Quantcast
 Orhan Gazi’nin Demircileri, Demirciköy – Belgesel Tarih

Turan ÇALAY
Turan  ÇALAY
 Orhan Gazi’nin Demircileri, Demirciköy
  • 10 Ocak 2021 Pazar
  • +
  • -
  • Turan ÇALAY /

Loading

Demirciköy, Bursa’nın batısında, Kete/Çayırköy Ovası’nın güneydoğusundadır. Osmanlı Beyliği’nin ilk yıllarında, Bursa’dan daha önce fethedilen bu bölgede kurulan köylerden birisidir. Köy, alınmadan önce, Kete Tekfurluğuna bağlı olan, Fodura/Futra köyünün arazisinin içindeydi. Padişah Kanuni Sultan Süleyman zamanında bile Fodra’da 3 hane Müslümana karşılık 32 hane Gebran/Gayrimüslim yaşıyordu. Bölgeye ilk gelen Türkmenler, sürüleriyle geldikleri için, dağ eteklerine yerleştiler veya yerleştirildiler. Buralarda yaşayan Bizanslılar, yani Rum halkı, bazı köyler müstesna, denize, sahillere doğru kaçmışlardı. Bölge adeta boşalmıştı. Ovayla dağların birleştiği yerlerdeki, boşalan Rum köylerinin yerine veya yakınlarına yarı göçebe Türkmenler yerleşmişlerdi. Demirciköy’ün kuruluşu da böyle olmuştur.

Demirciköylülerin hafızalarında, köylerinin kuruluşu aşağı-yukarı şöyle yaşamaktadır:

“Burası alınınca Orhan Bey, Bilecik’teki demircileri bu köye yerleştirmiş. Bu demircilerin görevi silah (kılıç, pala, ok ucu, zırh, kalkan gibi savaş aletleri) yapmakmış.”

Fetihler batıya doğrudur. Burası askeri ihtiyaçları karşılamak için cephelere de daha yakındır.

Köyde o yıllarda kestane ağaçları çok boldur. Bursa’daki kestane ağaçlarına mürekkep hastalığı bulaşmadan önce buralarda da devasa kestane ağaçları vardı. Hatta kestane ormanları dağlarda geniş alanlar kaplıyordu. 40-50 yıl kadar önce kestane ağaçları, yukarıda bahsettiğimiz hastalık sebebiyle kuruyup yok oldular.

Bu köye Demirciler/Timürcüler (Osmanlı’nın ilk kayıtlarındaki adı budur) denmesinin ve buraya demircilerin yerleştirilmesi de boşuna değildir. Çünkü demircilerin demiri işlemek için kullandıkları en iyi kömür, kestane ağacından yapılan “kestane kömürü”dür. Ne maden kömürü ne de kok kömürü o yıllarda biliniyordu. Köyde günümüze kadar ulaşan söylenceye göre; köyün olduğu yerde Rumlar yaşıyormuş. Demirciler gelince Rumlar kaçarak Çalı, Yaylacık, Tahtalı ve Kayapa gibi köylere dağılmışlar.

Köyün Doğal Konumu

Köy, Atroa/Kete/Çayırköy ovasının güneydoğu ucundadır. Doğudan Misi’ye, güneydoğudan Dağyenice’ye, batıdan Çalı’ya, kuzeybatıdan Fodra/Alaattinbey’e, kuzeyden Dobu Çiftliği’ne ve kuzeydoğudan Beşevler arazilerine bitişiktir. Günümüzde arazisinin bir kısmına kurulan Üçevler Mahallesi’nin araya girmesiyle Beşevler’le bağlantısı kalmamıştır.

Köyün Mevkileri

a) Köyün Doğusundaki Yer Adları

Misi hududu; Emina’nın Dere, Misi’ye giden yoldaki mezarlıktan itibaren tepeye doğru olan dik yokuşun adı Kocayokuş’tur. Bu mevkinin diğer adına Arabıngöğsü denilmektedir. Daha sonraki yer adları; Çalılıklar.

 b) Güneye DoğruYer Adları

Killikler, Akçaalanlar/Açkalanlar, Hesarlık/Hisarlık, Bardak Sıyrısı/Bardakçı Sıyrısı, Değirmenönü, Ilıcaklar/Ulucaklar, Ilıcak Deresi, Güreş Sahası, Aldar Dede/Fırla Dede, Koşu Yolu, Heybeli, Domuz Harmanları (1998 yılında buraya bir kargo uçağı düşmüş ve iki pilot ölmüştü.), Kışlanınbaşı, Samanlıdere, Gayırşak/Kavuşak, Davulgalık, Suçıkanlar, Uyuzalanı, Alaylı, Şallının Dere, Çınar Karşısı, Kurt Yerleri, Nişan Yerleri, Şallının Koru, Külevleri, Kaldırımbaşı, Muezzin Daşı/Müezzin Taşı/, Karanlıkdere, Kirazlıdere,

 c) Batıya Doğru Yer Adları

Dere Çatları, Hıyarcıoğlu, Budakköprü, Dallık, Doğubağlar, Çınarcık, Sarıtopraklar.

d) Kuzeye Doğru Yer Adları

Dobu (Çiftliği), Ayfatma (Ayazması), Dinlendiler, Lalelik, Topraklık, Erikliler/Erikli Pınarı, Susa/Şose (Bursa-Mustafakemalpaşa kara yolu.), Beşkardeş, Harmanlar, Körkuyular, Sandallar, Atartepe, Kapılıbahçalar, Pınarönü, Gavurunçeşme/Kafirinçeşme, Tepetarlalar/Çalılıklar, Karakavaklar,

Bölgeden Geçen Tarihi Yollar

Demirciköylülerin, susa/şose dedikleri ve Cumhuriyet döneminde yapılan Bursa-Mustafakemalpaşa yoluna paralel olarak ovadan geçen yol, bölgenin en eski yoluydu. Bölge halkının Uluyol veya İpek Yolu diye bildiği bu eski Roma Yolu’nun 2-3 kilometrelik kısmı Demirci arazisinden geçiyordu. Çalı ve Beşevler’de bulunan 2 mil taşı bu yolun, Roma döneminin ana yollarından birisi olduğunu göstermektedir.

Kuruluş ve Öncesi

Köyün kuruluşu öncesinde köyün bulunduğu arazide yaşayan insanlar, Bithinyalılar, bazen de Misyalılardır. Komşu köy olan Misi köyünün adı da buradan, yani Misyalılardan gelmiş olmalıdır. Roma döneminde bölge; İran’dan gelen Perslerin istilasına uğramış ve daha sonra tekrar Roma egemenliğine girmişti. Roma, Doğu ve Batı olmak üzere iki devlete bölününce, Doğu Roma’nın toprakları içinde kalmıştır. Doğu Roma’ya, yıkılışından birkaç yüz yıl sonra Bizans denilmeye başlandı. Osmanlı Beyliği’nin topraklarına katılmadan önce, Demirci arazisinin dağlarında birkaç manastır vardı. Buraları önemli birer Hıristiyanlık merkezleriydi. Hıristiyanların aziz kabul ettikleri önemli kişiler de bu manastırlarda yaşamışlardır. Manastırların en ünlüsü Teali Manastırı’dır. Bir diğer ünlü manastır da Antidion Manastırı’dır. Adını bölgedeki tam olarak yeri tespit edilemeyen antik bir şehirden alan Aziz Atroa, yıllarca bu manastırlarda inzivaya çekilmişti.

BELGELERE GÖRE DEMİRCİKÖY

Osmanlı Arşivi’nde Bulunan 928/1521 Tarihli ve 113 Numaralı Defterde Demirciköy

1521 yılında Demirciköy’de yaşayan 10 evli ve 10 yetişkin olarak toplam 20 erkek vardı. Bu tarihte köy, Kete kazasına bağlıdır. Bazen de Bursa’ya bağlı olarak görülmektedir. Defterdeki kayıttan köyde yaşayan erkeklerin adları, baba adları, oğulları ve kardeşlerinin kimler oldukları anlaşılabilmektedir. O yıllarda çiftçilerin işlediği topraklar çift(lik) hesabıyla kayıt edildiğinden, topraklı ve topraksız çiftçiler ayırt edilebilmektedir.

Hicri 1272/Miladi 1857 Yılında 395/81 Numaralı Kadı Sicilinde Demirciköy

1730 yılından itibaren 30-40 yıl boyunca Osmanlı topraklarında, kuruluşundan beri pek rastlanmayan asayişsizliğin hüküm sürdüğü bir dönem olmuştur. Asayiş ve devlet otoritesinin kalmadığı o yıllarda yol kesmeler ve eşkıyalık çoğalmıştır. Neredeyse her köyün beslediği birkaç eşkıya vardır. Bu eşkıyalar aynı zamanda köylülerini de korumaktadırlar.

İşte bu bozuk ortamda adları tesbit edilebilen Demirciköylü 2 eşkıya vardır. 395/81 numaralı kadı sicilinden ve Bursa Kütüğü’nden anlaşıldığı kadarıyla; 1742 yılında, Kete kazasının Demirci köyünden Kısa oğlu Ali ve Rahmi oğlu Mehmed adlı eşkıyalar, Orhaneli yolundak sarp bir derbent olan Kapıkaya’da, Osmanlı’nın Şabhane Emini Abdülkerim Efendi’nin en yakın adamları olan Kamer oğlu Hacı Ahmed ve Çakır oğlu Ali’nin yollarını kesip kendilerini soymuşlardır.

Demirciköylü Suhteoğlu Mehmed Pehlivan

Softaoğlu adıyla da tanınır. Bursa’nın Demirci köyündendir. Karakucak güreşinde[1] gösterdiği büyük başarılarıyla dikkati çekerek Saraya takdim edilmiş ve II. Mahmud’un huzurunda yaptığı güreşlerde Padişahın takdirini kazanarak Enderun’un Kilerciler Koğuşu’nda görevlendirilmişti[2]. Devrinin en iyi pehlivanlarından biri olarak tanınmaktadır.

II.Mahmud da güreş meraklısı ve güreşçi hâmisi padişahlardan birisidir. Onun saltanat yıllarında Saray’ın Say’e (Avcı) Ocağı’nda birçok pehlivanın bulunduğu ve bunların huzurda sık sık güreş tuttukları bilinmektedir.

Bu sâyede Türk güreşine büyük pehlivanlar gelmeye başlamıştı. Bursa’nın Kete kazasının Demirci köyünden Süleyman Pehlivan’ın oğlu olan Suhteoğlu Mehmed Pehlivan da bunlardan birisidir. Softa/Suhteoğlu Mehmed Pehlivan’ın, Misi’de kızının torununun evinde bulunan seceresine göre, babasının adı Celaleddin’dir. Eski Türk geleneğine göre önemli kişilerin iki adı vardır. Birisi dini adı diğeri de gerçek adıdır. Celaleddin adı da savunduğu ve inandığı dini inanışından dolayı babasına verilmiş olmalıdır.

Tepedelenli Ali Paşa’nın Arnavutluk’tan İstanbul’a gönderdiği Gostivarlı İskender ve Pürzerenli/Prizrenli Olise[3] adlı pehlivanların Arnavutluk’tan İstanbul’a gelene dek uğradıkları her yerde yaptıkları güreşlerde karşılarına çıkan rakiplerini yenmeleri ve nihayet saray kapısına kadar dayanmaları II. Mahmud’u hayli düşündürmüştü[4].

Saray’da bulunan diğer pehlivanlar; Dobrucalı, Haliloğlu, Hamza, Hocaoğlu ve Hafız gibi pehlivanların bu iki ünlü Arnavut pehlivanın çapında olmadıklarını gayet iyi bilen II. Mahmud bunun sıkıntısı içindeyken, Hüdavendigâr ve Kocaeli sancakları mutasarrıfı olan Ahmed Paşa tarafından Bursa’nın ünlü Atıcılar Meydanı’nda keşfedilen genç Suhteoğlu Mehmed Pehlivan, Paşa vasıtasıyla saraya yollanmıştı[5].

Beşiktaş Sahil Sarayı’nın Kilerciler Koğuşu’na alınan 150 okkalık Suhteoğlu Mehmed Pehlivan’ı şöyle bir deneyenler, onun padişahın tam da aradığı pehlivan olduğunu anlamışlardı.

Suhteoğlu Mehmed Pehlivan, huzurda ilk güreşini 12 Haziran 1812 Cuma günü Çinili Köşk önündeki meydanda Prizrenli Olise’ye karşı yapmış ve padişahı heyecandan heyecana sevk eden bu amansız güreş sonunda hasmını yenmeyi başarmıştı. 26 Haziran 1812 günü Çağlayanlar’daki köşkün bahçesinde yapılan huzur güreşinde de Suhteoğlu bu kez Gostivarlı İskender’i sırtüstü yere vurmuştu. Ancak Arnavut pehlivanın bu yenilgi karşısında hiç de tatmin olmadığını fark eden II. Mahmud, 10 Temmuz 1812 günü bu iki pehlivanı bu kez de Yıldız Sarayı’nda güreştirmiş ve hiçbir itiraza yer kalmayacak bir biçimde yenilen Gostivarlı İskender, memleketine dönmekten başka çare bulamamıştı.

Sultan II.Mahmud, Arnavut pehlivanlar karşısında aldığı bu parlak galibiyetlerle Türk pehlivanlığının yüzünü güldüren Suhteoğlu Mehmed Pehlivanı ödüllendirmiştir[6].

Suhteoğlu Mehmed Pehlivan, 6 ay önce bir köy delikanlısı olarak geldiği taht şehri İstanbul’dan, Zuema ve Pehlivan-ı Devlet, Suhteoğlu Mehmed Ağa/Zaim ve Devlet Pehlivanı Suhteoğlu Mehmed Ağa olarak Osmanlı Sarayı’ndan ayrılıp Bursa’daki köyüne geri dönmüştür.

1960’lı yıllarda Bursa’nın birçok köyünde yağlı güreş turnuaları düzenlenmeye başlamıştı. Adeta bu olay bir yarış ve rekabet halini almıştı. Yağlı güreşler çok masraflı bir organizasyon olduğundan zamanla bu organizasyonu düzenleyen köyler azalmış ve güreşler bitme noktasına gelmişti. Bu furyada, Demirciköy’de de Softaoğlu Güreşleri adı altında büyük yağlı güreş müsabakaları düzenleniyordu. Güreş yeri köyün 750 metre kadar güneyinde ve köyün içinden geçen Ilıcakdere’nin geçit yerinin yanındaydı. Bu güreşlere bazı yıllar ara verilse de 1992 yılına kadar devam etmiştir. Şimdi yapılmamaktadır.

Köyde Softaoğlu Mehmed Pehlivan Hakkında Söylenceler

Demirciköy halkı hâlâ pehlivanı efsane halinde yad etmektedir. Softaoğlu’nun acı kuvveti hakkında anlatılan söylenceler, birçok efsanevi pehlivan hakkında anlatılan hikayelerle büyük benzerlikler göstermektedir. Hikayelerden birisi de şudur:

“Pehlivan, bir çift öküzüyle köy yolunun kenarındaki tarlasını sürerken, yoldan geçen birisi pehlivanın evini sormuş (Demirci köyünü sormuş diyenler de vardır). Pehlivan, sabanını öküzleriyle birlikte kaldırıp köye doğru çevirip göstermiş,
— Ha! Şurda, demiş.”

İkinci hikâye şöyledir:

“Pehlivanın en sevdiği yemeklerden birisi yakın zamana kadar bilinip çok sevilen kaçamak adlı yemektir. Pehlivan her gün bu yemekten yese de yine bıkmazmış. Annesine,
— Ana, canım kaçamak istedi, yap da yiyeyim, dermiş.
Anası,
— Oğlum, daha dün yaptım ya, dermiş.
Pehlivan öfkeyle, evi ayakta tutan ve orta direk denilen ana direği (badırayı) bir eliyle kaldırır, altına anasının terliklerini koyarmış.
Anası,
—Tamam! Tamam! Oğlum, sana şimdi kaçamak yaparım, dermiş.”

Anlatılan hikayelerden birisi de Pehlivan’ın kız kardeşiyle ilgilidir. Hikâye şöyledir:

“Pehlivan çok tanınmış birisi olduğundan, eşi-dostu, geleni-gideni, misafiri hiç eksik olmazmış. Annesi ve kız kardeşi misafirlere yemek yapmaya yetiştiremezlermiş. Gelen misafirler çok olsa da onları bir sofrada ağırlamak köylerde bir gelenektir. Kalabalık misafiri gelen ailelerde meydan sinisi denilen devasa bakır siniler bulunurdu. 10-15, bazen daha fazla misafir yer sofrasındaki bu büyük sininin etrafında oturur ve karınlarını doyururlardı.

Pehlivanın kız kardeşi de kendisi gibi dev yapılı, güçlü ve kuvvetliymiş. Bunun gücünü ve kuvvetini anlatan hikâye şöyledir:

“Kız kardeşi, 10-15 kişinin doyacağı yemek konulan ağır siniyi ucundan tek eliyle tutar, kapıdan uzatırmış (kendisinin erkeklere görünmemesi lazımdır. Kadınların erkeklere görünmesi o yıllarda hiç hoş karşılanmazdı)[7].”

Köylüleri, Pehlivanın 180 kilogramlık dev gibi bir insan olduğuna ve güreşlerde giydiği kispetinin bir paçasının içinden bir insanın geçebildiğini söylemektedirler. Pehlivan İstanbul’a gittiğinde 150 okka geliyordu. Günümüzün ağırlık ölçüleriyle 190 kilograma yaklaşıyordu.

1844 Temettuat Defterine Göre Üretim ve İşlenen Topraklar

Köyde 1844 yılında 122 ev/hane vardır. Bazı evlerde üvey kardeşler, gelinler, kaynanalar, nineler ve iç güveyler bir arada yaşamaktadır. Bunların çoğunun mal varlıkları bulunmaktadır. Ayrıca köy dışında yaşayan ve köyde mal varlığı olan yukarıda bahsettiğimiz gibi 17 kişi daha vardır.

Köydeki hane sahipleri ve köy dışında yaşayan 17 kişiyle birlikte 140 kişi, toplam 2 bin 183 dönüm arazi, bağ, dutluk, bahçe ve korunun sahibidir.

Bunlar 340 dönüm bağ, 146,75 dönüm dutluk, 840 dönüm ekili tarla, 798 dönüm nadasa bırakılmış tarla, 12,5 dönüm tütün tarlası, iki kişinin sahibi bulunduğu 5 dönüm çam korusu, 1 dönüm meyve bahçesi, Demirciköy’deki 2 bin 183 dönüm araziyi kapsamaktadır. Köydeki 340 dönüm bağın, 39,5 (yaklaşık %10’u) dönümü dışarıda yaşayan kişilerin elindedir ve bunların sayısı 17’dir.

Köyde ayrıca ipek böceği beslenen dut bahçeleri 146,75 dönümdür. Bu dut bahçelerinin 2 dönümü Bursa’da yaşayan bir şahsın elindedir.

Köyde üretilen hububat miktarları kile olarak şöyledir:

Buğday 1.650 kile, burçak 169,5 kile, arpa 727,5 kile ve yulaf 470 kiledir.

Köyde bağcılık yapanlar 124 kişidir. Köy 122 hane görünse de aynı evde yaşayanların da sahibi oldukları bağ ve dut bahçeleri vardır. Dışarıda yaşayanlarla birlikte toplam 140 kişinin köyde bağı vardır.

İpek böceği beslenen dut bahçelerinin sahipleri köyden 97 kişi, dışarıdan 2 kişi ve toplam 99 kişidir. Bunun %10’u öşür olarak (nakit olarak mart ayında) devlete vergi olarak verilmektedir.

Hububat üretimi

1844 yılında, köydeki ve dışarıdaki yaşayanlarla birlikte 140 kişiden 30 kişi buğday ekmiştir. Bunlardan birisi olan çok değer verilen kişi Bursa’da yaşamaktadır ve köydeki en çok araziye sahip olan kişidir. Oğlu da köydeki evinde oturmaktadır. Bu şahsın köyde nadasa bıraktığı tarlalar, ekili tarlalar, bağlar, dut bahçeleri ve tütün tarlaları olmak üzere 208 dönüm arazisi vardır. Ayrıca, arazisinden tarlalara yol geçiş hakkı vererek büyük bir gelir elde etmiştir.

Köyde ve dışarıda yaşayıp da köyde başta buğday olmak üzere hububat ekenler 30 kişidir. Bu buğday eken 30 kişinin içinden aynı zamanda 27’si burçak, 22’si arpa ve 23’ü yulaf ekmiştir.

1844 Yılında Köydeki Hayvan Varlıkları, Cinsleri ve Sayıları

1844 yılında köyde 21 at, 40 eşek, 1 adet katır, 59 öküz, 27 inek, 8 dana-düve, 38 koyun, 8 kuzu, 80 keçi, 31 oğlak, 3 tosun, 4 manda öküzü ve 1 manda vardır. Köyün bütün hayvan varlığı toplamı 322 adettir.

İşgal ve Kurtuluş Savaşında Demirciköy

İşgal dönemindeki resmi kayıtlarda Demirciköy’den hiç şehit yoktur. Ali’nin 38 yaşındaki oğlu Halil, Yunan askerleri tarafından bıçakla yaralanmıştır. Bundan başka, işgal dönemi boyunca köyden 35 kişiye darp ve işkence edilmiştir.

Hapsedilenler

1) Ömer’in 35 yaşındaki oğlu Raif 3 ay hapsedilmiştir.

2) 34 yaşındaki Köseoğlu Mehmet 4 gün hapsedilmiştir.

3) Halil’in oğlu 30 yaşındaki İbrahim 3 ay müddetle hapsedilmiştir.

4) Kara Mustafa’nın 55 yaşındaki oğlu Ali 4 gün hapsedilmiştir.

Esir ve Sürgün Edilenler

Köyden 5 kişi esir edilerek Yunanistan’a sürülmüştür. Sürgün edilenlerin esir kamplarına mı, hapishanelere mi yoksa başka bir yere mi kapatıldıklarını bilemiyoruz?

Sürülenler:

1) Hacı İbrahim oğlu 27 yaşındaki Halil İbrahim Yunanistan’a sürgün edilmiştir.

2) Mehmed oğlu 26 yaşındaki Halil Yunanistan’a sürgün edilmiştir.

3) Mustafa oğlu 18 yaşındaki Recep Yunanistan’a sürgün edilmiştir.

4) 43 yaşındaki Hocaoğlu Cemal Efendi[8] Yunanistan’a sürgün edilmiştir.

5) Hüseyin oğlu 25 yaşındaki Emin Yunanistan’a sürgün edilmiştir.

Şahısların Menkul-Gayrimenkul Mallarına ve Resmi-Dini Yapılara Verilen Zararlar

İşgal döneminde resmi raporlara göre; Yunan ordusu ve çeteleri köydeki gayrimenkul mallara ve resmi-dini yapılara hiç zarar vermemiştir. 9.580 lira kadar şahısların menkul/taşınabilir mallarına zarar vermişlerdir. Çevre köyler içinde en az zarar gören köy burasıdır.

Nüfus

1830 yılı nüfus defteri’ne göre Demirciköy’de 92 evde yaşayan 216 erkek nüfus vardır. Kadınlar sayılmadığından, en az bu kadar da kadın olmalıdır. Bu durumda kadın ve erkeklerin toplamının 432 kişi kadar olduğunu tahmin edebiliriz. 1844 yılında 122 haneye ulaşan Demirci’nin haliyle nüfusu da bir hayli artmıştır.

1853 yılında 97 haneye kadar gerileyen Demirci, 1895 yılında 130 hanede yaşayan 299 kadın ve 241 erkekle birlikte 540 nüfusa ulaşmıştır. 1915 yılında 561 olan köy nüfusu, 1927 yılında 124 hane ve 682 nüfus olmuştur.

Dedeler ve söylenceler

Pelte Dede

Köpük Dede diyenler de vardır. Söylencede de anlatıldığı gibi yatırından akan kanları köpürerek aktığı için bazıları Köpük Dede demektedirler.

Aldar Dede/Fırla Dede

Bu Dede’nin mezar şahidesinde Fırla Dede yazmaktadır[9].

Furla/Fuğla/Fığla Dede

Bu Dede, çevredeki bütün köylerin ortak dedesidir.

Köydeki Mimari Eserler

Demirciköy, son çeyrek yüzyıla kadar tıpkı Misi, Çalı, Yaylacık ve Fodra/Alaaddinbey köyleri gibi ahşap-kagir evleri, eski tip kırmızı kiremit döşeli çatılarıyla, dar sokaklarıyla geleneksel mimari yapılarıyla, tipik bir Osmanlı köyünü çağrıştırıyordu. 1855 depreminde çoğu evleri yıkılsa da yıkılan evlerin yerine aynı tipte yenileri yapılmıştır. Ta ki, betonlaşma ve apartmanlaşma başlayana kadar. Günümüzde neredeyse bu eski evlerden pek az örnek kalmıştır diyebiliriz.

Köyde, tarihi mimari eser olarak cami, hamam ve köy halkı tarafından “Alaaddin Bey’in Kulesi” olduğuna inanılan yapının temel kalıntılarından başka, geriye pek bir şey kalmamıştır.

Demirci Camii bu kalan eserlerden birisidir. Gazeteci yazar Hacı Tonak, Bursa Araştırmaları Vakfı Kent Kültürü ve Tarih Dergisi’nin (BURSAV) 2010 yılında yayınlanan 30. sayısında bu camiyi çok güzel anlatmıştı. Yazı şöyledir:

“Sanat tarihçileri bu camiyi görmeli. Nilüfer Belediyesi uzun zamandır kullanılmayan, yıkılmaya yüz tutmuş Demirci Camii’ni yenileyerek, Nilüfer Belediyesi Akkılıç Çocuk Kütüphanesi olarak hizmete açtı. Caminin duvarlarını süsleyen çoğunlukla geç dönem Osmanlı sanatının klasik biçimindeki bezemeleri arasında gerçeküstücü doğa bezemelerini hatırlatan ve ötekilerden çok daha öncesine ait bir zamanda resmedildikleri anlaşılan birkaç bezek var ki, gizlerini açmak için uzmanların ilgisini bekliyor.

Yakın zamana kadar köy, şimdilerde Nilüfer ilçesine bağlı mahalle konumundaki Demirci’de bir küçük dokunuş, bir büyük hazineyi ortaya çıkarmış görünüyor.

Fazla iddialı mı oldu büyük hazine demem? Belki…!

Sanat tarihçilerinin görüş belirteceği bir alana rastgele adım attığımın ayrımındayım. İnanın bunun yapılması gerekiyordu; züccaciye dükkanının bile filin yardımına gereksinim duyduğu bir zamanı vardır.

Demirci ne zamandır kaderine terk edilmiş? Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey’in söylemesiyle birkaç ay önce metruk ve yıkıldı yıkılacak durumdaki eski camisinden söz ediyorum.

Cami, köyün ya da şimdiki konumuyla mahallenin küçük meydanının güneydoğu köşesinde yer alıyor. Meydana girer girmez dikkatleri üzerinde toplayan ışıltılı, güleç, aydınlık yüzlü, küçümen bir yapı. Bursa kent merkezinde de benzerleri bulunan (Yerkapı, Dibekli, Çerağbey, Mantıcı camileri gibi), Osmanlı erken döneminin hiçbir görkem etkisi vermeyen çatılı camilerinden. Cami denilince gözümüz kubbeyi aradığından belki, ibadethane olarak değil de zamanına göre zevk sahibi ve hallice biri için köy evi olarak inşa edilmiş gibi.

Dış görünüşünde de içinde de bir köy evinin yalınlığına ve rahatlığına sahip. Minaresi camiden biraz daha yüksek ve tek şerefeli; nedense yapıya sonradan ilave edilmiş izlenimi veriyor.

Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nca tescil edildiğine göre tarihsel ve kültürel önem taşıdığı çok açık olsa da Demirci Camii’nin tamı tamına ne zaman inşa edildiği, bu konuda herhangi bir kayıt veya belgeye rastlanmadığı için bilinmiyor. Duvarlarında ve tavanında birbirinden farklı biçimleri ve teknikleri içeren çok sayıda kalem işi bezemeleri var. Bunlardan, son cemaat yerini camiden ayıran kuzey duvarının dış cephesinde yer alan nar meyveleri ve yapraklarıyla süslü bir tanesinin üzerine bir tarih kaydedilmiş: 1872…

Besbelli ki başlangıcın değil sonranın işi bu kayıt. Çünkü bezemenin doğal nedenlerle veya kasıtlı olarak silinen bir kısmına yazılmış.

Uludağ Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı ve Güzel Sanatlar Akademisi Dekanı Prof. Dr. Yusuf Oğuzoğlu, 1855 Bursa Depremi olarak bilinen yer sarsıntısının özellikle bu bölgede çok yıkıcı sonuçlarının olduğunu hatırlatıp, buradaki 1872 tarihinin bu deprem sonrası gerçekleştirilen bir onarıma işaret olabileceğini söylüyor.

Caminin fotoğraflarını gönderdiğim ve sonrasında da telefonla aradığım dergimizin editörü Raif Kaplanoğlu; Yusuf Oğuzoğlu Hoca’ya katıldığını, “Demirci Camii için 1872 tarihinin ancak bir onarım tarihi olarak dikkate alınabileceğini” belirtiyor. Bu köyün Orhan Gazi’nin kardeşi Alaattin Bey’in vakfiyesi olduğunu hatırlatan Kaplanoğlu, caminin olasılıkla Alaaddin Bey’in burada kurmuş olduğu külliyeden kalmış olması gerektiğini söylüyor. Mahalledeki tescilli yapılar arasında bir hamamdan ve bir çeşmeden de söz eden Kaplanoğlu, ‘Aman, meydandaki o çınar duruyor mu yerinde[10]? Başına bir şey gelmeden onarılsa çok iyi olur’ diyor. Meydandaki o çınar yerinde duruyor muydu? Ayrımında değildim doğrusu onun. Caminin çevresindeki ağaçları hatırlamaya çalıştım ama boşuna. Öyle aman aman bir ağaç, bir anıt ağaç gelmedi gözümün önüne. Sevgili arkadaşım boşuna Bursa Araştırmaları Dergisi’nin editörü olmamış, bakmakla kalmayıp görmek için Raif Kaplanoğlu olmak gerekiyor demek ki!  Demirci ve Demirci Camii büyüyor gözümde.”

Çocuk Kütüphanesi Oluyor[11]

“Nilüfer Belediyesi sessiz sedasız, fakat çok özenle yürütüldüğü ve besbelli çalışmalarla kültürel, tarihi öneme ve değere sahip birçok yapıyı ayağa kaldırdı. Dahası, ayağa kaldırmakla kalmayıp bir güzel işlev kazandırdı her birine. Böylece tarihsel geçmişe ışık tutan bu değerlerin bir bakıma yaşayıp gitmelerine olanak ve güvence getirmiş oldu. Yüzyıllarca ibadethane olarak hizmet vermiş Demirci Camii yahut mescidi bunların sonuncusu, daha doğrusu en yeni örneği…

Mimar Şaziye Sezginer’in aslına sadık kalarak yenilediği yapı, bundan sonra çocuk kütüphanesi olarak hizmet verecek çevresine.

Şaziye Sezginer’in Demirci Camii’nde yaptığı işin teknik açıklaması: Restorasyon.

“Aslını bozmadan onarmak” oluyor Türkçesi.

Şaziye Sezginer, ‘aslı korumaktan’ daha ileriye gitmiş bu son işinde. Kat kat sıva altında kaldığı için unutulan ve bugünkü durumlarıyla da ‘asıl’ ile ilgili değilmiş gibi görünen ama aslında ‘asıl’ kabul edilmesi gereken çok önemli bir grup bezemeyi açığa çıkarmış.

Bunları kalem işi diye açıklıyor.

Konuya ilişkin kitapları karıştırınca kalemkari yahut kalem işi denilen sanatın; cami ve türbelerde olduğu kadar dinsel özelliği olmayan yapılarda da kapı, duvar, tonoz, kubbe ve pervaz gibi bölümlerin yüzeylerinin renkli boya kullanılarak fırça marifetiyle gelenekli, kurallı çeşitli motiflerle bezenmesi olduğunu öğreniyorum. Aynı teknikle taş, ahşap veya deri yüzeyler de boyanabiliyor. Bunun en iyi örneği olarak Türk dini mimarisinin en eski ve en güzel örneklerinden biri olan Selçuklu Divriği Camii’ndeki bezemeler kabul ediliyor. Erken Osmanlı Dönemi kalem işinin en dikkate değerlerinin de bizim Yeşil Cami’mizde, Edirne’de Muradiye Camii’nde ve İznik’te Kırgızlar Türbesi’nde bulunduğunu belirtiyorlar.

Okuduklarım Açıklamaya Yetmiyor

Bu sanat, Erken Osmanlı Dönemi’yle bitmiyor kuşkusuz. Sürekli sentez ve birleşimlerle sürüp geliyor, günümüze ve devam ediyor. Dergimizin yazarı Sanat Tarihçi Eser Çalıkuşu’nun Bursa İl Özel İdaresi’nce yayınlanan Bursa Dini Mimarisinde Türk Barok Bezemeleri adlı eseri, Türk kalem işinin sonraki yüzyıllarda geçirdiği evreleri Bursa’daki tüm örnekleriyle ve tam bir yetkinlikle gözler önüne seriyor. Yetkinlikle dediysem, yalnızca akademisyenlerin yararlanabileceği bir yapıt olarak düşünmeyin lütfen Çalıkuşu’nun kitabını. Gerçek o ki, erbebına olduğu kadar bencileyin uzaktan ilgililere de anlatmak istediğini tam olarak anlatabilmiş değerli yazarımız.

Ne var ki Mimar Restoratör Sezginer’in üstü üstüne yapılmış sıva tabakalarını dikkatle kaldırarak ortaya çıkardığı Demirci Camii’ndeki bezemeler, Erken Osmanlı Dönemi kalem işi ile de sonrasında aldığı yeni biçimlerle de açıklanabilir gibi görünmüyor. Olasılıkla, sıva ve alçı kuruduktan sonra resmedilmeleri, yani aynı teknik uygulanarak resmedilmeleri bir tarafa bırakılırsa, camide yer alan öteki kalem işi bezemelerle hiçbir benzerliği yok bu bezemelerin. Kuşkusuz bir de sembolize ettikleri anlamları bakımından birlikte düşünülmeleri gerekir ama o kadar. Örneğin, kalem işinin klasik diyebileceğimiz hemen tüm motiflerini sergileyen mimber duvarı ile tavandaki bezemelerin yanında bu ikincileri, daha çok doğa betimlerini andırıyor. Bütünlüğünü korumuş en önemli örnek şöyle: Stilize iki selvi, selvilerin arasında biri dilimlenmiş iki karpuz, kesilmiş karpuzun üzerinde boşlukta duran bir bıçak ve üstte, selvilerin karşıt yönlere eğik tepelerini dışa açık bir yay şeklinde birleştirip geçmiş bir defne çelengi… Çelengin içinde de küçüklü büyüklü nar meyveleri ile yaprakları…

Bu bezeme kadınlar mahfilinin altında, son cemaat yeri duvarının iç yüzünde, nişsiz minber duvarının tam karşısında yer alıyor. Bir ibadethanenin bezemesinde bu ölçüde farklılık ve uyumsuzluk, bu ölçüde karşıtlık olamayacağı için, bu kadarı bile bezemelerin zamandaş olmadıklarını, dahası aralarında büyük anlayış ve kültür farklılığı bulunan eller tarafından yerlerine resmedildiklerini yeterince ortaya koymaktadır.

Yusuf Oğuzoğlu Hoca’nın, caminin yahut mescidin geçmişi konusundaki kanısından yola çıkarsak minber bölümünü süsleyen bezemelerin 19. yüzyılda, naif tabiat resimlerini anlatan diğer bezeklerin ise 14. yüzyılda yapıldıklarını düşünebiliriz. Eğer böyle ise onların Erken Osmanlı Dönemi diye tanımlanan bezemelerden (örneğin Yeşil Cami) hangi boyutlarda ve neden farklı oldukları konusunda açıklamaya gereksinim duyacağız demektir.

Bezeme işinin her durum ve zamanda gelenekli ve kurallı olduğu dikkate alınırsa belki de, söz konusu dönemde saray ve üst sınıfın benimsedikleri kalem işinin yanında, Bursa’da ve Anadolu’da aynı teknikle uygulansa bile resim anlayışı farklı bir halk sanatında etkinliğini sürdürmekteydi dememiz gerekecektir. O kadar ki, beyliğin başkentinde ve Selçuklu kentlerinde gelişkin örnekleri dururken bir adım mesafedeki Alaaddin Bey’in vakıf köyünde kabul gören bu anlayış olmaktaydı.

Bununla birlikte başka sorular ve başka yanıtlar da aramamız gerekecektir kuşkusuz. Örneğin bu bezemeler hangi zaman diliminde etkinliğini yitirip gelenekli ve kurallı bezeme sanatının dışına düştü? Benzerlerine sahip camimiz veya camilerimiz var mı? Türklerin eski yurtlarında izi sürülmüş müdür?

İşte sanat tarihçilerinin yanıtlayabileceği sorular…”

Caminin Adı ve Minaresinin Kitabesi Meselesi

Eski Demirciköy Camisi’nin minaresinin kitabesindeki yazıt şöyledir: Pir Ali oğlu Mehmed Dede. Fi sene 1103 (1103 hicri yılı, miladi 1691-1692 yıllarına denk gelmektedir.). Bu yazıtın, caminin mi, minarenin mi kitabesi olduğu belli değildir. Yazıtta, bani-i vs. gibi ifadeler olmadığından konu tam olarak anlaşılamamaktadır. Bana göre, bu yazıt, sanki bir mezar taşının alt kısmını andırıyor gibidir.

Belki de cami ve kahvehanelerin bulunduğu alanda bir tekke, zaviye ve hazire bulunuyordu.

Kitabede adı geçen Pir Ali’nin adından da anlaşılacağı gibi, bir tekke şeyhi olabileceği kuvvetle muhtemeldir. Pir Ali’nin oğlu, adı geçen Mehmed Dede’nin de dede adını taşımasından silsile yoluyla babadan oğula geçen, tekke veya zaviyenin şeyhleri olabileceklerini düşündürmektedir. Bilindiği gibi, her tekke ve zaviyenin bir haziresi vardı. Tekke şeyhleri ve yakınları buraya gömülürdü.

1855 depreminde köyde ölü ve yaralılar vardır. Ancak sayıları belli değildir. Bu depremde camiyle birlikte çevresindeki yapılar da yıkılmış her şey birbirine karışmıştır. Köy mezarlıklarında (birbirinden yollarla ayrılmış 5 adet küçüklü büyüklü mezarlık vardır) yaptığım incelemede Pir Ali ve Mehmed Dede adlı eski bir mezar taşına rastlamadım. Eğer bunların mezarları mezarlıkta olsaydı, bunlara saygıdan kimse dokunmaz ve bu sayede korunurdu. Büyük depremde bunların mezarları yıkıntıların altında kalmış veya mezar şahideleri kırılmış olmalıdır.

Son Söz

Köyün bayram yeri; mezarlıklardan Çalı’ya dönen köprüye kadar olan, dere boyundaki yoldu. Çalı yönünden köye gelenler ya da Misi, Dağyenice ve Doğancı’ya gidecek yolcular, veyahut da aksi istikametten gelenler de buradan geçmek zorundaydı. Başka yol yoktu. Bayram yerine ancak, köyün genç kızlarından ve delikanlılarından başka yerli-yabancı ve evliler giremezdi. Köyde doğmayan ve köyde oturmayan delikanlıların da bayram yerine girmesi kesinlikle yasaktı.

Demirci’de Söylenceler ve İlginç Olaylar

Köylülerin Bursa’ya Doğru Yürütülmesi

12 Eylül darbesinden sonraki sıkıyönetim günleri: Geceleri silah arama bahanesiyle kahvehanelere baskınlar ve teker teker üst aramaları yapılıyordu. Çalı Jandarma Karakol Komutanı Astsubay M…., bir gece Demirci’ye yanına aldığı birkaç askeriyle birlikte baskın yapar. Kahvelerde üst araması ve kimlik kontrolü yaptığı esnada, dışarıdan birisi koşarak, hayal gibi köyün karanlık sokaklarında kaybolur. Komutan,

— Siz onu tanıyorsunuz. O kim? Çabuk bana adını söyleyin. Söylemezseniz hepinizi tutuklarım, demiş.

Köylüler,

— Ortalık karanlıktı tanıyamadık, deyince komutan,

— Öyleyse hepiniz tututklusunuz. Düşün önüme! diyerek yaşlı-genç 200 kadar Demirciköylü erkeği önüne katarak Bursa’ya doğru yürütmeye başlamış. İmtihan Sahası’na geldiklerinde,

—- Bu kadar yeter! Haydi dönün gidin köyünüze, demiş.

Köylüler,

— Biz valiliğe kadar yürüyeceğiz, diyerek yollarına devam etmişler.

Acemler’e geldiklerinde polis ve jandarma barikat kurarak İzmir Yolu’nu kapatmış. Köylüler,

— Biz valiyi göreceğiz, diyerek ısrar etmişler.

Vali gelmiş. Köylüleri,

— Devlete isyan ediyorsunuz, diyerek geri dönmeye ikna etmiş.

Böylece köylüler yaklaşık gittikleri 9-10 kilometrelik yoldan gece yarısından çok sonra evlerine geri dönebilmişler.

İmamın Cuma Hutbesini Elinde Kılıçla Okuması

Köy imamı, cuma namazında hutbe okumak için minbere elinde kılıçla çıkıp hutbeyi öyle okurmuş. Sonra kılıç yok olmuş. Kılıca ne olduğunu köyde bilen yokmuş[12].

Hamamın Yanından Sıcak Su Kaynaması

Eski bir tarihte, köydeki hamamın yakınındaki, Şekerler’in evinin önünden yer yarılıp bir sıcak su peydah olmuş. Su kaynayıp akmaya başlamış. Köylüler ellerine yatak, yorgan, ot, taş ne geçerse suyu dindirmek için yarığa atmışlar. Su yine dinmemiş. Sonra buraya civa dökmüşler, böylece suyu kaybetmişler[13].

Demirciköy Mezarlığında Osmanlı Mezar Taşları

Demirciköy mezarlığında, daha doğrusu mezarlıklarından (çünkü birbirlerinden yollarla ayrılmış 5 ayrı mezarlık vardır) 2’sinde Osmanlı devrinden kalan mezar taşları varsa da günümüzde çok azalmıştır. Bu mezar taşları Misi Yolu’nun başındaki, sağdaki (güneydeki) ve soldaki (kuzeydeki) mezarlıklardadır. Softaoğlu Mehmed Pehlivan’ın mezarı da güneydeki mezarlıktadır. Burada ayrıca 4 mezar daha vardır. Burada ilginç olan, baba ve 3 oğlunun mezarlarıdır ve 4’ü de aynı tarihte ölmüşlerdir.

Bu baba ve 3 oğlunun ölüm tarihleri; hicri 1176, miladi 1762-1763 yıllarıdır. Ne oldu da 4 ü birden aynı yıl öldüler? Salgın hastalıktan mı, yoksa başka bir sebepten mi bilemiyoruz.

Sırasıyla mezar taşlarının çevirisi şöyledir:

1) (Baba) “Merhum Hacı Hüseyin oğlu Hüseyin ruhuna el-Fatiha. Sene 1176 (1762-1763)”

2) (1. oğul) “Merhum Hüseyin oğlu Mehmed ruhuna el-Fatiha. Sene 1176 (1762-1763)”

3) (2. oğul) “Merhum Hüseyin oğlu Gazi ruhuna el-Fatiha. Sene 1176 (1762-1763)”

4) (3. oğul) “Merhum Hüseyin oğlu Ahmed ruhuna el-Fatiha. Sene 1176 (1762-1763)”

Yolun solundaki/kuzeyindeki mezarlıkta da birkaç Osmanlıca yazıtlı mezar taşı vardır. Ayrıca burada meşhur Bilal Pehlivan’ın da mezarı bulunmaktadır. Mezar taşının yazıtı yeni harflerledir. Mezar taşında cihanda sırtı yere gelmeyen Bilal Pehlivan yazmaktadır. Bu mezarlıktaki Osmanlıca yazılı mezar taşlarının çevirisi şöyledir:

1) Oflu, Mataralıoğlu menhur ve mağfuren, Mehmed Tahir’in ruhuna Fatiha[14]. Sene 1192 (1778-1779)

2) İsmail Ağa’nın zevcesi merhume Remziye (yazı deforme olmuş, okunamıyor). Sene 1265 (1847-1848)

3) Hacıoğlu Hacı Emin ruhuna el-Fatiha. Sene 1294 (1877-1878)

4) Ali oğlu merhum Mustafa ruhu’çün el-Fatiha. Sene 1222 (1807)

Son Söz

Zamanında bağları, tütünleri ve kozalarıyla ünlü bir köy olan Demirciköy’de tarım neredeyse bitme noktasına gelmiştir. Hayvancılık tamamen bitmiş denilebilir. Demirciköy, 1844 yılında Sıraköyler’in içinde tütüncülüğe ilk başlayan yerdi. 1990’lı yılların başına kadar burada kaliteli şeftaliler de üretiliyordu. Bağcılık ve ipek böceği yetiştiriciliği de çok yaygındı.

Kentleşme ve yapılaşma gün geçtikçe arttığından, buna paralel olarak tarım alanları gittikçe azalmaktadır. Her şeye rağmen eski köy yerleşiminin bulunduğu alandaki tarihi cami, caminin köşesindeki tarihi su kuyusu, şimdi kütüphane olarak kullanılan tarihi hamam ve yakınındaki tarihi çınar ağacı görülmeye değerdir.

 

DİPNOTLAR

[1]Softaoğlu, karakucak güreşi yapmış olsa da yağlı güreş yaptığı da anlaşılmaktadır. Çünkü yağlı güreşlerde giydiği kispeti, Misi’de kızının torununun evinde bulunmuştur. Bakınız; Misi bölümü.

[2]Kırkpınar Yağlı Güreşleri’nden daha eski olması lazım gelen Fula/Fığla Dede Güreşleri’nde güreşmiş ve burada kendini göstermiş olmalıdır. Demirciköy’ün güneyindeki tepenin üzerinde bulunan ve adına Fula, Fırla, Fığla ve Furla gibi adlar verilen dedenin ziyaretlerinde 1944 yılına kadar güreşler yapılmaya devam ediyordu. Burası içecek bir damla suyun dahi olmadığı bir yer olduğundan, güreşecek pehlivanlar, bırakınız vücutlarına sürecekleri yağı, içecekleri sularını dahi kendileri getirmek zorundaydılar. Yakın zamana kadar buraya çıkmak için patika bir yoldan başka ulaşılabilme bir olanağı yoktu. Bundan dolayı eskiden buradaki güreşler karakucak usulü yapılırdı.

[3]Misi bölümünde bahsedildiği gibi, II. Mahmud’un fermanında belirtilen Prizren/Pürzeren’in köylerinin gelirlerinden birisini Pehlivana vermesi, Prizrenli Olise Pehlivanın Softaoğlu’na yenilince tımarının elinden alınıp Mehmet Pehlivana verilmiş olmasıyla ilgisi olmalıdır.

[4]Tepedelenli Ali Paşa, Osmanlı’ya isyan etmiş ve yıllarca o bölgede bir nevi kendi devletini kurmuştu. Aynı yıllarda Mısır’da hükümranlığını ilan eden Kavalalı Mehmet Ali Paşa da Tepedelenli Ali Paşa’nın yolundan gitmiştir. 1950’li yılların ortalarına kadar son Mısır kralı olan Faruk, bunun soyundandır. İki asi vali  Osmanlı’yı bir asır kadar kendileri ve fikirleriyle uğraştırmıştır.

[5]Bilindiği gibi Bursa’daki Atıcılar Meydanı, ilk önce Pehlivanlar Tekkesi’nin emrine verilmişti. Bu tekkede çeşitli sporcular bulunurdu. Atıcılar Meydanı’nda okçuluk yarışmaları da yapılırdı. Adı da buradan gelmektedir. At koşuları ve güreşler daha sonralarıdır.

[6]Bu konudaki Padişah fermanı Misi bölümünde geniş bir şekilde anlatılmıştır.

[7]Kaynak kişiler; Demirci’den Recep Güneş ve Fatih Tultak.

[8]Efendi, imamlara verilen bir sandır. Bu şahıs köyün imamı olmalıdır. Kurtuluş Savaşı’nda Bursa’da birçok din adamıyla birlikte, işgale ve padişahın “boyun eğin” emrine karşı çıkan köy imamları vardı. Bunlar köyde Kuvayı Milliyeyi destekleyen çalışma içinde olduklarından, işgalcilerin ilk hedefi oldukları gibi, yakın çevresi ve aile fertleri de hedef olmaktan kurtulamamıştır. Birçok köy imamı öldürülmüş, işkence edilmiş ve Yunanistan’a sürülmüştür. Padişah’ın ve Şeyh-ül İslam’ın fetvalarında, Yunan ordusu Padişahın ordusudur! Onun emriyle geliyor! Karşı durmayın! sözlerine inanan cahil köylüler, Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkmışlardır. Birçok köy imamı, işgali ve yapılan eziyetleri görünce, tuttukları yolun yanlış olduğunu anlamış ve halkı uyandırmaya çalışmıştır. Bu geç gelen bir anlayış olsa da İslam Halifesi olan Osmanlı Padişahı’na olan mutlak inanç, itikat ve onun talimat ve emirleri, ilk başlarda bunlara işgalin zararsız olduğunu inandırmıştır.  Sürgün edilenler, hapsedilenler, yaralananlar, işkence edilenler; işgalin ne demek olduğunu gören ve padişahın sözlerinin yalan olduğunu bilenler bunlara karşı çıkanlardır. Anlaşıldığı kadarıyla köyde, işgal döneminde işkence ve darp edilenler de yukarıda bahsettiğimiz vatanseverler ve bunların aile fertleridir.

[9]Dede’nin mezar taşı fotoğrafı, açıklaması ve geniş bilgi için bakınız; Çalay, Turhan. Çalıköy, Avarasya Etnografya Yayınları. İstanbul Mayıs 2018

[10]Ne yazık ki durmuyor. Kahvehanelerin bulunduğu yoldan kanalizasyon veya su hattı geçirilirken çınarın yolun altındaki ana kökleri kesilince, çınar zamanla tamamen kurudu ve yok oldu.

[11]Günümüzde tekrar ibadete açılmıştır. Tarihi hamam kütüphane olarak kullanılmaktadır.

[12]İmamın cuma namazında elinde kılıçla minbere çıkarak hutbe okuması, orasının kılıçla, savaşla ele geçirildiğinin bir nişanesidir. Savaşla alınan beldelerde imam cuma hutbesini elinde kılıçla okur. İmamların ellerinde kılıçla hutbe okuma geleneği Bursa Ulucami’de 1955 yılında gerçekleşen bir olay sonucu yasaklanmıştır. Bir grup meczubun başındaki şahıs elinde kılıçla hutbe okumakta olan imamın elinden kılıcı zorla almıştır. Meczup, elindeki kılıcı havaya kaldırarak kendisinin Mehdi olduğunu haykırmıştır.

[13]Yerden sıcak su kaynaması, 1855 depremiyle ilgili olmalıdır. Bursa ve bazı köylerinde, depremden sonra oluşan yarıklardan sıcak su fışkırmıştı. Aynı yıl da, yaklaşık 3 ay sonraki depremde sular kesilmişti. Bursa’daki kaplıcaların suyu da kesilmiş ve başka yerden çıkmıştı. 2. depremden sonra suları tekrar akmaya başlamıştı.

[14]Ordu, Samsun ve Trabzon gibi Karadeniz şehirlerinde günümüzde de Mataracılar veya Mataracıoğulları soyadını taşıyan geniş ve tanınmış aileler vardır. Bu kişi, geçmişte buralardan göç ederek Demirci’ye yerleşenlerden birisi olmalıdır.

Turan ÇALAY

1953 Yılında Bursa Çalıköy’de doğdu. Evli ve üç çocuk babasıdır. İlk yazısı 2012 yılında BURSAV “Bursa Araştırmaları ve Kent Kültürü Tarih Vakfı Dergisi’nde yayınlandı. Araştırmaya Çalı’dan başladı. Çalı ile ilgili Osmanlı arşiv belgelerinden yola çıkarak BURSAV’da Osmanlı Belgeleri ışığında Fodra, Tahtalı ve Yaylacık köyleri gibi köylerin tarihlerini yazdı. "Şehrengiz" ve "Bursa’da Yaşam" dergilerinde araştırma yazıları yayınlandı. Osmangazi Belediyesi’nin, Bursa’nın alınışı dolayısıyla çıkardığı Köy Kitapları’na katkı yapmaktadır. Mayıs 2018’de doğduğu yer olan “Çalıköy”ün aynı adla kitabı yayınlandı. Halen çevrede yaşayanların “Sıra Köyler” dedikleri ve doğudan batıya doğru birer inci tanesi gibi sıralanmış olan; Misi, Demirci, Çalı, Yaylacık, Tahtalı, Kayapa, Hasanağa ve Akçalar köylerinin kitabı üzerinde çalışmaktadır. Osmanlıca bilmektedir. E-Posta: [email protected]

FACEBOOK - YORUM YAZ

Sosyal Medyada Paylaşın:

BU MAKALELER İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR!

  • YENİ
Tekrarsız Süslemeler

Tekrarsız Süslemeler

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN, 3 Aralık 2024
Sistematik Hatalar Bahçesi

Sistematik Hatalar Bahçesi

Ekrem Hayri PEKER, 3 Aralık 2024
Merdiven

Merdiven

Haber Merkezi, 21 Kasım 2024
“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

Ekrem Hayri PEKER, 20 Kasım 2024
Türkülerde Felek

Türkülerde Felek

Dr. Halil ATILGAN, 19 Kasım 2024