorlardı.

Derinin içinden çıktığı gün çok sevindi Hasan. Hah dedi. “Deri bir çocuk doğurdu.” Anası sabunlu suyla her tarafını güzelce bir yıkadı. Gene de Hasan, derisi derisi kokuyordu. Etleri yumuşacık olmuştu. Hemen yürüyeceğini sandı. Ama ayak da dahi duramadı. Dengesini sağlayamıyor, yıkılıp kalıyordu dizlerinin üstüne. Ayaklarla vücut uyum sağlamadı. Yeniden düştü yatağa. Hasan günlerce yattı. Hem de tek başına. Anası çapaya gidiyor. Hasan hasta evde tek başına. Buna can mı dayanırdı. Ama öldürmeyen Allah öldürmedi.

Köyde çapa işi bitmişti. Anası her gün yanındaydı. Hasan, anası yanında oldukça kendisini daha güçlü hissediyor, dertlerini unutuyordu. Artık iyileşeceğine inanmıştı. Gündüzleri anası koluna giriyor avluda dolaştırıyor. Yürüme temrinleri yaptırıyordu. Ayakları yürümeyi unutmuştu. Her temrinde biraz daha açılıyordu ayakları. Ayakları açıldıkça anası çocuklar gibi seviniyordu. Karnındaki şişlikler de inmeye başladı.

Hasan düne göre daha iyi. Anası koluna girmeden ihtiyaçlarını görmeye başladı. Artık kahveye gitme zamanı da gelmişti. Yüzünü görmek istemediği adamlar olsa da zarf kâğıt alacak, okul müdürüne mektup yazacak, yeniden okuyacaktı. Ne pahasına olursa olsun bu kararımı uygulamalıyım dedi. Dediğini yaptı. Yürümeye başladıktan sonra ilk işi kahveye gitmek oldu. Selâmlaştılar kahvedekilerle. Köylüler geçmiş olsun dilekleriyle gönül almaya çalıştı.

Muhtarla kâtip Hasan’ın karşısındaki masada oturuyorlardı. Muhtar Hasan’ı çağırdı. Yanındakine takdim etti. Başından geçenleri anlattı. Muhtar gönül alıyor, hem de nasihat ediyor. “Bak Hasan, çoban güttüğü gadar hak alır. Köylü hakkını vermeli. Sende bilirsin ki gul hakkı yenmez. Elin attığı daş uzun gider. Olanları unutmalısın. Olan oldu bir kere. Sabırlı ol. Çok şükür canın sağ. Gaderin önüne geçilmez. Sabır umudun anahtarıdır. Vakdı gelince açamıyacağı gapı yoktur.”

Muhtar konuşuyor Hasan da başını sallıyor. Kâtip de “Muhtar çok doğru söylüyor” diyerek onaylıyordu. Hasan müsaade isteyerek ayrıldı. Zarf kâğıt ve kalem alarak okul müdürüne mektup yazmaya başladı. Olanları bitenleri bir bir anlattı. Pişman oldum. Beni geri alın okula. Bir daha asla yapmayacağım, inanmalısınız diyerek mektubunu bitirdi. Zarfın ağzını yapıştırdı. İlçeye varınca postaya vermek üzere kâtibe verdi.

Ana oğul sonucu merakla beklemeye başladılar. Ne cevap gelecek. Gelir mi gelmez mi. Günler hayalleriyle süslendi. Anasıyla geleceğe dair hülyalar kurdu. Hasan öğretmen olacak. Köye döndüğünde anası kurban kesecek. Mevlit okutacak. Anası başını salladı: “Hökümet adamı olmak ne demek. Ünü şanı olur hökümet adamının. Baş köşeye oturur. Sen gonuşursun cümlesi dinler” dedi. Hasan’la anası her akşam. Hayalle yatıp, umutla kalkıyorlar. Olsa diyorlar. Olsa… olsa… Olsalarla avunuyorlar. Geceler olsalarla yâri oluyor Hasan’ın. “Umut fakirin ekmeği”. Deyip deyip umut ekmeği yiyorlar. İkindiye kadar kasabadan gelecek mektubu bekliyorlardı. Derken beklenen mektup geldi. Düziçi Köy Enstitüsü Müdürü Hasan’a gönderdiği mektubu kendi elleriyle yazmıştı. Özel mektup. Özene bezene yazılmış. Hasan içi ürpere ürpere açtı. Elleri titredi açarken. Yüreği pır pır etti. Yüreği kanatlı bir kuş oldu mektubu okurken. Deliçay geldi aklına. Köpük köpük olan Deliçay ılık ılık aktı içine. Mamure yolları uzadı gözlerinde. Dal ucunda alaca kuşlar ötüştü. Koca çama yaslandı. Pınarların şırıltısını hissetti yüreğinde. Karşısında bazlama yiyenleri düşündü. Yeniden ağzı sulandı.

Hasan: Okuldan kaydım silinmemiş. Müdürüm tez dönmelisin diyor. Şiirlerimi pek sevmişler. İnci gibiymiş yazım. Zeki çocukmuşum. Öğretmen olmalıymışım. Benim gibilere ülkemizin ihtiyacı varmış. Bunların hepsini müdürü yazmıştı. Mektubun sonunda Hasan’ın gözlerinden öpüyordu müdürü. Hasan sevinçten uçacaktı. Nasıl sevinmezdi. Okul müdürü özel mektup yazmış, hem de ‘gözlerinden öperim’ diye bitirmişti. Kör Muslu’ya, Topal Yusuf,a Cin Amet’e, Durdu’ya, Dursun’a mektup yazar mı müdürüm. Onlar kim ki mektup yazsın. Topal Yusuf ne bilsin şiiri, ne bilsin mektubu dedi.

Hasan muradına ermiş, beklediği cevap gelmişti. Okul müdürü Hasan’ı yeniden kabul etti. Dünyalar Hasan’ın oldu. Artık anası da okumasını istiyordu. “Git” dedi. “Saçımı süpürge eder seni harçlıksız goymam. Hırkamı satar okuturum”. Hazırlıklar yapıldı. Hasan’ın torbası hazırlandı. Anası yumurta kaynattı. Bazlama yaptı, dürüp azığına koydu. Hasan yarın sabah kuşluk treniyle gidecek. Anasından gene kopacaktı. Uyuyamıyordu. Anasıyla ağız ağıza verdiler. Birbirinin nefeslerini kokladılar. Ana oğul birlikte geçirdikleri son gecenin sabahını bekliyorlardı.

–Horozlar bu gün erken uyandı dedi Hasan.

Anası “get” dedi. Gözlerini dikti oğluna. Durgunlaştı. Konuşurken dudakları titriyor. İçinden ağlıyor. Gözyaşlarını içine akıtıyordu.

–Yalnızlık Allah’a mahsus. Taş basarım yüreğime. Sabır diye tespih çekerim sabaha kadar. Uf demem dedi. Güç verdi Hasan’a.

Hasan beş yıl okuyacaktı. Nasıl tükenir ki beş yıl. Kaç ay, kaç gün, kaç mevsim eder. Anamın ömrü yeter mi. Bacım Zeynep gibi bir solukta o da kara toprağın kucağına düşerse diye karamsar duyguları yumak yumak oldu içinde. Sardı beynini.  Yeniden garip kalacak anam. Garip duygular Yunus’un dizelerini hatırlattı ona: ‘Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar’, “Anam da böyle olursa öldüğünü üç gün sonra duyarım.

Duyguları fırtına gibi esti yüreğinde. Hırçın deniz dalgası gibi dövdü beynini. Yüreği suyun yüzünde bilyeler gibi inip inip kalktı. Karman çorman oldu. Çözemedi yüreğindeki düğümleri. Bu gece başka gece dedi. Geldiğinde anasını görememe korkusu kediler gibi tırmaladı içini.

Hasan sabah gidecekti. Horozların ötüşüyle ana oğul uyandılar. Anasının

ağzını bıçak açmıyordu. Kuru yavan çarpıştırarak kahvaltı yaptılar. Anası sürekli oğluna bakıyordu. Sanki gözün karnı vardı da doyacaktı. “Varır varmaz mektup sal” dedi. Gün kuşluk olmuştu.

Anası; “Kara tren yoldadır kalk gidelim” dedi. Ağır ağır tren durağına vardılar. Durakta kimsecikler yoktu. Ancak kara trenin dumanı görünmüştü. Kucaklaştılar. Hasan anasının elini öptü. Anasının gözyaşları içine akıyor, bakışları gittikçe donuklaşıyordu. Hasan son bir kez ana dedi. Gerisini getiremedi. Kara tren aldı götürdü Hasan’ı. Anası korkuluk gibi dikele kaldı durakta. Gözden kayboluncaya kadar baktı trenin ardından. Tren yılan gibi kıvrılıyor, hızla uzaklaştırıyordu Hasan’ı. Ayrılık ise pıynar közü gibi çöktü yüreğine. Ayrılık üstüne türküler mırıldandı içinden. “Ayrılık ateşten bir ok. Ölümünen ayrılığı tartmışlar / Elli gram ağır gelmiş ayrılık”. Gerçekten de öyle dedi Hasan. Duygularını dağıtmak için pencereden uzakları seyretti. Kader dedi. Yazgı dedi. Ayrılık dedi. Ama içindeki duyguları bastıramadı . Buğulu gözlerini dikti havaya. Feleği aradı gökyüzünde. Onu bir bulabilsem. Bir karşıma alsam. Döksem içimi. Bakalım benden ne istiyormuş. Belki insafa gelir de bundan sonra bana kol kanat gerer diye düşündü. Sonra da: Adam sende. İsterse kol kanat germesin. Beni yerden yere vursa ne çıkar. Nem kaldı bu dünyada. Bacım Zeynep gitti. Babam gitti. Camız gitti. Anamdan başka nem kaldı ki. Neyimi alacak. Bir kuru canım, bir de dertli anam var. Ne verdi ki. Ne sarı saçlı yârim oldu. Ne karakaşlı sevgilim. Dikili bir ağacım yok. Hükümet kapısında bir iş, ağa kapısından bir aş mı verdi. Ölümlerden döndüm. Yok, yoka karıştı zaten. Nem var ki nem alacaksın diyerek felekle çekişti. Gelmiş geçmiş bütün sıkıntılarını Nem’lacak felek benim diyerek dile getirdi. 1945 yılında dile getirdiği bu dizeler züğürtlüğünde payitahtı oldu.

Bir giyimlik şal mı verdin
Bir tutacak dal mı verdin
Tükenmeyen mal mı verdin
Nem’alacak felek benim

Hasan feleğe böyle dedi. Bu dizeleri Hasan Turan’ın da temelini attı. Düşünceleri karmakarışıktı. Karışık düşüncelerle Toprakkale, Osmaniye, Mamure istasyonlarını geçerek Yarbaşı’ya ulaştı. İstasyonda indi. Düziçi Köy Enstitüsünün bulunduğu Haruniye’ye kadar yürüdü. Okula ulaştığında gün ikindi olmuştu. Hasan her şeye rağmen yeniden okullu olmanın sevincini yaşıyordu. Okulda gerekli işlemler tamamlanıp okul elbisesini giydiğinde sevinçten uçacaktı.

Günler ayları, aylar günleri kovaladı. Hasan hem okuyor, okulun taş ocaklarında çalışıyor, hem de şiirler yazıyor. Yazdığı şiirleri hafta sonu programlarında okuyordu. Şiirleri arkadaşlarının, öğretmenlerinin dikkatini çekti. Herkes tarafından tanınmasına, sevilmesine vesile oldu. Edebiyat öğretmeninin Hasan’la özel olarak ilgilenmesini sağladı.

Hasan’ın okuldaki güzel günleri pek uzun sürmedi. Köydeki yediği dayak yeniden yataklara düşürdü. Dilli dilli öten Hasan’ın dili tutuldu. Dermanı, takati kesildi. Yemiyor içmiyordu. Revirde yatarken ziyaretine gelen arkadaşlarına: Bu yataktan ölüm çıkacak diyordu.

22 Eylül 1942 gününün sabahı ziyarete gelen arkadaşları devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün okullarını ziyarete geleceğini söylediler. Haber doğruydu. Ertesi gün okulun havası değişmiş, hazırlıklar başlamıştı. Hasan’ın beyninde kurguları çatal çataldı. Beyninin içi dopdoluydu. Ne olacağım sorusu beynini sürekli meşgul ediyordu. Bu düşüncelerle ne kadar uyumuştu bilmiyordu. Uyanıverdi. Gözleri isli lambaya takıldı. İçinde duyguları domur domurdu. İsli lâmbayı yanına aldı. Düşündüklerini duraksamadan yazmaya başladı. Dizeler ardı ardına sıralanıverdi. Bu dizelerini İsmet Paşanın gelişine adamıştı. Geliyor diye başladı mısraları.

Tükenmeyen dertlerim içimi eziyordu
Gözlerim Ankara’nın yolunda geziyordu
Biriken hayalleri hakikatle örseydim
Özlemlerim birikti yüzünü bir görseydim

İçimizde inanç var güvenle coşuyoruz
Gösterdiğin hedefe ok gibi koşuyoruz
Bozkırı yaprak yaprak yeşille öreceğiz
Biz özlenen cenneti vatanda göreceğiz

Şu yağız çehrelerden her damla dökülen ter
Bizi insan içinde insan etmeğe yeter
Yürüyoruz ışığa bilim teknik diyerek
Bozkırların üstünde ışıl ışıl köy gerek

Çorak toprakları biz terle yoğuracağız
Dağları bağ yaparak yeni köy kuracağız
Açık alnımızda nur şafakların alıdır
Yanık toprak yıkık köy dimdik canlanmalıdır

diyerek hece hece sıraladı dizeleri. Sabahleyin edebiyat öğretmenine verdi. Hem öğretmeni, hem de müdürü çok beğendiler şiirini. “Cumhurbaşkanına okuyacaksın” dediler.

1943 yılının 23 Eylül sabahıydı. Okul bayraklarla donatıldı. Avludaki dut ağaçlarının altına sandalyeler, masalar dizildi. Hoparlörler kuruldu. Tüm okul düzlüğe indi. Geliş yoluna öğrenciler sağlı sollu dizildiler. Karşılama Yarbaşı’ndan başlayacak. Karacaören, Çamiçi, Yeniköy, Haruniye. Tüm ova köyleri karşılamada hazır ve nazır. Davullar zurnalar. Her tarafta bayram var. Belki de yörenin en görkemli bayramlarından biri.

Hasan koca konağın üçüncü katından yola bakıyor. Yolun kenarında yüzlerce insan, tespih gibi dizilmişler. İsmet Paşayı bekliyor. Geriden ufacık ufacık görünüyorlar. Kafile ta uzaktan göründü. Tozlar bulut bulut yükseliyor gökyüzüne. Geliyorlar. Hasan’ın gözleri uzaklara mıhlandı. Ayıramıyor. Arabalar geliyorlar. Yol sarıldı. Bekleşenler durduruyorlar konvoyu.

Saat 14’te cumhurbaşkanı, yanındakiler enstitü bahçesine girdiler. İsmet Paşa hazırlanan yerde davetlilerle birlikte yerini aldı. Mahşeri bir kalabalık. Yöre kurulduğundan bu yana böyle bir kalabalık görmemişti. Ayranlar içildi. Davullar zurnalar çalıyor, okulun halk oyunları ekibi kelebekler gibi uçuşuyor. Davulun tokmağı heybetli. Oyunlar hareketli. Zurnalar coşkulu. Davetliler alabildiğine heyecanlı. Yüzleri gülüyor konukların. Güldükçe gülleri yarılıyor. Herkes pür neşe. Adana Valisi Akif İyidoğan Tonguç Babanın yanında. Tonguç Baba koca gövdesiyle heykel gibi dimdik. Gözleri ışıl ışıl. Mutlu, neşeli. Paşalar sıra sıra. Oyunculardan çıkan “haydi efeler” sesleri çınlatıyor etrafı. Yeniden yeşerecek köylerin neferleri bunlar. İsmet Paşa “Köy Enstitülerinin başarılarını ömrüm oldukça yakından izleyeceğim” demişti. İşte şimdi içinde yaşıyor. Başarılarını canlı olarak seyrediyor. Gülüyor. Gülümsüyor. Çok neşeli İsmet Paşa.

Oyuncular gösterisini bitirdikten sonra konukları selâmlayarak yerlerine çekildi. Bir kız öğrenci cumhurbaşkanına hoş geldin buketini sundu. Sonra bir başka öğrenci konuştu. Sıra Hasan’a geldi. Hasan hastaydı. Bütün gücünü topladı. Canını dişine taktı. İnönü’ye adadığı şiirini içinden geldiği gibi okudu. Cumhurbaşkanı Hasan’ı yanına çağırdı. Elini uzattı. Kutladı. Hasan da elini öptü. İsmet Paşa Hasan’ın elinden şiiri aldı. Bir de kendisi okudu. Her dörtlükten sonra müdürle, arkadaki iri yapılı adamla konuşuyor, bir şeyler söylüyordu. Hasan karşıda. İsmet Paşa’ya gözünü dikmiş. Hiç ayırmıyor. Bütün hareketlerini kontrol ediyor. İsmet Paşanın dönüp dönüp konuştuğu iri yapılı adamla edebiyat öğretmeni Hasan’ın yanına geldi. İri yapılı adam elinden tuttu. “Gel çocuğum” dedi. Birlikte revire gittiler. Hasan soyundu. İri yapılı adam iri elleriyle Hasan’ı muayene etti. Bu adam doktordu. Hem de Cumhurbaşkanlığının Baş Hekimi Prof. Dr. Zeki Hakkı Pamir’di. Muayene ederken Hasan’a;

–Hasan Behçet Kemal’i tanır mısın?

Hasan Behçet Kemal’i hiç görmemişti.

–Kendini tanımam, hiç de görmedim. Ama “Erciyes’ten Kopan Çığ” adlı kitabını okudum.

–Onun şiirlerinden etkilenmişsin. Senin şiirinde onun kokusu var. Çalışmalarını bırakmazsan sen de onun gibi olursun.

Hasan, Onların kökleri güçlü. Benim gibi kıraç toprakların kulu mu? Felek onlara yürü demiş. Onların fincandaki falları bile abbak. Benim ki gibi kara mı? Onlar koca şehirlerin, ulu şehirlerin çocuğu. Felekle yıldızları barışık. Anaları hanım, babaları bey. Benim karayakalı anamdan gayrı kimim var ? diye geçirdi içinden.

Pamir Bey;

–Sen hastasın çocuğum. Ben seni tedavi edeceğim. Onun için de Ankara’ya götüreceğim. Benimle gelir misin?

Hasan nasıl sevindi.

–Elbette gelirim. Başkenti görürüm. Hastalıktan kurtulurum. Yeniden dünyaya gelmiş gibi olurum.

Hasan: Bunları Hızır gönderdi. Karanlık dünyama yeni bir yıldız doğdu. Parlak mı parlak diye düşündü. O zamana kadar hiç büyük şehir görmemişti. Tek gördüğü Adana’ydı. Hasta haneye gitmeseydi onu da göremeyecekti. Denizin yakın olmasına rağmen onu bile ilkokul dördüncü sınıfta gördü. Aklına güzel duygular, beynine sevinçler yüklendi birden. Onca çile çektiysek de, Nem’alacak felek benim dediysek de durduk durduk turnayı gözünden vuracağız gayrı dedi. Umutlandı. Gürledi, hava yağmasa da gürlemeye başladı. O bile yeter. Düşünmesi dahi mutlu ediyordu Hasan’ı. Aydınlıklar, umutlar ışıdı birden. Tek tek ışıdı. Gülleri yarıldı sevinçten.

Konuklar yavaş yavaş kalktılar gidiyorlar. Arabaları karşıda. Merdivenleri ağır ağır indiler. Arabaya yürüyorlar. Bir telaştır başladı. Okulun çevresi dopdolu insan. Cumhurbaşkanı uğurlanıyor.

Hasan’ı istediler. Hasan edebiyat öğretmeni ile birlikte arabalara güçlükle yaklaştı. Öndeki arabanın kapısı açıldı. İçindeki Tonguç Baba idi. “Gel Hasan,” dedi. Hasan, Tonguç Babanın arabasına bindi. Hareket ettiler. Koca konağın arkasına dolandı. Kıvrıla kıvrıla, ağır ağır indi araba. Düze ulaştıktan sonra hızla Yarbaşı’na doğru yol aldı. Hasan uçuyorum sandı. Başı döndü. Böylesi arabaya ilk defa biniyordu. İki buçuk saatlik yol göz açıp kapayıncaya kadar bitti. Artık Yarbaşı İstasyonundaydılar.

Beyaz Tren istasyonda bekliyordu. Cumhurbaşkanının özel treniydi bu. Adıyla sanıyla ünlenen “Beyaz Tren”. Konukların hepsi trene bindi. Artık bundan sonraki yolculuk “Beyaz Tren”le yapılacaktı.

İsmet Paşayı uğurlamaya gelenler istasyonu doldurmuş. Çor çocuk, kız kızan, cümle âlem. Hepsi trenin hareket etmesini bekliyor. İsmet Paşa pencere den onları selâmlıyor. Gülerek el sallıyor.

Hasan gördüklerine inanamıyordu. Hayal mi, rüya mı? Kendisi de bilemiyordu. Tren gece karanlığında Adana’ya girdi. Bu sefer de karşılamaya gelenler doldurmuştu istasyonu. İstasyon kalabalık. Trenin istasyona girmesiyle ortalık hareketlendi. İsmet Paşa karşılamaya gelenleri selâmlıyor. Geceyi Adana’da geçirecekler. Hasan da trende yatacaktı. Tonguç Baba söyledi bunları Hasan’a. Herkes trenden indi. Vagonlar boşaldı. Görevliler Hasan’ı yemek salonuna götürdü. Çeşit çeşit yemekler serildi sofraya. Adını bilmediği yemekler. Bunları Enstitüde de yememişti. Peri Padişahın sofrası sandı. Yemekten sonra yatacağı yere döndü. Odada yalnızdı. Uyumalıyım dedi. Upuzun kadifelerin üstüne boylu boyunca uzandı. Kendisini padişah zannediyordu. Bir tek cariyelerim eksik dedi. İstasyonda kimsecikler yok. Birkaç polis devriye geziyordu. Anasını düşündü Hasan. Anam bu gün ne yedi? Uyudu mu ki? Belki şimdi kaçıncı uykuda? Rüya görüyordur. Belki de beni Hızır Aleyselamla birlikte görmüştür. Eğer böyle rüya gördüyse sabah bunu kime yordurur acaba? Oğlum büyük adam olacak diye umutlanır mı? diye düşündü.

Sabahleyin Adana’dan ayrılacaktı İsmet Paşanın konvoyu. İstasyon yolcu edenlerle doldu taştı. Vali, belediye başkanı, müdürler herkes. Düdük çalındı. Kapılar kapandı. Beyaz Tren hareket etti. Arkadan sallanan eller, şapkalar, mendiller, alkışlar geride kaldı. Tren hızını aldı. Öttürdü düdüğünü. Son sürat gidiyor. Hasan kompartımanda Tonguç Baba ile birlikte. Tonguç Baba Hasan’a, köyünü, anasını, babasını, memleketini soruyor. Hasan’ı daha yakından tanımak istiyor. Hasan soruları utangaç utangaç cevaplıyor. Başından geçenleri anlatıyor. Tonguç Baba ilgiyle dinliyor. Tren, Toros Dağlarının tünellerini kurşun gibi delip delip geçiyor. Dağların başı dumanlı. İki taraf ulu çamlarla kaplı. Başları göğe uzanmış. Tren yeşil bir denizde yüzüyor sanki. Hasan da kürek çekiyor. Derin vadiler, Besili çamlar. Vagonlar çamları geçtikçe kuşların kanatları gibi pır pır ediyor. Kompartıman Hasan’ın anasının beşiği gibi. Tekerler “tıkıdık tıkıdık” ölçülü sesler çıkarıyor. Sesler makinistin düdüğüyle bozuluyor. Hasan her düdükte Ankara’ya ulaştığını sanıyor.

Tren bu düdüğünü çok uzun öttürdü. Evet, bu sefer Ankara’ya gelmişlerdi. Hasan trenden Pamir Beyle birlikte indi. Pamir Bey babası gibi kolluyor Hasan’ı. İnenler gitti. Hasan Pamir Beyin arabasına bindi. Pamir Bey,

–Ankara’yı gördün mü?

–Nerden görecektim? Hiç görmedim.

Araba rampada yılan gibi kayıyor. Pamir Bey,

–Karşıya bak. Parlak ışıkların olduğu yer Çankaya. Cumhurbaşkanının köşkü. Oraya çıkacağız.

Pamir Bey ve Hasan köşke ulaştı. Kapıdan bahçeye girdiler. Askerler selâma durdu. Pamir Bey Hasan’ı konuk evine götürdü. Güzel giysili insanlar hep buraya toplanmış dedi Hasan. Her taraf ışıl ışıl parlıyor. Parlak ışıklar. Bastığı yerler pırıl pırıl. Yağ dök yala. Buraya hiç karanlık çökmüyor. Çok görkemli salon. Hasan’ın başı döndü. Hiç böylesine ihtişamlı bir yer görmemişti. Pamir Bey Hasan’ı konuk evine yerleştirdi. Kendisi de gitti.

Hasan akşam yemeğini Cumhurbaşkanlığının konuk evinde yedi. Anasının pişirdiği bulgura, bulamaca alışmış, sofrada bu kadar çok yemek görmemişti. Sanki düğün yemeğiydi. İç pilav, ayva kompostosunu ilk defa o akşam tanıdı. Karnı doyduktan sonra salonda çay içti. Çay içerken oturduğu koltuk yumuşacıktı. Kalkası gelmedi. Bana Allah’ın bir lütfü dedi. Şükür etti.

Bütün görevliler Hasan’la ilgileniyor, bir dediğini iki etmiyorlardı. Oradakiler merakla Hasan’ı izliyor. Sorular soruyorlar. Kim olduğunu, ne için geldiğini öğrenmek istiyorlardı. Hasan dilinin döndüğünce cevaplıyor. Başından geçenleri bir bir anlatıyordu. Tertemiz, yüzleri güleç, hatır naz insanlar. Hep Hasan konuşsun istiyorlardı. Hasan hemen alıştı onlara. Konuk evinde el bebek gül bebek. Rüyasında bile görmemişti. Köydeki ağalarla mukayese edilir mi bu insanlar. Demek ki okuyunca böyle olunuyor? Böyle olmanın yolu okumadan geçiyor. Ben de böyle olacağım dedi.

Vakit hayli ilerlemiş saat 24 00 olmuştu. Görevli “Yatağınız hazır” dedi Hasan’a. Odasını gösterdi. Odada tek yatak. Çarşaf, kar gibi, pırıl pırıl, yatmayanın yatasını getiren cinsten. Yatağın temizliği ürküttü Hasan’ı. Ya yatak kirlenirse diye düşündü. Sonra boylu boyunca uzandı yatağa. Yumuşacık yatak. Gömüldü gitti içine. Yastık mis gibi. Sabunsu sabunsu kokuyor. Gel keyfim gel diyesi geldi.

Okullarındaki yataklar ottandı. Yatınca hışır hışır ederdi. Ezile ezile toz olurdu otlar. Yastıklar ot olduğundan balık gibi kayardı. Yorgun gövdeler patır patır düşerdi yataklara. Başlardı hışırtılar. Koro hâlinde türküler söylenirdi sanki. Yatakhane toz duman içinde. Pireler cirit atardı. Nasıl yerlerdi Hasan’ı. Ondan sonra kaşın babam kaşın. Yüreğine inerdi kaşıntılar. Kaşınan yerler fas fas kabarır. Elektrik olmadığından pireleri de avlayamazdı. Hasan okulunda iki yıl ot yataklarda yattı. Sonra pamuk yataklar yapıldı. Tozdan kurtuldular.

Konuk evinde gömüldüğü yatağa girdiğin de bunları düşündü Hasan. Düşünürken uyuya kaldı. Öyle bir derin uykuya daldı ki. Belki de uyku denen nesnenin tadını ilk defa gömüldüğü yatağın içinde tattı. Gecenin nasıl bittiğini anlamadı. Sabah ayak seslerine uyandığın da güneş karşısındaydı. “Buranın gecesi ne kadar da kısaymış. Göz açıp kapayıncaya kadar sabah oluyor” dedi. Anasıyla sabahı sabah ettiği geceleri hatırladı.

Görevliler “kahvaltı hazır” dediler. Hasan yemek masasına oturdu. Neler yoktu ki masada. Bunların hepsi benim mi? Hepsini ben mi yiyeceğim? Önce hangisinden başlanacak. Hangisi yenmeli? diye düşündü. Etrafındakiler hangisinden başlamışsa Hasan da ondan başladı. Kahvaltıdan sonra: Nenelerimizin anlattığı sultan sofraları, yalan değilmiş dedi.

Pamir Bey saat 11’00 de geldi köşke. İçeri girdi. Hasan ayağa kalktı. Pamir Bey hemen tanıdı Hasan’ı. “Gel Hasan,” dedi. Elinden tuttu. “Köşke çıkıyoruz.”

Hasan çok heyecanlandı. Yüreği küt küt atmaya başladı. Mermer merdivenlerde postalları şık şık ediyordu. Bu postallarla bu merdivenler de yürünür mü diye düşündü. Kendisini başka bir dünyada zannetti. Ayaklarının altındaki kadifeler yumuşacık. Yürüdükçe kabarıyor. Cumhurbaşkanı oturma salonunda. Yüzü Ankara’ya dönük. Baktığı yeri kuş bakışı görüyor. Ankara ayağının altında. Gülerek karşıladı Hasan’ı. Hasan da elini öptü. Sonra eşi ve annesi geldi. Özden Hanım daha küçücüktü. Onların da ellerini öptü. Onlar da Hasan’ın yanaklarını. Herkes Hasan’ı tanımak istiyordu. Onlar soruyor Hasan anlatıyor. Babasın öldüğünü, çobanlık yaptığını, anasını karayılanın kovaladığını, camızı nasıl sattıklarını, Kör Muslu’nun sakalarını, koyun derisine yatırıldığını, ağaları, ırgatları, bacısı Zeynep’in öldüğünü, okuldan kaçtığını tek tek anlattı. Sonra anasına yazdığı şiiri, bacısı Zeynep’e yaktığı ağıtı okudu. Bacısına yazdığı ağıtı dinlerken gözleri dolu dolu oldu İsmet Paşanın. Başını dikti havaya. Gözlerinde Hasan’ın acılarını yaşadı.

Ihlamur getirdi görevliler. Sıcak sıcak içti. Sonra kendi kendi ne sordu. “Ben neredeyim? Rüyamı görüyorum, yoksa gerçek mi? Hani ot kazdığım, başak topladığım tarlalar nerede? Nerede Kel Veli, Topal Yusuf? Cayır cayır yanan Çukurova? Hani nerede? Sandalyeye ters oturan Sarhoş Dursun, Deliçay, Yarbaşı? Burası nere? Ben neredeyim? Yanımdakiler kim? Başıma devlet kuşu mu kondu? Buraya melekler uçurdu?

Öğle vakti görevliler yemek getirdiler. Hasan çorbayı içerken acemilik çekmedi. Balığı nasıl yiyeceğim? diye düşündü. Hayatında hiç balık yememişti. Onlar balığı çatalla, bıçakla yiyordu. Hasan: Ben de onlar gibi yemeliyim. Uymalıyım onlara diye düşünüyor. İçi içine sığmıyordu. İsmet Paşa Hasan’ın balık yemede usta olmadığını anladı. “Size okulda balık yedirmiyorlar mı?” dedi. Hasanlara kim balık yedirecek. Okulda kendi yağlarıyla kavruluyorlar.

İsmet Paşa” söğüş getirsinler” dedi. Hasan şaşkınlıktan kurtuldu. Meyve suyu içtiler. Hasan hangi meyvenin suyu olduğunu dahi anlamadı. Ağzım böyle suya hiç alışık değil . Sülâlem görmedi ki ben göreyim.

Hasan’ın köşkte ikinci gecesiydi. Alışmıştı. Onlar da Hasan’ı sevdiler. Onlar soruyor Hasan yaşadıklarını içi burkula burkula anlatıyordu. Okul arkadaşlarımla hiçbir farkımız yok. Görgümüz bir, töremiz bir. Hepimiz köyden geldik köye gideceğiz. Hepsi yoksul köy çocukları. Al birini vur ötekine. Ama buradakiler bizlere benzemiyor. Giyimleri güzel. Dilleri kibar. Yemekleri, çayları, kahveleri, ıhlamurları, meyve suları hepsi bir başka. Bu başkalıklar da bana çok yabancı diyordu Hasan.

Herkes yatağına çekildi. Hasan da. Yine yatağı aynı. Uzandı yatağa. Anası dikildi karşısına. Bu gece ne haldadır? Ne yedi ne içti. Nasıl yattı ? diye düşündü. Onun için de hemen yumulmadı gözleri. Gece uzadıkça uzadı. Dünkü gibi çabucak sabah olmadı. Pencereden Ankara’yı seyretti. Koca koca yapıları bu dağın yüzüne nasıl kondurmuşlar? Padişah sarayı gibi. Bunlar kimin ola? Sahipleri bizim gibi çarık giymişler mi acaba? Sabanın sapından duttular mı? Sıtma vurdu mu bunları.? Kininci Avni Beyi beklediler mi? Bunların eşşekleri gancık mı gunnamış? diye düşündü. Sabaha kadar uyku tutmadı gözlerini. Kar gibi yatak diken oldu. Gece uyumadan bitti.

Kahvaltıdan sonra Pamir Bey geldi. Beraber köşke çıktılar. Kapıda anneleri karşıladı. Salona aldı. İsmet Paşa bu sefer eşi ile birlikte geldi. Sabah kahvesi içildi.

Pamir Bey,

–Hasan’ı götüreceğim dedi.

İsmet Paşa:

–Seni yine göreceğim. Üzülmemelisin. Doktorun seni götürüp getirecek. Anana mektup yazacağım. Olanları anlatacağım dedikten sonra öperek Hasan’ı uğurladı.

O zaman Gülhane Hastahanesi Cebeci’de idi. Pamir Bey Hasan’ı başhekime çıkardı. Başhekim gülerek karşıladı. Başhekim cana yakın şakacı biri. Odasında oturdular. Çay içtiler. Pamir Bey Hasan’ı tanıttı. “Cumhurbaşkanının konuğu. Düziçi Köy Enstitüsünden getirdi”. Sonra bütün özelliklerini özetledi. Hasan’ın hayat hikâyesini dinleyen başhekim çok duygulandı. Pamir Bey sözünü bitirdikten sonra başhekim ayağa kalktı. Hasanı öptü. Hasan da başhekimin elini öptü. Başhekim, “Seninle bizzat ilgileneceğim. Bir isteğin olursa yanıma geleceksin. Hiç üzülmeyeceksin. Evin gibi rahat olacaksın” diye tembihledi.

Görevliler yatağını hazırladı. Pamir Bey önde Hasan arkada. Kuş yuvası gibi bir sandığa girdiler. Sandık bunları aldı götürdü yukarıya. Hasan: Demek asansör dedikleri buydu diye düşündü. İlk defa görüyor, ilk defa biniyorum dedi.

Hemşire giyeceklerini getirdi. Hepsi tertemiz daha hiç giyilmemişti. Muayene başladı. Hasan tepeden tırnağa ince ince muayene edildi. Pamir Bey anlattı beyaz elbiseliler not tuttu. Dayaktan kaynaklanan arızalar tespit edildi. Dalak şişmiş, karaciğer iltihaplanmış. Sarılık başlamış. Teşhis kondu. Tedavi için Pamir Bey beyaz elbiselilere bir sürü not yazdırdı. Muayene teşhis, tedavi tespitlerinden sonra Pamir Bey gitti.

Daha ilk günde İsmet Paşanın hastası olduğu, şair olduğu hemen duyuldu. Herkes Hasan’a ilgi gösteriyor, çabuk iyileşmesi için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Pamir Bey gittikten sonra odası hiç boş kalmıyordu.

Hasan hastahaneye yatalı tam üç ay olmuştu. Tedavisi bitmemiş, fakat o usanmıştı. Anası tütüyordu burnunda. Köyünü, mektebini özledi. Pamir Beye, “Usandığımı söylesem” diye düşündü cesaret edemedi. Hasan’a “Çıkmanın mümkünü yok. Tedavin devam ediyor. İyileşmedikten sonra buradan çıkamazsın” denildi. Hasan’ın hastahaneden çıkma isteği başhekime iletildi. Başhekim, “Sıkıldığı zaman çıksın dolaşsın. İyileşinceye kadar böyle devam etsin” dedi. Hasan gündüzleri ilâçlarını alıyor, çıkıyor dolaşıyor, akşamları tekrar hastahaneye geri dönüyordu. Bir gün Tonguç Babaya gitmeye karar verdi. Sabah kahvaltısından sonra uyguladı kararını. Bakanlığı sordu. “Ulus’ta” dediler. Yaya düştü yollara. Parası yoktu. Otobüse binemedi. Sora sora buldu Tonguç Babanın yerini. Heykelin arkasındaki görkemli binaydı. Ürke ürke çıktı konağın merdivenlerinden. Tonguç Babanın yerini sordu. Odasına götürdüler. Tonguç iki konuğuyla oturuyordu. Hasan’ı görünce gülümsedi. Elini uzattı. Hasan elini öpmek istedi. Öptürmedi. Konuklarına tanıttı Hasan’ı. “İyi ettin geldiğine. İşte benim çocuklarım bunlar. Araya araya bulurlar beni” dedikten sonra hastahane yaşantısını sordu. Anlattı Hasan. Tonguç Baba ilgiyle dinledi. Sonra; “Ne güzel taramışsın saçlarını. Güzel yakışmış sana. Köylü çocuğuna benzemez olmuşsun. Sen de kentli olmuşsun”. Hasan, Tonguç Babanın bu sözlerinden yerildiğini anladı. Köy Enstitülerinde saç uzatılmazdı. Okulun berberi ekin biçer gibi biçerdi saçları. Yozlaşmamalıyım, büyük şehir aslımdan uzaklaştırmamalı dedi. Tonguç Babanın konukları gitti. Hasanla baş başa kaldılar. Hasan: Öğle yemeğinde hastahanede olmalıyım diyerek izin istedi. Tonguç bırakmadı. Sadi Bey adında, güzel giyimli biriyle yemeğe gönderdi. “Yemeğinizi yiyin gelin”.

Sadi Bey Hasan’ı Kızılırmak Lokantasına götürdü. Döneri ilk defa orada tanıdı Hasan. Sadi Beyle birlikte Ankara Döneri yedikten sonra Tonguç Babanın odasına döndüler. Tonguç Baba yoktu. Belki de gitmiştir. Geri döner mi dönmez diyerek bekledi Hasan. Çok geçmeden iki arkadaşıyla geldi Tonguç Baba. Ihlamur içtiler birlikte. Sonra Hasan izin istedi. Elini sıktı. Tonguç Baba, Hasanla kapının dışına kadar çıktı. Cebine para koydu. “Gene gel. Nasıl olsa yolu öğrendin.” Hasan gidecekti ki. “Bekle bekle” dedi Tonguç. Masasına gitti. Elinde iki kitapla döndü. “Az kalsın unutacaktım. Bunları okuyacaksın, konuşacağız seninle” diyerek yolcu etti Köyde Eğitim-İlköğretim Kavramı adlı kitabını kendisi vermişti Hasan’a. Hasan sevine sevine indi merdivenlerden aşağı. Tonguç Baba “Gene gel demişti.” Çok mutlu oldu. Binadan çıkar çıkmaz elini cebine soktu. Kaç lira koydu acaba cebime. Paraları saydı. Tamı tamına 50 lira. Çok büyük para. Köydeki bir günlük ot yevmiyesi 50 kuruş. 50 kuruşa akşama kadar ağaların ağzının kokusunu dinlediğini, çapaya gittiğini hatırladı. Bu parayla neler alınmaz. Elli lira çok para. Bakanlığa gelirken vitrinlerde gördüğü kitapları şimdi alabilirim diye hızlı hızlı yürüdü.

Giderken gördüğü kitapları da alarak hastahaneye döndü. Of be dedi. Çok kitabım oldu. Bunları yudum yudum okurum diyerek sevindi. Önce Tonguç Babanın Köyde Eğitim adlı kitabından başladı. Okudukça: Bizim köyden başka köyler de varmış. Demek ki yalnız değilim diye düşündü. Kitap, köylerdeki dirilişin yollarını, eğitimin nasıl yapılacağını, kullanılacak ilâçları anlatıyordu. Hasan okuyor, okudukça yeniden doğuyor. Gaflet uykusundan uyanıyor. Kitaplar Hasanı çok sardı. Sayfalar ilerledikçe ufku genişliyor, “Kırk bin köye kir bin ışık gerek” diyordu.

Tonguç Babanın yanına Hasan’ın bu ikinci gidişiydi. Nasıl olsa “Gene gel” demişti. Odasına vardığında tek başına çalışıyor, bir şeyler yazıyordu. Yine gülerek karşıladı Hasan’ı. “Arayı soğuttun. Daha sıkça gelmelisin. Kitaplarımı okudun mu?”

–İkisini de okudum. Hem de altını çize çize. Düşüne düşüne bitirdim ikisini de.

İlginç bulduğu yerlerin altını çizdiğini, önemli notlar aldığını bir bir anlattı. Tonguç Babanın çok hoşuna gitti. Gözleri güldü. “Çok iyi analiz etmişsin. Aferin Hasan. Yarın pazar. Hasanoğlan Köy Enstitüsüne gideceğim. Seni de götüreyim. Orada arkadaşların var. Onlarla tanış” dedi. Hastahaneden izin aldı Hasan’a. Evine birlikte gittiler. Bu kadar çok kitabı ilk defa Tonguç Babanın evinde gördü Hasan. Ne kadar çok kitap? Koca bir kütüphane. Yığın yığın kitap dolu evin içi. Raflar dolmuş taşmış diye düşündü. O gece Tonguç Babanın konuğu oldu.

Ocak ayı son günlerini yaşıyordu. Sabaha kadar kar yağmış. Hava soğuktu. Erkenden kalkarak birlikte Hasanoğlan Köy Enstitüsüne gittiler. Baba oğul gibi. Genel Müdürle Hasan yan yana. Yüreğinde mutluluk kaynadı. Bu ben miyim Allah’ım? Olacak iş mi? Genel Müdürle öğrencisi yan yana. Hangi kitap yazar böylesi güzelliği. Kim yapar bunu?

Tonguç Babayla Hasanoğlan İstasyonunda indiler. Okulun cipi aldı götürdü. Yollar kar. Düşe kalka ulaştılar okula. Okulda şölen vardı. Birlikte katıldılar şölene. Herkes çaldı söyledi. Halaylar çekildi. Türküler söylendi. Hasan okulun yazar kadrosunu işte o zaman tanıdı. Şölen geç saate kadar sürdü. Bitiminde Genel Müdürle birlikte döndüler Ankara’ya.

Günler ayları kovalıyor, zaman akıp gidiyordu. Hasan bu zaman içinde hastahane hayatına alışmış yeni bir Hasan olmuştu. Bütün doktorları tanıyor, hemşireler ise ona ilgiyle bakıyordu. Hastaların en kıdemlisiydi. Sağlığı da neşesi de yerindeydi. Hastahaneye Eylül ayında gelmiş, Mart ayının sonunda çıkacağı söylenmişti. Çıkacağı günü sabırsızlıkla bekliyordu.

Hasan’ın hastahaneden çıkma arzusunun yoğun olduğu bir günde, doktoru üçüncü kez Cumhurbaşkanına götürdü. Hasanın duyguları karma – karışık. İçinde bir sızı vardı. Yüreği yanıyordu. Belki de köşke son gelişiydi. Derken salona geçildi. Hasan İsmet Paşanın elini öptü. Topluca kahve içildi. Pamir Bey İsmet Paşaya, Hasan’ı hastahaneden çıkaracağını söyledi. Cumhurbaşkanı dik dik baktı Hasan’a. Kaşları yukarı kalktı. “Göz kapakları şiş duruyor. Bir müddet daha yatsın. Hastalığı iyice geçsin. Onu burada okutalım. Okusun büyük adam olsun” dedi İsmet Paşa. Hasan’ın içine “him taşı” düştü. 19

–Okuluma gideceğim.

İsmet Paşa gülümsedi. Parmağıyla Hasanoğlan Köy Enstitüsünü göstererek,

–Burada oku. Adana uzak. Hastalanırsan gelemezsin tekrar buralara. İyi düşünesin Hasan.

–Anamı özledim dedi.

Yüreği kabardı. Duygulandı, ağladı. Gözyaşları siyim siyim döküldü gözlerinden. İsmet Paşa Hasan’ın gözyaşlarına dayanamadı.

–Peki Hasan peki. Üzülme sen. Seni annene göndeririz.

Pamir Beyle Köşkün merdivenlerinden ağır ağır indiler. Merdivenlerin bitimin de gerçekten ayrıldığına inandı. Döndü, içi burkula burkula baktı Çankaya Köşküne. Buraları bir daha nasıl görürüm dedi. Pamir Beyle birlikte arabaya bindiler. Araba Çankaya sırtlarından ağır ağır inerek büyük caddelere ulaştı. Ulus’a doğru yol alıyor. Pamir Bey “Hasan Ali Beyin yanına gidiyoruz. Seni istedi” dedi.

Hasan Ali Yücel’in odasına girdiklerinde Pamir Beyle bakan öpüştüler. Hasan’da elini öptü. Karşılıklı oturdular. Bakan Hasan’a, “Cumhurbaşkanının konuğu olmuşsun. Neler ikram ettiler sana?” Hasan sıkılıyor cevap veremiyor, konuşamıyor, Pamir Bey gülüyordu. Hasan Ali Bey “Anlat bakalım sofrasında neler yedin?” diyor kalın kaşlarının altından gülümsüyordu. Hasan bir bir saydı köşkte yediklerini. Pamir Beyle gülüştüler. Bakan gözlerini dikti Hasan’ın gözlerine:

–Cumhurbaşkanıyla neler konuştunuz?
–Seni burada okutacağız. Büyük adam olacaksın, dedi.
–Peki, sen ne dedin?
–Köy Enstitüsünde okuyacağımı söyledim.
–Cevabın güzel olmamış.
–Ben öğretmen olacağım diyecektin. Öğretmenden başka büyük adam olur mu?
–Düşünemedim efendim
–Ya Hasan iyi düşünmemişsin. İnsanın en büyüğü öğretmendir, dedi.

Hasan Ali Yücel öğretmenin yüceliğini böyle anlattı Hasan’a. Bunun için makamına çağırdı. “Gitme” dedi. “Burada okutalım. Seni hocaların hocası yapalım.” Ama Hasan kararını çoktan vermişti. Gideceğim memleketime, evime, yurduma döneceğim, anamı özledim buralarda duramam gayrı diyordu. İsmet Paşa ikna edememişti. Başta İsmet Paşa, sonra Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Köy Enstitüleri Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, hepsi Hasan’ın Ankara’da okumasını, ellerin altında yetişmesini istediler. “Gitme, seni Ankara ‘da okutalım, büyük adam ol!” dediler. Hasan kabul etmedi.

Hasan’ın köşkten, Mili Eğitim Bakanının makamından, Tonguç Babadan, Pamir Beyden ayrılması çok zor oldu. İsmet Paşanın, Hasan Ali Yücel’in, İsmail Hakkı Tonguç’un ellerini öperken içinden bir şeyler koptu. Gözleri buğulandı. İçi yandı. Burada kalayım desem mi, demesem mi? Özlem duygularını yenemedi. Duygu terazisinde ana özlemi ağır bastı. Kalacağım diyemedi. Çocuksu duygularına yenik düştü. Köyünün zibilliklerini tercih etti. Önünde düğüm düğüm olacak yılları düşünmedi. Postacı kapıyı çaldı. O açmasını bilemedi. “Nem alacak felek benim” derken, felek kol kanat gerdi, kapısını sonuna kadar açtı. O gözlerini yumdu. Görmedi. Geleceğe beyaz gelinlikler diktirildi. Gerdeğe girmedi. “Ülkenin tanınmış şairi olursun” dediler. Tınmadı. Başına devlet kuşu kondu. O “kiş” dedi. Hayatında şans kapısını bir kez çaldı. O, elinin tersiyle geri çevirdi. Son treni de kaçırdı. Hasan, tedavisinden sonra Düziçi Köy Enstitüsüne gönderildi.

Demedim mi her güzelden yâr olmaz
Be hey gönül sevmeseydin ne vardı

1947’de Düziçi Köy Enstitüsünü bitirerek öğretmen oldu. Kendi köyü olan Mustafabeyli’ye atandı. 1955 yılına kadar Mustafabeyli’de çalıştı. Bu zaman içinde Hatay’ın Dörtyol ilçesinde Tekel Müdürü Anlak Beyin kızı Zekiye Ayten’le evlendi. 1955 yılında Polatlı Yedek Subay Okulunda askere alındı. Okuldan asteğmen olarak mezun oldu. Kurada 61. Tümen Komutanlığı 1. Top Alayı 2. Batarya Takım Komutanlığına (Avcılar/İstanbul) asteğmen olarak atandı. Bu askeri birlikte altı ay asteğmenlik, altı ay da teğmenlik yaptıktan sonra 1956 yılının Aralık ayında aynı birlikten terhis oldu. Askerlikten sonra kendi köyünde öğretmenliğe devam eden Hasan Turan emekliye ayrıldıktan sonra, Mustafabeyli Belediye Başkanlığı, Ceyhan CHP İlçe Başkanlığı yaptı. Emeklilikten sonra Ceyhan’a yerleşen Hasan Turan çok sevdiği eşi Ayten Zekiye’yi 9.8.1996 tarihinde Muğla’da toprağa verdi. Arkasından ağıtlar yaktı. “Acısı içimde kor / Yokluğuna dayanmak zor” dedi. Arkasından şu dizeler döküldü yüreğinden;

Bir yastıkta 48 yıl adı var
Güzelim yılların bende yadı var
Sensizliğin neresinde tadı var
Uyan gülüm ne hâldeyim gör beni

Sen gövdeme gönül oldun baş oldun
Gözlerimde ılık ılık yaş oldun
Yarım asır her derdime eş oldun
Uyan gülüm ne hâldeyim gör beni

Hasan Turan buralarda duramaz
Saat durmuş gücü yetmez kuramaz
Dilim sustu kimselerden soramaz
Uyan gülüm ne hâldeyim gör beni

Birinci eşinin ölümünden sonra Ceyhan’ın Irmaklı köyünden Mehmet Yağ’ın kızı Enise Hanımla Aralık 1996 da ikinci evliliğini yapan Hasan Turan kansere yenik düştü. 19. 9. 2002 tarihinde Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesinde kara toprağa gelin oldu. Gönül bahçesinin kapısına:

Uzun olma ey dilim gel gönül kendini bil
Yedi alem içinde insanı insanca bil
Gün gelir yolcu gider yol gider han da gider
İsmi cismi hiç olur Hasan Turan da gider

yazıldı. Bahçe duvarı yokluklarla örüldü. Duvarın her taşında yokluk, harcında kara kaderin kumu çakılı vardı. Gün görmeden göçtü gitti bu dünyadan. Felekle kavgası hiç bitmedi. Ölürken de: Coşkun akan ırmaklarda değirmenim mi oldu. Tarlam yok, takımım yok. Dalım yok, budağım yok. Balım yok peteğim yok. Urbam yok, odunum yok. Yâr mı verdin. Mal mı verdin. Susadıkça kar mı verdin. Verdiğin hep belâ, dert, keder oldu. Eyyyy felek bundan sonra sana eyvallahım da yok. Benden alacağın da kalmadı. Canımı da alıyorsun. Daha nem kaldı ki. Bunca yıldır yokluklarla boğuştum. Züğürt doğdum, züğürt gidiyorum dedi, felekle kavgasını bitirdi. Hayatını “Nem’alacak felek benim” diyerek anlattı. Sonra döküldü kafiyeler. Kuş oldu dizelerine kondu.

Bir giyimlik şal mı verdin
Bir tutacak dal mı verdin
Tükenmeyen mal mı verdin
Nem’alacak felek benim

Dost yanında hatırım yok
Bir semersiz katırım yok
Dört direkli çadırım yok
Nem’alacak felek benim

Dedi boyun eğ hükmüme
Belâ verdi küme küme
Ferman okudu köküme
Nem’alacak felek benim

Ne değirmen ne taşım var
Ne devletli bir başım var
Ne de bir tek gardaşım var
Nem’alacak felek benim

Bir okkacık yağım mı var
Bir dönümcük bağım mı var
Bir derdime bin dert ular
Nem’alacak felek benim

Yandım yandım kar mı verdin
Ekşi tatlı nar mı verdin
Sarı saçlı yâr mı verdin
Nem’alacak felek benim

Senedim yok kalmak için
Dünyadan zevk almak için
Bir can verdi almak için
Nem’alacak felek benim

Hasan Turan boynum bükük
Yapraklarım dünden dökük
Felek vurdu bağrım sökük
Nem’alacak felek benim

diye yazıldı mezar taşına. Kendi gitti adı kaldı, sevenlerinin kalbine gömüldü. Dünya durdukça o da: “Nem alacak felekle benim” diyerek bizlerle birlikte yaşayacak.

Evet! Bir zamanlar bir Hasan Turan vardı.

  • Dr. Halil ATILGAN

Dr. Halil ATILGAN

Dr. HALİL ATILGAN 1946 yılında Adana'nın Karaisalı ilçesinin İncirgediği köyünde doğdu. (İncirgediği 1993 yılında Mersin ilinin Tarsus ilçesine bağlandı.) İlkokulu köyünde bitirdikten sonra Düziçi İlköğretmen Okuluna girdi. 1964–1965 öğretim yılında Düziçi İlköğretmen Okulundan mezun oldu. Çeşitli illerde öğretmenlik, Halk Eğitimi Merkezi Müdür, Müdür Yardımcılığı görevlerinde bulundu. 1973–1975 yıllarında Çukurova Radyosunun açmış olduğu saz sanatçılığı sınavlarını kazandı. 1984 de Çukurova Üniversitesine Müzik Uzmanı olarak atandı. Çukurova Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümünde Halk Müziği ve Bağlama Dersleri Öğretim Görevlisi, Kültür Sanat Merkezi Müdürlüğü yaptı. 1990 yılında Kültür Bakanlığı Şanlı Urfa Devlet Türk Halk Müziği Korosuna Kurucu Şef olarak atandı. 1993 yılında Ankara'ya alınan Dr. Atılgan koro şefliğinin yanında Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğünde (HAGEM) müzik danışmanlığı, repertuvar kurulu başkanlığı görevlerinde bulundu. Zaman içinde Anadolu Üniversitesi AÖF’nin İktisat Bölümünü bitirdi. Adana Valiliği adına yaptığı Geçmişten Günümüze Çukurova Türküleri kaset setinde yörenin özellikli türkülerini beş kasette toplayarak Türk kültür tarihinde bir ilki gerçekleştirdi. Değişik illerde çeşitli görevlerde bulunan Dr. Atılgan; İçel, Yozgat, Adana, Gaziantep, Kıbrıs, Hatay, Muğla, Niğde, Tarsus, Şanlıurfa, Osmaniye, Mersin illerinde folklor derlemeleri yaptı. Derlediği türküleri TRT, TV programlarında kitaplarında yayımladı. Folklorla ilgili araştırmalarını ise; Sivas Folkloru, Türk Folkloru, Anadolu Folkloru, Erciyes, Karaisalı, Güneyde Kültür, İçel Kültürü, Ozan, Türkiye İş Bankası Kültür Sanat, Tarla, Güney Su, Folklor Edebiyat, Ana Yurttan Ata Yurda Türk Dünyası, Ceyhan, Çağrı, Maki, Harran, Türksoy, Çukurova Lobisi, Size, Yörtürk, Turunç, Ardıç Kuşu, Türksözü, Folklar, Türk Yurdu, Düziçi, Işınsu, Türküg, Şehir, Alkış dergilerinde, Karaisalı, Sonsöz, Yeniçağ, Adana Ekspres gazetelerinde Aralık 2021 itibariyle 205 makalesi yayımladı. TRT Çukurova Radyosunda yapımı gerçekleşen Dilde Telde Çukurova, Dadaloğlu Karacaoğlan Yurdundan, Yöremiz Folklorundan programlarının yapılmasında çeşitli katkılar sağlayarak, folklor ve halk müziği konularında konuşmalar yaptı. Üniversitelerde müzikle ilgili konferanslar verdi. TRT, özel televizyon ve radyolara Dilde Telde Anadolu, Ezgi Kervanı, Sanatçı Politikacılar, Kültür Kürsüsü, Anadolu’nun Dili, Türkü Deryasında Bir Damla programlarını hazırlayıp sundu. Yaklaşık 300'e yakın Türk halk ezgisini derleyen, notaya alan Atılgan, bu ezgileri TRT, TV'nin çeşitli programlarında çaldı okudu. Çoğunluğunu Çukurova türkülerinin oluşturduğu yaklaşık 100'e yakın halk ezgisini de TRT repertuvarına kazandırdı. Şefliğini yaptığı halk müziği korolarıyla yurdun çeşitli bölgelerinde konserler veren Halil Atılgan millî ve milletler arası folklor, müzik, halk edebiyatı ve halk oyunları dalında kongre, bilgi şöleni ve seminerlere katılarak Aralık 2020 itibariyle 54 tebliğ sundu. Türk kültürüne hizmetlerinden ötürü 3 Ocak 2004 tarihinde Azerbaycan Vektör İlimler Merkezinden doktora aldı. MESAM- İLESAM-Türk Folklor Araştırmaları Kurumu üyesi olan Dr. Halil Atılgan şiirlerden ve türkülerden hareket ederek sahneye koyduğu Kurtuluş Savaşı Destanı, Türkülerin Dili, Türkülerde Ana, Sevelim Sevilelim, Urfa Kurtuluş Savaşı Destanı müzikal programlarıyla halk müziğine değişik bir sunum kazandırdı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünden 01 Ocak 2010 tarihinde Devlet Türk Halk Müziği Korosu Şefi olarak emekliye ayrıldı. Dr. Atılgan Türk kültürüne hizmetlerinden dolayı çeşitli kurum ve kuruluşlarca Aralık 2021 itibariyle 17 kez ödüle layık görüldü, geçmişten günümüze 35 kitabı yayımlandı. 2015 yılının Mayıs ayında Tarsus’un İndirgediği köyü – Kaşoba mezrasında Halil Atılgan Toroslar Kültür ve Sanat Evinin (Halil Atılgan Toroslar Yörük Müzesi) açılışını yaparak toplumun hizmetine sunan Atılgan, halen TRT Türkü’de Toprak Kokan Türküler ve Dilde Telde Anadolu programlarını hazırlayıp sunmaktadır. E-Posta: [email protected]

FACEBOOK - YORUM YAZ

Sosyal Medyada Paylaşın:
Etiketler:
Dr Halil Atılgan

BU MAKALELER İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR!

  • YENİ
Tekrarsız Süslemeler

Tekrarsız Süslemeler

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN, 3 Aralık 2024
Sistematik Hatalar Bahçesi

Sistematik Hatalar Bahçesi

Ekrem Hayri PEKER, 3 Aralık 2024
Merdiven

Merdiven

Haber Merkezi, 21 Kasım 2024
“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

Ekrem Hayri PEKER, 20 Kasım 2024
Türkülerde Felek

Türkülerde Felek

Dr. Halil ATILGAN, 19 Kasım 2024
Yenişehirli Deli Gazi Hüseyin Paşa

Yenişehirli Deli Gazi Hüseyin Paşa

Atilla SAĞIM, 17 Kasım 2024