Orhan Gâzî’nin Oğulları ve 749/1348 Târihli Beratı Üzerine Yeni Tespitler |
Bu Yazıda - Konu İçi Ara Başlıklar
Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinden günümüze intikâl edebilmiş belge sayısı oldukça azdır. Eldeki birkaç belgenin ise “sahte”liği üzerinde şimdiye kadar -çoğu spekülatif yorumlar üzerine kurulu- farklı iddiâlar ortaya atılmıştır.*
Sade ve yalın Anadolu Türkçesi ile yazıldığı gibi Arapça ve Farsça formatta da kaleme alındığı görülen XIV. yüzyıl Osmanlı resmî belgelerinin; Osmanlı Devleti’ni kuran Türkmenler’in şehir kültüründen ve devlet geleneğinden yoksun, Arapça ve Farsçayı bilmesi beklenmeyen göçebe bir topluluk oldukları saplantısının etkisiyle, çoğu zaman gülünç, basit ve mantıksız gerekçelerle ilk Osmanlı sultanlarının inşâ geleneğinden uzaklaştırılmaya çalışılması, ön yargıların ve ideolojik yaklaşımların bilimden ve onun temelini teşkil eden resmî materyallerden daha önde tutulduğu nokta-i nazarından bakıldığında ilmî anlamda gerçekten çok büyük bir faciadır.
Bu makalede, içeriği ve fiziksel özellikleri itibâriyle XIV. yüzyıl klasik Osmanlı ve beylik imlâ protokolüne aykırı hiçbir yönü bulunmadığı hâlde, bilimsel teamüllere tamamen aykırı gerekçelerle “sahte”liğine hükmedilen bu berat; sıhhati, içeriği ve tarihî önemi açısından geniş bir biçimde mercek altına alınacaktır.
Orhan Gâzî döneminden kalma toplam 4 berat/mülk-nâme bilinmekte olup; bunlardan ikisinin aslı[1], birinin fotokopisi[2], diğerinin ise bir Münşeʾāt mecmû‘ası arasına kaydedilmiş olan sûreti[3] günümüze kadar ulaşmıştır. Bu belgelerden ilki 77 yıl önce tespit edilip, fotoğrafı ile birlikte bilim dünyâsına tanıtılan; Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde kayıtlı olup makalemize konu olan 749 Rebî‘u’l-âhir/Temmuz 1348 tarihli Türkçe mülk-nâmedir[4].
Başında küçük bir hatla yazılmış هو “Hū” ibâresi ve hemen altında basit ve eğreti bir tarzda çekilmiş اورخان بن عثمان “Orḫān bin ʿOs̱mān” tuğrası yer alan, ana metni 20 satırdan oluşan ve bunu tâkiben شهد بما فيه “Şehede bi-mā fīhi” ibâresiyle yedi şâhidin tek tek adları ve en sonunda bir satırlık ketebe/tahrîr kaydı bulunan bu berat, Orhan Gâzî’nin زعيم الجيوش والعساكر فرزند “Zaʿīmü’l-cüyūş ve’l-ʿasākir Ferzend”e İzmit yakınlarında bulunan پمبوجق درسى / Pambūcaḳ-deresi’ni bağışladığını belirtmek ve bu bağışını Şer‘î açıdan tescil ettirmek üzere düzenlenmiştir[5].
XIV. yüzyıl Anadolu Türkçe’sinin oldukça sade, yalın ve tipik mülk-nâme metinlerinden biri olma özelliğini taşıyan bu berat; yayınlandığı tarihten sonra küçük birkaç eleştiri dışında uzun müddet önemli bir tenkid ve itirâza uğramamışken; üzerinde akademik anlamda dikkat çekecek ilk makâleyi kaleme alan İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın[6], belgeyi içeriği ve kuruluş devrinin bazı meselelerini aydınlatacak tarihî bir materyal olarak kullanması üzerine, bir anda çoğu Avrupa’lı pek çok araştırmacının tenkid ve tartışmalarının hedefi hâline gelmiştir.
Orhan Gâzî’nin 749 Rebî‘u’l-âhir/Temmuz 1348 tarihli mülk-nâmesinin Topkapı Sarayı Arşiv Kataloğu’nda yayınladıktan kısa bir süre sonra ilim âleminin dikkatini celp ettiğini belirtmiştik. Nitekim mülk-nâmenin içeriği ve sıhhatine yönelik ilk yorumların Paul Wittek tarafından yapıldığı görülmektedir. Belgeyi Arşiv kataloğundaki fotoğrafı üzerinden inceleyen Wittek’e göre mülk-nâme “beklenmedik türden oldukça eski bir belge”dir ve yalnız bu belgenin değil, Orhan Gâzî’ye atfedilen bu türden tüm belgelerin sıhhatinin toplu hâlde incelenmesi gerekmektedir. Berattaki şâhid adlarının nişâncı tarafından altına yazılmasının kuşku uyandırıcı bir durum olduğunu düşünen Wittek, belgenin sahte olmasa bile en azından bir kopya olduğunu ve mevcut şekliyle XV. yüzyılın sonlarında, eski Osmanlı vesikalarını açığa çıkarmaya yönelik romantik bir yaklaşımın ürünü olduğunu iddiâ etmiştir[7].
Wittek ile aynı tarihlerde beratın Arşiv kılavuzundaki fotoğrafını fark eden ikinci isim Helmuth Scheel olmuş, o da belgenin sahteliği konusunda Wittek’le hemfikir olmakla birlikte, orijinal olmadığını ispatlamaya çalışırken daha farklı görüşler ortaya koymuştur. Scheel, yayınladığı makâlelerde belgenin üzerinde bulunan tuğra ile metnin yazılış tarzının birbiriyle uyuşmadığını, son kısmının belgenin bir kopya olduğunu kanıtladığını, bu nedenle mülk-nâmenin arşiv inceleme metotlarına uygun olarak incelenmesi gerektiğini öne sürerek “sahte” olduğunu savunmuştur[8].
Scheel’le hemen aynı tarihlerde mülk-nâme üzerindeki en titiz ve önemli çalışmaya imzasını atmış olan İ. Hakkı Uzunçarşılı, Hüseyin Hüsâmeddîn’in Türk Târîh Encümeni Mecmû‘ası’nda neşrettiği Orhan Gâzî’nin 761/1360 tarihli vakfiyesinde ilk Osmanlı vezirleri hakkında yaptığı değerlendirmeden[9] yola çıkarak, Orhan Gâzî döneminden kalma en eski belgelerden biri olan bu beratın, dönemin benzer diğer örnekleriyle eşdeğer olduğunun altını çizerek, onu Kuruluş devri Osmanlı tarihini aydınlatmadaki önemi açısından ayrıntılı olarak değerlendirmiştir[10].
Uzunçarşılı, Hüseyin Hüsameddîn’in eski vakfiye ve mülknâmelere dayanarak çıkardığı vezîriâzamlar çizelgesine, bu yeni belgeye dayanarak Ahmed bin Mahmûd’la Sinânü’d-dîn Yûsuf Paşa arasında Hacı Paşa’nın da bulunduğu bilgisini eklemekle kalmamış, belgeyi bilimsel açıdan geniş bir biçimde analiz etmiştir. Ona göre mülk-nâme, sadece vezirler hakkında yeni bir bilgi vermekle kalmaz; üzerinde yer alan Orhan Gâzî tuğrası, oğullarının adları, hakkında “Hüdâvendigâr” unvânının kullanılması, şâhidler kısmında devrin önemli ricâlinin isimlerinin sıralanmış olması, vakfedilen arâzî hudutlarının tavsif tarzı, vezirlere bağışlanan eşyanın evsâfı… gibi konularda da kroniklerdeki bilgilerle büyük ölçüde uyuşan önemli tarihî malumattı içerir[11].
Konu ile ilgili makalesini yazdığı sırada, Scheel ve Wittek’in yorumlarından habersiz olan Uzunçarşılı, her iki tarihçinin de belgenin sahte olduğuna yönelik yukarıdaki iddialarını sonradan haber almış ve bunlardan, hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olduğu ve kendi makalesine yönelik birtakım eleştirilerin de bulunduğu Scheel’in makalesindeki iddiaları, Orhan Gâzî’nin 1324 tarihli mülk-nâmesi vesilesiyle yazdığı yeni makalede[12] titizlikle cevaplandırmıştır. Ortaya çıkan daha eski tarihli bu yeni ve benzeri belgelerin, ortaya atılan bu gibi iddiaları yavaş yavaş silmeye başladığını makalesinin başında özellikle belirten Uzunçarşılı, öncelikle Scheel’in tuğrayı yazan hatla metni yazan hattın ayrı olması yönündeki şüphesini, tarihî teamüllere göre ikisinin aynı kişi tarafından yazılmasının zaten şart olmadığını, bu belgeye benzer tarzda hattın ve tuğranın farklı olduğu başka belgeler de bulunduğunu söyleyip, buna ilişkin örnekleri sıralamak sûretiyle tamâmen ortadan kaldırmıştır. Beratın bir suret olduğu yönündeki iddialara da eğilen müellif, suretin üzerine eski hükümdar adına tuğra çekmek gibi bir uygulamanın Osmanlı inşâ literatüründe hiçbir zaman yer almadığını, çıkarılan eski belgelerdeki tuğraların yerine “mahall-i nişân-ı şerîf” ifadesi yazıldığını ya da yerinin boş bırakıldığını, yeni padişahların ibkâ ettikleri yerlere ait belgelerde dâimâ kendi alâmetlerini kullandıklarını önemli birer delil olarak açığa çıkarmıştır[13].
Uzunçarşılı ile Scheel arasındaki tartışmaya ve bu arada Wittek’in iddialarına ilk önemli müdâhale S. Adnan Erzi’den gelmiştir. Tıpkı Uzunçarşılı gibi, beratın orijinalliğinde şüphe olmadığını savunan ve bu konuda oldukça çarpıcı kanıtlar ortaya koyan Erzi, bu döneme ait yeni bazı belgeleri neşrettiği makalesinde[14], Orhan Gâzî’ye ait bir Münşe’ât Mecmû‘ası’nda rastladığı yeni bir mülk-nâme vesilesiyle 1348 tarihli mülk-nâme ile ilgili tartışmalara da değinmiştir. Erzi, Uzunçarşılı’nın ortaya koyduğu bilimsel delilleri takviye edecek yeni bir tespitte bulunarak, müellifin yayınladığı her iki belgedeki tuğraların birbirine aşırı derecede benzemesinin, iki belgenin de orijinalliğine kesin bir delil teşkil ettiğini belirtmiş; ayrıca tuğraların basit şekilde çizilmiş olmasının da tuğra metinlerinin orijinalliğini ispatladığına, belgeler kopya edilmiş olsa bile aslî belgelerdeki mizanpajın korunduğuna dikkati çekmiştir[15].
Adnan Erzi’den iki yıl sonra berat hakkında görüşlerini izhar eden diğer bir isim G. Elezovic olmuş; Sırp tarihçi, Orhan Gâzî’nin oğlu Süleyman Paşa adına düzenletmiş olması gerektiğini düşündüğü belgeyi yazan kâtibin imlâ konusunda pek çok hatalar ve yanlışlıklar yaptığını öne sürerek, burada “Ḫūndkār” diye sözü edilenin Orhan Gâzî olarak anlaşıldığını söylemiştir[16].
Mülk-nâmenin sıhhatinde şüphe etmeyen Uzunçarşılı ve Erzi, tarihî önemini büyük bir ustalıkla vurguladıkları belge ile, kuruluş devri araştırmalarına farklı bir veçhe kazandırmışlardır. Ancak belgenin sahte olduğu iddiasının savunan tarafın uzun süren sessizliğinin ardından, âdeta sudan bahanelerle çürütülmesi yönündeki asıl önemli iddialar, bu makalelerden çok sonraki bir tarihte İrene Beldecieanu Steinherr tarafından ortaya atılmıştır. Osman Gâzî, Orhan Gâzî ve I. Murad dönemi vakfiye ve mülk-nâmelerini şeklî açıdan ve içeriği bakımdan toplu hâlde tetkik amacıyla bir eser yazmış olan[17] Steinherr, kendisinden önce bu konuda ortaya atılmış tüm iddiaları geniş bir çerçevede ele alarak, belgenin ana şablonu itibariyle 3 bölümden oluştuğunu doğru olarak dile getirmiştir. Bununla birlikte o, belgede mülk bağışı ile ilgili ilk bölümün Sultan Orhan’ın ağzından kaleme alınmışken, ikinci kısmın farklı bir şahsın ifadelerini içerir tarzda yazılmış olmasını ve üçüncü kısımda bir hüccet gibi şâhid adlarının alt alta sıralanmasını çelişkili bir durum olarak görür. Ayrıca belgede Orhan’ın diğer oğullarıyla birlikte Sultan ve Kâsım adlı oğullarının adlarının yer almayışını şüphe uyandırıcı bir durum olarak nitelendirerek, at ve elbise verilmesine ilişkin ikinci kısmın belgeyi anlaşılmaz hâle getirdiğini, burada mülkün vakfedilişine karşılık verilmiş bir hediye mi, yoksa takas durumunun mu söz konusun olduğunun anlaşılamadığını söyleyerek, sahteliği yönündeki kanaati zımnen de olsa sürdürür. Hattâ değerlendirmenin sonunda bu düşüncesini açıkça belli edecek şekilde, Orhan Gâzî zamânında nişancılık kurumunun mevcut olmadığını öne sürerek, mülk-nâmenin I. Murad döneminde tuğra çekilerek hazırlanmış basit bir kopya olduğunu iddiâ eder[18].
Pambucak-deresi vakıf belgesini şekli ve içeriği bakımından değerlendiren bir başka isim ise Şinasi Tekin’dir. Makalesinde beratın ilkin kime hitâben yazıldığı konusunu masaya yatıran Tekin, buradaki “Ferzend” ifadesinden Orhan Gazi’nin oğlu ya da bir asilzâdenin kastedildiği mâniasını çıkartır ve devamla belgenin üslûbu orijinal olmakla birlikte, eldeki şeklinin sonradan çıkarılmış bir kopya olduğunu iddiâ ederek, Yıldırım Bâyezîd döneminden öncesine ait hiçbir belgenin orijinalinin mevcut olmadığı görüşüne odaklanır[19].
Şinasi Tekin’den sonra, belgeyi bilimsel açıdan inceleyip yorumlayan son isim Feridun Emecen’dir. Bu konuyu işlediği makalesinde[20], beratın saray arşiv kılavuzunda yayınlanışından hakkında yapılan en son yorumlara kadarki tüm görüşlerin geniş bir özetini sunan Emecen, yayına hazırladığı XVI. yüzyılın başlarına ait II. Bâyezîd dönemi Ahkâm Defteri’nde, Pambucak köyünün satışına ilişkin, mülk-nâmede belirtilen sınırların aynı ifâdelerle tekrarlandığı, içinde Orhan Gâzî nişanıyla yazılmış mülk-nâmeye yapılan bir atfın da yer aldığı bir hükmün mevcut olduğuna dikkati çekerek, bunun, belgenin o sırada kâtipler tarafından görülüp işleme tâbî tutulduğuna, dolayısıyla o zamandan beri var olduğuna açık bir delil teşkil ettiğini ifâde eder. Ayrıca berattaki ve hükümdeki kaydı, 1523 tarihli bir tahrir kaydı ve benzeri diğer tahrir defterlerindeki kısa atıflarla da destekler[21].
Mülk-nâmenin içeriği hakkındaki önceki tartışmaları da gündeme getiren Emecen, yukarıdaki hükümde ve tahrir defterlerinde “Ferzend”in bir şahıs adı olarak algılanmasından hareketle; Orhan Gazi’nin “Ferzend” adlı ordu komutanına Pambucak adlı köyü temlik ettiğini, onun da buna karşılık ona, oğullarına ve vezirine çeşitli hediyeler verdiğini, bu durumun şahitler huzurunda tasdik edilip belgeye resmiyet kazandırmak amacıyla başına bir de tuğra çekildiği sonucuna varır. İrene Steinherr’in, beratta tuğra ve şâhid adlarının bir arada yazılışını bir çelişki gibi sergileyen yaklaşımının aksine, tıpkı Erzi gibi, sonraki asırlarda düzenlenmiş benzeri belgelerle bunun mümküniyetini ispatlar, ancak: “Belki de belge sonradan hazırlandığı için sıhhatine bir alamet olmak üzere bu tarz ve şekil tercih edilmiş olabilir.” yorumunu yaparak, belgenin sonradan kopyalandığı fikrine katıldığını gösterir. Belgede iki tarafın ifâdelerine birden yer verilmesini isâbetli bir yorumla “karşılıklı taahhüdün bir tezahürü” olarak nitelendirir; fakat bu kez de mülkün sınırları belirtilirken “Bâzârlu Beg kızı dakı anuñ mukâbelesindedür” ifadesindeki araya sıkıştırılan “-dür” ekinin belirsizliği üzerine eğilerek, eğer bu ek, gerçekten önceki cümlenin son kelimesine aitse, “Bâzârlu Beg kızı” ifadesiyle kastedilenin ne olduğunun belirsiz olduğunu, şayet onun yeri kastediliyorsa buna ilişkin “mülkü” gibi bir ifadenin yer alması gerektiği; veya “-dür” eki bir zuhûl eseri eklenmişse, bu kez “Ferzend” adıyla anılan Pazarlu Beg kızının mülk karşılığında Hünkâr’a ve oğullarına birtakım hediyeler sunduğu manasının çıkacağını, fakat sonraki belgelerde “Ferzend”in bir şahıs adı olarak zikredildiğini, bu nedenle meselenin yine de tam bir açıklığa kavuşturulamadığını ve yeni bir çok varsayımı beraberinde getirdiğini belirtir[22]. Sonuç itibariyle Emecen, mülk-nâmenin orijinal olmayıp, II. Bâyezîd dönemindeki satış dolayısıyla aslına bakılarak sonradan çıkarılmış bir kopya olduğunun kesin gibi olduğu neticesine ererek, tartışmaya ilişkin görüşlerini nihâyete erdirir[23].
Orhan Gâzî’nin 749/1348’de فرزند “Ferzend”e verdiği beratın Topkapı Sarayı Arşiv Kılavuzu’nda yayınlanmasından itibaren başlayan tartışmanın, belgenin şekli ve içeriği hakkındaki farklı yorumlarla şimdiye kadar kısmen aydınlatılmakla birlikte; orijinal mi, sonradan çıkarılmış bir kopya mı olduğu, belgenin verildiği فرزند “Ferzend” adlı kişinin kimliği ve mülk bağışına karşılık verilen hediyelerin kime, kim tarafından ve ne şekilde verildiği gibi içeriğe ilişkin sorunların hâlâ çözümlenemediği açıkça görül-mekte, bu da belgenin yeniden, tarihî kıstaslara göre ayrıntılı olarak değerlendirilmesi zarûretini gündeme getirmektedir.
Orhan Gâzî’nin فرزند “Ferzend”e verdiği 749/1348 tarihli mülk-nâmenin sıhhati üzerinde yukarıda zikrettiğimiz farklı görüşlerin, belgenin fizikî özellikleri ve içeriğine dâir iki farklı perspektif üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Bununla birlikte beratın fizikî problemlerine yönelik iddiâların da önemli bir kısmının, yine içeriği hakkında ortaya konulan sorunlar ve çözülemeyen noktalarla doğrudan bağlantılı olduğu şüphesizdir.
Orhan Gâzî’nin Bursa Beg-sarayı’nda, 749/1348 yılında düzenlenen bu beratın;
– Tuğra,
– Mülk bağışının i‘lâmı,
– Bağışlanan mülkün sınırları,
– Diğer bağış ve armağanlar,
– Şâhidler ve
– Târih kısımları olmak üzere toplam altı kısımdan meydana geldiğini söyleyebiliriz. Bu kısımlardan ilk ikisinin direkt Sultan Orhan’ın mülk bağışını açıklayan ifâdeleri ve onun tescili ile alâkalı olduğu, kalan kısımların ise, -ilk iki kısımla hiç de çelişkili bir durum teşkil etmeyecek şekilde- kâtip tarafından yazıldığı bir gerçektir. Beratın bu kısımlarında ifadenin değişmesini bir çelişki gibi yorumlayanlar, her şeyden önce belgenin gerçekten o zamâna ait olduğuna kesin bir delil teşkil edecek şekilde, basit ve ibtidâî bir formatta düzenlendiği ve mülk bağışından dönülmemesi noktasında, şahitler huzurunda padişah adına bir taahhüdü de gerekli kılan bu beratın, karşılıklı bir sözleşme niteliğini taşıdığı gerçeğini göz ardı etmişlerdir. Bu durumda, ne bağışı yapanın bunu şahitler huzurunda kendi diliyle açıkça ikrar etmiş olmasının, ne bu ikrarı yazan kâtibin ikrarın devamında vezire ve şehzâdelere verilen hediyeleri kendi ifâdeleriyle sıralamasının, ne de yapılan bağışı şahitler huzurunda kayıt altına almasının şaşılacak hiçbir tarafı yoktur.
Kaldı ki, Orhan Gâzî’nin hem kendi ifâdelerine hem kâtibin klasik bağış ve hudut belirleme tasvirlerine, hem de tüm bu işlemlerin şâhidler huzûrunda tasdîkine ilişkin düzenlettiği tek belge bu mülk-nâmeden ibâret de değildir. Sultan Orhan’ın söz konusu araştırmacıların hiçbirinin orijinalliğinde tereddüt etmedikleri 724/1324 tarihli Frasça mülk-nâmesi de اورخان بن عثمان “Orḫān bin ʿOs̱mān” ibareli bir tuğra ve: من كى شجا؏ الدين اورخان بن فخر الدين عثمان “Men kī, Şücāʿe’d-dīn Orḫān bin Faḫrü’d-dīn ʿOs̱mān = Ben ki, Fahreddîn Osmân oğlu Şücâeddîn Orhân’ım…” şeklinde[24], Sultan’ın bağışa ilişkin kendi sözleri ile başlamakta; devâmında bağışlanan mülkün hudutları açıklanmakta, sonra da -çoğu Sultân’ın kardeşleri, aile fertleri ve oğullarından ibâret olmak üzere- sıralanan şahitlerin adları ile son bulmaktadır.
Bu vakfiye, dilinin Farsça olması dışında 1348 tarihli vakfiye/mülk-nâme karışımı belge ile tıpatıp aynı formatta hazırlanmıştır[25] ve bu da belgenin Orhan Gâzî dönemi mülk/vakıf-nâme belgelerinin ortak özelliklerini taşıdığını ortaya koymaktadır[26]. Beratın bu şeklî özelliğine takılıp kalanlar ise, benzeri tüm belgeleri birbiriyle karşılaştırarak bu döneme ait olup-olmadığını ve devrin ortak inşa usulünü yansıtıp-yansıtmadığını tespit etmeye çalışmaları gerektiği aşikâr iken, onu bu belgelerle az-çok benzer ve farklı özellikler taşımasından daha doğal bir şey olmayan sonraki asırların belgeleri ile kıyaslama hatâsından kurtulamamışlardır.
Belgenin format bakımından doğruluğunu bu Farsça mülk-nâme ile tespit ettikten sonra, kim adına düzenlendiği konusu üzerine eğilmek, bu konuda uzun zamandır süregelen tartışmalara ışık tutmak bakımından yerinde olacaktır.
Beratın ilk üç kısmındaki ifâdeler, bize göre hem mülkün vakfedildiği kişinin kimliğini hem de belgenin ikinci kısmında şehzâdelere kim tarafından, hangi sebeple hediyeler verildiğini göstermeye yetecek delillerle doludur. Öncelikle فرزند “Ferzend”in Farsçadaki kelime anlamı, diğer araştırmacıların da işâret ettikleri üzere “Oğul” demektir ve bu ifadenin gerçekten Orhan Gazi’nin oğullarından birini nitelediği aynı cümlenin başında yer alan ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır. Söz konusu kısmın ilk satırlarında Orhan Gâzî, مكتوبݣ سبب تحرير “mektūbuñ sebeb-i taḥrīr”ini açıklarken[27], benzeri diğer hiçbir belgede yer almayan önemli bir vurgu ile, verdiği mülkü: حال صِحّتُمْدَه كمال عَقلُمْ بِرْلَهْ كَنْد مَمْلَكَتُمْده مُتصرّفكَن “Ḥāl-i ṣıḥḥatümde, kemāl-i ʿaḳlum-birle kendü memleketümde mutaṣarrıfiken” ifadesiyle[28] verdiğini özellikle belirtme ihtiyacı hissetmiştir. Mülkün sıradan bir kişiye verilmediğini açıkça ortaya koyan bu ifâdeler dikkatle incelendiğinde, onun bir Sultan olarak bu bağışı henüz sağ iken, aklı başında ve kendi iradesiyle, devletini yönetecek durumda olmasına rağmen yaptığını belirtmesinin, mülkü bağışladığı kişinin tüm bu konularda kendisine ve yetkisine vâris olabilecek konumda biri olduğunu yeterince göstermektedir. Sultan Orhan, kendi devleti sınırları içerisindeki bir yeri, bir daha geri almamak üzere tamamen kendi iradesiyle bağışladığını vurguladığı bu kişiyi زعيم الجيوش والعساكر “Zaʿīmü’l-cüyūş ve’l-ʿasākir” olarak nitelendirmektedir ki[29], biz daha sonraları Orhan’ın diğer oğulları Süleyman Paşa ve Murad Gâzî örneklerinde de görüleceği üzere, bu dönemde kadîm bir Oğuz-Moğol hükümdarlık geleneği olarak; büyük oğlun henüz babası hayatta iken belli bir mülke tasarrufla “ordular baş kumandanı” tâyin edildiğini zâten bilmekteyiz.
“Ferzend”in Orhan Gâzî’nin oğullarından en büyüğünü nitelendirdiği meselesini çözümlemek için ise, öncelikle belgede isimleri zikredilen diğer devlet erkânı ve şehzâdelerin hangi hiyerarşik çerçeveye oturtulduğunu tespit etmemiz lâzım gelmektedir. Bağışlanan bölgenin sınırları çizildikten sonra kâtip, herhangi bir şahıs belirtmeksizin -ki onun bunu, mülkü bağışlayanın kim olduğu belli olduğu için yaptığı açıktır-; ilki hâriç adları açıkça zikredilen oğullarına yaptığı bağışları sırayla açıklamaktadır. Buna göre belgede Sultan’ın فرزند “Ferzend”e yaptığı bağışı müteakip, kâtibin Orhan Gazi gibi kim olduğunu açıklamaya artık gerek duymadığı خواندگار “Ḫūndkār”a on sekiz, سليمان ݒاشا “Süleymān Paşa” ile مراد بگ “Murād Beg”e ikişer ve خليل بگ “Ḫalīl Beg”le ابرهيم بگ “İbrāhīm Beg”e birer at, vezir حاج ݒاشا “Ḥācı Paşa”ya ise bir kırmızı kemha ve bir خاص الخاص / Ḫāṣṣü’l-ḫāṣṣ hil‘at verdiği kayıt altına alınmıştır[30]. Yukarıdaki tespitlerimize dayanarak, burada خواندگار “Ḫūndkār” vasfıyla zikredilenin de belgenin verildiği فرزند / Ferzend’den başkası olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim belgede ikinci kişi olarak Süleyman’ın, ondan sonra bir küçüğü olan Murad’ın, daha sonra ise yaşça birbirini tâkip eden Halil ve İbrahim’in hiyerarşik bir sıralamaya tâbî tutulması ve şehzâdelerden sonra vezirin en son sıraya atılmış olması kayda değerdir. Bu durumda Türkçe “Oğul” anlamına gelen فرزند / Ferzend, şayet Orhan Gazi’nin oğlu değil de sıradan bir komutanını nitelemiş olsaydı, bu siyasî hiyerarşiye nazaran adının şehzâdelerden daha önce anılması imkânsız olurdu.
Oğuz/Moğol hanlık protokolünün cârî olduğu, tıpkı İlhanlılardaki gibi büyük şehzâdenin babası hayatta iken سلطان “Sulṭān” unvanını ve benzeri diğer yüksek vasıfları kullanabildiği, sonraki asırların saltanat/verâset dâvâlarından henüz en küçük bir ize rastlanmayan bu devirde, büyük şehzâdenin خواندگار “Ḫūndkār” olarak vasfedilmesinin aslında şaşılacak hiçbir tarafı yoktur. Orhan Gâzî’nin de babası Osman Gâzî hayatta iken, 1320’den tâ ki onun ölümüne dek müstakil bir Sultan konumunda, tahtta tek başına oturduğu[31]; aynı şekilde 1350’den önce Dâvûd Kayserî’nin Süleyman Paşa’ya sunduğu el-İtḥāfu’s-Süleymānī adlı eserde de, şehzâdenin daha babasının sağlığında iken الساطان المعظم والشهنشاه المفخم … شجاع الدولة والدنيا والدين “es-Sulṭānü’l-muʿaẓẓam ve’ş-Şehinşāhü’l-mufaḫḫam… Şücāʿü’d-devleti ve’d-dünyā ve’d-dīn” gibi yüksek hükümdarlık vasıflarıyla anıldığı unutulmamalıdır[32]. Nitekim Orhan Gâzî’nin yukarıda işâret ettiğimiz 1324 tarihli Mekece vakfiyesinde de derkenara yazılan şâhidler arasında Süleyman’dan önce سلطان “Sulṭān” unvanlı bir oğlu yer almakta ve ondan sonra yaşlarına göre Süleyman ve daha sonra İbrahim’in isimleri sıralanmaktadır. İsim değil, bir vasıf olduğu aşikâr olan سلطان “Sultân” unvânını taşıyan bu büyük şehzâdenin Süleyman’dan önce zikredilmesi de onun 24 yıl sonra adına berat düzenlenen فرزند / Ferzend’den başkası olmadığını kanıtlamaktadır.
Peki Orhan Gâzî’nin bu iki belgede سلطان “Sulṭān” ve فرزند / “Ferzend” unvanlarıyla anılan, buna rağmen varlığı şimdiye dek gölgede kalan bu büyük şehzâdesi kimdir?
Bu soruya ışık tutabilecek yegâne kayıt, Orhan Gâzî’nin ikinci eşi Asparuça Hâtun’un[33] Gemlik yakınlarındaki vakıfları adına düzenlenen Ramazân 723/Eylül 1323 tarihli Arapça vakfiyesinde yer alır. Osman Gâzî’nin gelini Asparuça Hâtûn’a bağışladığı yedi köy ve bir mezranın, daha sonra oğullarına devri nedeniyle çıkan bir dâvâ üzerine Kite Mahkemesi kadısı Mûsâ bin İbrahim tarafından düzenlenen bu vakfiyede, Orhân Beg’in حرم محتره ملرى آسݒرچه خاتون “ḥarem-i muḥteremeleri Asparuça Ḫātūn”dan doğma iki oğlunun adı geçmektedir ki, bunlar: ولدى شرف الله وسهل ابراهيم ابن اورخان بك ابن السلطان عثمان غازى بن ارطغرول “Erṭuġrul oğlu es-Sulṭān ʿOs̱mān Ḫān Ġāzī oğlu Orḫān Beg oğlu Şerefu’llāh ve onun küçüğü İbrāhīm Beg”dir[34]. Dolayısıyla bu vakfiyeye dayanarak, az önce zikrettiğimiz iki belgede Şehzâde Süleyman, Murâd ve Halîl’le birlikte adı geçen İbrahim Beg’in dışında, her ikisinde de adı hiç geçmeyip sadece سلطان “Sulṭān” ve فرزند / “Ferzend” şeklinde anılan bu ismi meçhul şehzâdenin شرف الله ابن اورخان بك “Şerefu’llāh bin Orḫān Beg” olduğu ve onun, Orhan Gâzî’nin Asparuça Hâtûn’dan doğma ilk oğlu olduğu söylenilebilir. Belgede Orhan Gâzî’nin protokol gereği Süleyman Paşa’dan öne aldığı, 1348’den daha önceki bir zaman aralığında babasının seferlerine katıldığı aşikâr olan bu büyük şehzâdenin, hastalık ya da mutat başka sebeplerle daha sonra geri plânda kalmış, ancak Sultan Orhan’ın kadîm devlet geleneğine riâyet maksadıyla burada yine de onu ilk sırada anmış olması kuvvetle muhtemeldir.
Orhan Gazi’nin eşi Theodora’nın babası Kantakuzenos, kroniğinde dâmâdı Orhan (Ορχάνης / Orkhanis)’in 1347 İlkbaharında imparator oluşunu tebrik için ailesi ve maiyetiyle birlikte Σκουταρίον (Skutarion/Üsküdar)’a geçişini anlatırken: “Güzel ziyafetler verildi. İmparator ve Orhan bir sofrada ve Orhan’ın başka bir kadından doğma dört oğlu diğer bir sofrada bulunuyorlardı.” der[35]. Kantakuzenos’un bu izlenimi, tıpkı üzerinde durduğumuz berattaki gibi, bir yıl önce Orhan Gazi’nin Şehzâde Halîl dışında başka kadınlardan (Nilüfer ve Asparuça Hâtûn’lardan) doğma dört oğlunun daha olduğunu, Şehzâde Halîl’in ise bunların dışında Theodora’dan doğma beşinci oğul olduğunu bize bildirmekte; böylece belgede zikredilen فرزند / Ferzend’in, Süleyman Paşa, Murad Beg ve İbrâhîm Beg dışında zikredilen bu dört oğuldan biri olduğunu kesinleştirmektedir.
Mülk-nâme üzerinde fikir yürütenlerden bazıları, Orhan’ın oğullarından Sulṭān’ın ve Ḳāsım’ın isimlerinin zikredilmemesini bir çelişki olarak nitelendirirken, atıf yaptıkları bu belgede Süleyman’dan önce başka bir oğul bulunduğunu göz önünde bulundurmak sûretiyle de olsa belgedeki فرزند / “Ferzend”in kim olduğunu sorgulama yoluna gitmemişlerdir. Bir göz tanığı olan Kantakuzenos’un yukarıdaki kaydı, 1347 yılı İlkbaharında Süleyman Paşa’dan yaşça daha büyük olan شرف الله / Şerefu’llāh’ın da bu ziyafete hazır bulunduğuna, Şehzâde Kasım’ın ise bu tarihte hayatta olmadığına açık bir delil teşkil etmekte ve bu yönde izhâr edilen şüpheleri tamâmen izâle etmektedir.
Belgede Şehzâde Kasım’ın adının geçmemesi, iddia edildiği gibi hiçbir şekilde mülk-nâmenin sıhhatine gölge düşürecek bir durum teşkil etmez. Orhan Gâzî’nin sâdece سليمان / Süleymān ve مراد / Murād adlı iki oğlundan söz eden umum Osmanlı kronikleri dışında, nâdiren قاسم “Ḳāsım” adında üçüncü bir oğlunun daha bulunduğundan söz eden kimi istisnai kaynaklarda, örneğin Tevkı‘î Mehmed Paşa Tārīḫ’inde: “Sulṭān Ḳāsım küçük iken vefāt itdi. Burūsa’da vefāt itdi, anda medfūndur.” denilerek[36], bu varlığı meçhûl şehzâdenin küçük yaşta öldüğü açıkça belirtilir. Dolayısıyla Orhan Gâzî’nin hangi eşinden, hangi tarihte doğduğu ve ne zaman öldüğü konusunda hiçbir bilgiye sâhip olmadığımız küçük oğlu Kasım’ın, bu tarihî verilere göre adının belgeye yansıması zaten beklenemezdi.
Karesi Beyliği’nin 1348 yılında Osmanlılara ilhâkının tamamlandığı ve Süleyman Paşa’nın buraya gönderilerek aynı yıl içinde Rumeli akınlarını başlattığı dikkate alınırsa, Orhan Gâzî’nin Asparuça Hâtûn’dan doğma büyük oğlu Şerefullâh Beg’in, beratın verilişinden birkaç ay sonra vefât ettiği ve büyük şehzâdelik ve ordu komutanlığı görevinin bir sonraki oğul olan Gâzî Süleyman Paşa’ya intikâl ettiği düşünülebilir.
Tüm bunlara ilâveten; Uzunçarşılı’nın belgede Orhan Gâzî’nin Hacı Paşa’ya kırmızı kemha kaftan ile birlikte خاص الخاص “Ḫāṣṣü’l-ḫāṣṣ” da giydirmesinden hareketle, Osmanlılar ’da bu tarihlerden beri bu geleneğin mevcut olduğuna dâir ortaya koyduğu tespitini doğrulayacak ve bu geleneğin çok daha eski asırlardan beri Türkler arasında yaygın olduğunu kanıtlayacak şekilde, Selçuklular zamanında yazılmış kimi eserlerde de خاص الخاص “Ḫāṣṣü’l-ḫāṣṣ”a ilişkin açık atıflar bulunduğunu belirtmemiz gerekir[37].
Belgenin orijinal mi, yoksa sonradan çıkarılmış bir suret mi olduğu tartışmasına gelince; üzerinde basit ve eğreti bir tuğra bulunması, daha önce düzenlenmiş iki önemli belge olan 700/1301 tarihli Çalıca ve 724/1324 tarihli Mekece vakfiyelerindeki gibi bu tuğranın zülfelerinin uçlarının da, yalnız Orhan Gâzî devrine mahsus bir yöntemle sağa dönük olarak çizilmiş olması; kelimelerin büyük çoğunluğunun ve özellikle bâzı eklerin yazılışının XIV. yüzyılın tipik imlâ özelliklerini yansıtması ve sonraki asırlarda metne müdâhale edildiğine ilişkin üzerinde hiçbir iz ve işaretin mevcut olmaması bize göre bu ihtimâli peşinen ortadan kaldırmaktadır.
Orhan Gâzî’nin Rebî’u’l-âhir 749/Temmuz 1348 Tarihli Pambucaḳ-Deresi Mülk-nâmesi
“هو
اورخان بن عثمان
Bu mektūbuñ sebeb-i taḥrīri oldur kim;
Ḥāl-i ṣıḥḥatümde, kemāl-i ʿaḳlum-birle kendü memleketümde mutaṣarrıfiken, zaʿîmü’l-cüyūş ve’l-ʿasākir Ferzend’e -dāme ʿizzehū- Pambūcaḳ-deresi’ni milkligā virdüm, ḥasbeten-li’llāh ve ḫāliṣen li-vechihī ve ṭāliben li-merżātihī ve s̱evābihī ve ḫalāṣiyyen min elīme ʿiḳābihī. Bu günden girü hīç āferīẕenüñ anuñ milkiyyetinā medḫali olmaya, muʿārıż ve müẕāḫim olmaya. Her kimse kī daʿvī ḳıla, daʿvāsı bāṭıl ola ve ẓālim ola, Şerīʿat-ı İslām’da maḳbūl ve meʾḫūẕ olmaya.
Ḥadd-i evvel Ḳaraca-ḳaya, ikinci ḥaddi Asarlıḳ, üçinci ḥaddi Ḳozcuġaz deresi, dördünci ḥaddi Ḫātūn yirine irişür; Bāzārlu Beg ḳızı daḳı anuñ muḳābelesindedür.
Ḫūndkār’a on sekiz yunt virdi, irkek ḳolınlu. Süleymān Paşa’ya bir eyü ḳatır ve bir tazı at virdi. Murād Beg’e bir tazı at ve bir al at virdi. Ḫalīl Beg’e bir at virdi. İbrāhīm Beg’e bir at virdi. Ḥācı Paşa’ya vezīrlik bir ḳırmuzı kimḫa, bir Ḫāṣṣü’l-ḫāṣṣ virdi.
Şuhūd-ı ʿudūl ki, bu mektūbuñ mażmūnın ḥāżırdılar, ẕikr ḳıldılar:
Şehede bi-mā fīhi: Sinānü’d-dīn el-Faḳīh
Şehede bi-mā fīhi: Ḥācı Paşa
Şehede bi-mā fīhi: Temür-boġa
Şehede bi-mā fīhi: Yūsuf
Şehede bi-mā fīhi: Nuṣret Beg
Şehede bi-mā fīhi: Bahādur
Şehede bi-mā fīhi: Ṭaş-temür Aġa
Ketebe fī evāḫir-i Rebīʿu’l-āḫir, sene tisʿa ve erbaʿīn ve sebʿa-mīʾe.” (TSMA, nr.: E.10789)
* Bu makale daha önce dört bölüm hâlinde; Hakikat AİD, I: XXII/264 (Eylül 2015), s. 46; II: XXII/266 (Kasım 2015), s. 46-47; III: XXII/268 (Ocak 2016), s. 45-46; IV: XXII/269 (Şubat 2016), s. 44-45’te yayımlanmıştır.
[1] Orhan Gâzî döneminden günümüze aslî şekliyle intikâl eden bu mülk-nâmelerden en eski tarihlisi 15 Rebî‘u’l-evvel 724/12 Mart 1324 tarihli Farsça Mekece vakfiyesi (Bk. İBB Atatürk Kitaplığı Yzm. Muallim Cevdet, Ferman, nr.: 10) ve ikinci olarak burada üzerinde durduğumuz 749/1348 tarihli mülk-nâmedir.
[2] Aslı yıllar önce kaybolan, günümüze ancak fotokopisi ulaşan mevcut en eski Osmanlı resmî belgesi olan bu mülk-nâme hakkında, bk. Feridun M. Emecen, İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, Timaş Yayınları, İstanbul 2012, s. 309-311; Hakan Yılmaz, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Târihine ve Osmân Gâzî’nin Sakarya Fetihlerine Işık Tutan En Eski Vesîka: 1301 (H. 700) Târihli ‘Çalıca Mülk-nâmesi”, Hakikat AİD, XVIII/215 (Ağustos/2011), s. 44-46.
[3] Krş. Mecmūʿa, İ.Ü. Ktp. TY, nr.: 5738, vr. 82a. 754 Safer/1353 Mart tarihini taşıyan bu berat, Orhan Gâzî tarafından Taşköprü’deki Hamza Fakih’e Akpınar Çiftliği’nin verilmesi nedeniyle düzenlenmiştir. Belge ilk kez S. Adnan Erzi tarafından şu makalenin içinde bilim dünyasına tanıtılmıştır: “Türkiye Kütüphanelerinden Notlar ve Vesikalar-I”, Belleten, XIV/53 (1950), s. 101, 104.
[4] Ma‘ârif Vekâleti, Topkapı Sarayı Müzesi Arşiv Kılavuzu, I, Devlet Basımevi, İstanbul 1938, Levha: 1.
[5] Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr.: E. 10789.
[6] Krş. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Osmanlı Tarihine Ait Yeni Bir Vesikanın Ehemmiyeti ve İzahı ve Bu Münasebetle Osmanlılarda Vezirlere Dair Mütalea”, TTK Belleten, III/9 (1939), s. 99-106.
[7] P. Wittek, “Les Archives de Turquie”, Byzantion, XIII (1938), p. 667.
[8] H. Scheel, “Compte rendu de Topkapı Sarayı Arşiv Kılavuzu, fasc. 1 (İstanbul 1938)”, Zeitschrift der Deutschen Morgenländischen Gesellschaft, 93/2-3 (1939), p. 410.
[9] Krş. Hüseyin Hüsâmeddîn, “Orḫān Beg’iñ Vaḳfiyyesi”, TTEM, XVI/17 (94), Eylûl 1926, s. 292-298.
[10] Krş. İ. H. Uzunçarşılı, a.g.m. (1939), s. 99-102.
[11] Krş. Uzunçarşılı, a.g.m. (1939), s. 103-106.
[12] İ. H. Uzunçarşılı, “Gazi Orhan Bey Vakfiyesi”, TTK Belleten, V/19 (Temmuz 1941), s. 277-288.
[13] Krş. Uzunçarşılı, a.g.m. (1941), s. 277-279.
[14] S. Adnan Erzi, “Türkiye Kütüphanelerinden Notlar ve Vesikalar I.”, TTK Belleten, XIV/53 (Ocak 1950), s. 85-105.
[15] Krş. A. Erzi, a.g.m., s. 101-105.
[16] G. Elezovic, Turski Spamenici, Beograd 1952, I/1, pp. 1107-1110; I/2, pp. 218-220.
[17] Irene B. Steinherr, Recherches sur les Actes des régnes des Sultans Osman, Orkhan et Murad I, München 1967.
[18] I. Steinherr, a.g.e., s. 106-110.
[19] Şinasi Tekin, “Gazi Teriminin Anadolu ile Akdeniz Bölgesinde İtibarını Yeniden Kazanması”, Tarih ve Toplum, XIX/110 (Şubat 1993), 77-80.
[20] Feridun Emecen, “Orhan Bey’in 1348 Tarihli Mülknamesi Hakkında Yeni Bazı Notlar ve Düşünceler”, İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, II. Baskı, İstanbul 2012, s. 297-311.
[21] Emecen, a.g.e., s. 297-302.
[22] Emecen, a.g.e., s. 302-306.
[23] Emecen, a.g.e., s. 306-309.
[24] İBB Atatürk Kitaplığı, Muallim Cevdet, Fr. nr.: 10, st. 1.
[25] Mülk-nâmenin şehzâdelere yapılan bağışlarla ilgili kısmı hariç, tüm kısımlarının sıralaması ve içeriği diğerininkiyle tıpatıp aynıdır. Özellikle burada, şâhidler kısmının giriş metni olan: شهود عدول كه بو مكتوبگ مضمونن حاضردلر ، ذكر قلدلر “Şuhūd-ı ʿudūl ki, bu mektūbuñ mażmūnın ḥāżırdılar, ẕikr ḳıldılar” cümlesinin (st. 19-20), yirmi dört yıl önce düzenlenen bu belgede yer alan Farsça بگواهي جماعتى كى حاضر بودند شهدوا علي cümlesinin Türkçe ifadelerle aynı tarzda düzenlenmiş bir başka versiyonu olması dikkate şâyândır (a.g.b., st. 13).
[26] Buna Orhan Gâzî’nin her iki belgeden çok daha önceki bir tarihte, 700/1301’de düzenlenen Çalıca vakıf-nâme ya da mülk-nâmesini de dâhil etmek mümkündür. Mülk-nâme formatına daha yakın bir tarzda, oldukça kısa bir metin hâlinde hazırlanan bu belgede Şehzâde Orhan’ın وقف ايلدم ، وقف اوله “…vaḳf eyledüm, vaḳf ola.” ifâdesini kullanmış olması (a.g.b., st. 2-3); tüm bu belgelerin ilkel bir yöntemle, vakfiye/mülknâme karışımı bir tarzda hazırlandığını ve sıhhatine açık bir delil teşkil edecek şekilde, tümünün ortak bir dille bu devrin klasik mülk-nâme/berat üslûbunu yansıttığını gözler önüne sermektedir.
[27] Krş. a.g.b., st. 1.
[28] Krş. a.g.b., st. 1-2.
[29] Krş. a.g.b., st. 2-3.
[30] Krş. a.g.b., st. 13-19.
[31] İbn Kemâl, Tārīḫ-i İbn Kemāl, Millet Ktp. Ali Emîrî, Tarih, nr.: 30, vr. 33a, 34a.
[32] Krş. Dâvûd el-Kayserî, el-İtḥāfu’s-Süleymānī fī’l-ʿAhdi’l-Orḫānī, Millet Ktp., Arabî, nr.: 2173, vr. 2a-2b. Bu eserin mukaddimesinde zikredilen vasıfların tarihî açıdan önemine ilk kez beş yıl önce yayımlanan şu makalemizde değinmiştik: Hakan Yılmaz, “Dâvûd-ı Kayserî’nin, Orhan Gâzî’nin Oğlu Süleymân Paşa’ya İthâf Ettiği Eseri: ‘el-İthâfu’s-Süleymânî fî’l-‘Ahdi’l-Orhânî’”, Hakikat AİD, XIX/200 (Mayıs 2010), s. 42-45.
[33] Orhan Gâzî’nin Nilüfer Hâtûn’dan sonraki ikinci eşi olan Asparuça Hâtûn’un adı, şimdiye kadar yapılan birkaç çalışmada “Asporça” ve “İsporçe” gibi iki farklı şekilde okunmuşsa da, Grekçe hiçbir anlam ifâde etmeyen her iki okunuşun da vakfiyede yazılan adın aslını temsil etmediği açıktır. Kimi seslerin bâzen harfler yerine harekelere odaklandırıldığı XIV. yüzyılın basit yazım tarzına ( اسݒرچه ) bakılırsa, bu ismin doğru olan şekli Y. İskender Hoçi’nin işâret ettiği gibi, Grek avam dilinde “Beyaz” anlamına gelen: “ ͐Ασπρούτσα / Asparuça” (= آسْݒَرُچَه ) olmalıdır. Krş. Yanko İskender Hoçi, “Şehzāde Ḫalīl’in Sergüzeşti”, TOEM, V (Nisan 1327), s. 444. İmparator II. Andronikos’un kızına bu ismi beyaz tenli olduğu için koymuş olması büyük bir olasılıktır. Nitekim daha önce ismin Grekçe herhangi bir anlam ifade etmediğini fark eden Sn. Semavi Eyice, geçen yıl kendisiyle yaptığım bir görüşmede bana ismin başka bir anlamı olup-olmadığını araştırmamın yerinde olacağını söylemiş; kendisine Hoçi’nin bu tespitini hatırlatıp onunla aynı kanaatte olduğumu söylediğimde bu isâbetli tespite fikren o da iştirak etmişti.
[34] VGMA, D. 590/181, 208, st. 17.
[35] Ioannes Kantakouzenos, Historiae (I-III), L. Schopen, CSHB, Bonn 1828-1832, I, 107-110.
[36] Küçük Nişâncı Mehmed Paşa, Tārīḫ-i Münteḫab-ı Āl-i ʿOs̱mān, Harvard University Library, MS Turk, nr.: 8, vr. 38a. Bursa’da ölmüş olan Şehzâde Kāsım’ın sandukası, babası Orhan Gâzî’nin türbesinin içinde, Asparuça Hâtûn ve oğlu İbrâhîm Beg’in sandukalarının yanında yer alır ki, bu da küçük Kāsım’ın Asparuça’dan doğma olduğu ihtimâlini akla getirir.
[37] Meselâ, krş. Ahmed Fakih, Kitâbu Evsâf-ı Mesâcidi’ş-Şerîfe, haz.: Hasibe Mazıoğu, TDK Yayınları, Ankara 1974, s. 37-38, 94-95.