Osmanlı Kuruluş Devri’ni “Seyâhat-nâme”lerden Okumak |
Literatürde * önemli bir tür olarak karşımıza çıkan seyâhat-nâmeler, birinci elden çağdaş kaynak konumunda bulundukları ve içlerinde özgün tasvirler barındırdıkları için tarihî, coğrafî, edebî ve sosyo-kültürel araştırmalarda haklı olarak ilk sıralarda yer alır. Bir târih kaynağı olarak ise seyâhat-nâmeler, çoğu zaman resmî vekâyi‘-nâmelerden, Saray elitleri ya da âlim-şâir çevrelerinin yazdıkları özel eserlerden bile daha nitelikli ve tarafsız bilgiler edinilmesini sağlayan özgün kaynaklardır.
Bir seyyahın kendi vatanından çok çok uzakta bulunan, sosyo-kültürel açıdan tamamen farklı bir coğrafyada, dıştan bakan bir gözle aktardığı sıcak izlenimler; o zaman dilimi içinde yaşadıkları işitilen, ancak haklarında çok az şey bilinen milletler, devletler, hükümdarlar, dinî çevreler ve halk kitlelerinin dinî, siyasî, askerî, sosyal ve geleneksel yaşamları hakkında, genellikle tarafgirlikten uzak, objektif ve ilk elden bilgiler edinilmesine geniş bir imkân sağlamaktadır.
Bu kendine özgü, tarafsız ve güvenilir yapısı nedeniyle seyâhat-nâmelerin, tüm bu konularda orijinal birer “târih kaynağı” olarak, “Osmanlı tarihinin en karanlık evresi” olarak nitelendirilen Kuruluş devri hakkında da çağdaş resmî belgelerden sonra en nitelikli, özgün ve ayrıntılı bilgiler içeren kaynaklar olduğu peşinen söylenilebilir.
Osmanlı Kuruluş Devrinde Yazılan Seyâhat-nâmeler
Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde erken târihlerde kaleme alınmış toplam üç Seyâhat-nâme ya da bu kapsama giren eserler te’lif edilmiş olup, bunların üçü de Orhan Gâzî’nin saltanatının ilk on yılına târihlenmektedir. Bu çağdaş Seyâhat-nâme’lerden ilki Şa‘bân 724-Muharrem 725 / Haziran-Aralık 1324 tarihleri arasında Orhan Gâzî’yi Bursa Sarayı’nda ziyârete gelen Seyyid Hacı Kāsım el-Bağdâdî’nin (ö. 750/1350) muhtasar Seyâhat-nâme’si; ikincisi 732/1332 sonlarında tüm beylik coğrafyası ile birlikte Orhan’ın “memleket”i sınırları içindeki Bursa, İznik, Geyve, Yenice (Taraklı) ve Mudurnu beldelerini dolaşan ünlü Tancalı seyyah İbn Battûta’nın (ö. 770/1368-69) Tuhfetü’n-Nüzzâr adlı mufassal seyâhatnâmesi; üçüncüsü ise Anadolu beylik halkından olup Osmanlı coğrafyasına gitmiş ya da onlar hakkında bilgi edinmiş iki ayrı görgü şâhidinden naklen, Osmanlılar ve diğer komşu beylikler hakkında oldukça önemli bilgiler aktaran ünlü Arap coğrafyacı ve târihçi Şihâbüddîn Fazlullâh el-‘Ömerî’nin (ö. 749/1349) Mesâlikü’l-Ebsâr fî Memâlikü’l-Emsâr adlı çağdaş eseridir.
1.Hacı Kāsım el-Bağdâdî ve Muhtasar Seyâhat-nâmesi
Abdülkâdir-i Geylânî’nin yakın akrabalarından olup oldukça uzun bir ömür sürmüş olan Hacı Kāsım el-Bağdâdî, Şeyh’in torunu Abdürrezzâk Geylânî’den icâzet alarak Bağdat’ta irşada başladığı 646/1248 yılından, vefat edeceği 750/1350 yılına kadar Irak, Mısır ve Anadolu coğrafyasında dolaştığı tüm beldeleri ve yaşadığı ilginç hâdiseleri, otobiyografik bir formatta yazdığı muhtasar Seyahat-nâme’sinde tasvir etmiştir. Onun XIII.-XIV. yüzyıl İslâm ve Tasavvuf târihine ilişkin çağdaş gözlemlerini özgün ve sıcak bir üslûpla aktaran bu çağdaş kaynağın, ahfâdı aracılığıyla günümüze biri orijinal, diğeri istinsah olan ikisi yazma, biri rulo şeklinde toplam üç nüshası ulaşmıştır. Varlığı vakıf ve tahrîr kayıtlarına açıkça yansıyan bu sûfî seyyah, milâdî 1324 yılının ikinci yarısını Bursa’da, Orhan Gâzî’nin Beg-sarayı’nın bulunduğu çevrelerde geçirmiş; Orhan’la ilk karşılaştığı gün gördüklerini ve yaşadıklarını, özellikle vedâlaştığı anlardaki izlenim ve hâtırâlarını eserine gün, ay ve yılı ile birlikte titizlikle kaydetmiştir (Bk. Seyâhat-nâme’-i Bağdâdî, Orijinal nüsha, vr. 26b, st. 10 / vr. 28b, st. 9).
O târihlerde Cizre Beyliği sınırları içerisinde bulunan “Si‘irt” yakınlarındaki “Şîrvân” nâhiyesine yerleştiği 723 yılı Muharrem / 1323 yılı Ocak ayında yaptığı Hacc ziyâretinin ardından, Suriye ve Mısır’da bir yılı aşkın bir süre kaldıktan sonra oğlu Muhammed’le birlikte Cemâziye’l-âhir 724/Haziran 1324’te Batı Anadolu Türkmenleri’nin Bursa’daki öncüsü Sultan Orhan’ın yanına gelmiş; burada özellikle Bursa Sarayı’nın fiziksel görünümü ve ilk Osmanlı bürokrasisinin teşekkülüne ilişkin ilginç ayrıntılar müşâhade etmiştir. Onun ifâdesine göre Bursa’ya geldiği sırada şehrin fethinin üzerinden henüz iki yıl geçmişti.
Orhan’ın tahta müstakil olarak çıktığı yılın ikinci yarısında, Beg-Sarayı’nda elit bir statüde ağırlanan Şeyh Bağdâdî, bir görgü şâhidi olarak yeni vefât ettiği için “merhûm u mağfûr” diye andığı “Osmân Hân”ı, oğlu Orhan’la birlikte “Sultânü’l-İslam”, “Sultân”, “Gâzî” ve “Mücâhid” unvanlarıyla vasfetmiş; hattâ Sultan Orhan’ı daha da genelleyici bir statü ile: “Halîfetü’l-‘Âlem: Yeryüzünün Hâlifesi” şeklinde tavsif etmiştir. Ayrıca kendisinden duâ isteyen Gâzî Sultan Orhan’a, o ânâ kadar yaptıkları “gazâ” ve “cihâd”ın şöhretinin tüm İslâm ülkelerine yayılıp kendi kulağına dek ulaştığını gösteren ilginç duâlar etmiştir.
Yakın zamâna dek târihî kimliği bilinmeyen bu çağdaş İslâm sûfîsinin nazarında, Gâzî Sultan Orhan’ın büyük ve âdil bir “Sultân” oluşunu belirleyen dinî, sosyal ve siyasî faktörler; kâfirlerle gazâ edip İslâm topraklarını sürekli genişletmesi, yoksulları ve fakirleri doyurmak için ‘imâretler/aş-hâneler inşâ ettirmesi ve diğer İslâm hükümdarlarının topraklarına göz dikmeyip onlara düşmanlık etmekten imtinâ etmesidir. Sultan Orhan ve neslinin “âhir zamâna dek” tahtta oturmaya devâm edeceğini keşfen tespit edip bundan dolayı onu tebrik eden ve bir görgü şâhidi olarak Orhan’ın sarayında bir Taht odası ve Saltanat Dîvânı, Dîvân’ının kapısında hazır bekleyen birer “Vezîrü’l-a‘zam”ı ile “Şeyhü’l-İslam”ı bulunduğunu gören Kāsım Bağdadî, ondan vakıf alanı için bir vakfiye düzenletmesini istediğinde, onun vakfiyesi üzerine tuğrasını (“türre”) bizzat kendi eliyle çektiğini gözlemlemiştir.
Bursa’dan Urfa’ya ve bilâhare Şirvan’a dönen Bağdâdî, burada yirmi beş yıl daha irşad faaliyetlerine devâm ettikten sonra, 750/1350’de çıktığı son Hacc yolculuğu sırasında vefât etmiş ve vasiyetine uygun şekilde oğlu Şeyh Haydar tarafından Hazret-i ‘Osmân’ın Medîne’de bulunan türbesinin ayak ucuna defnedilmiştir.
2.İbn Battuta ve Tuhfetü’n-Nüzzâr’ındaki Çağdaş Kayıtlar
Orhan Gâzî devrinde Batı Anadolu’ya gelmiş en meşhur ve en kapsamlı Seyâhat-nâme’nin yazarı olan İbn Battûta, Hacı Kāsım el-Bağdâdî’den sekiz yıl sonra, 732/1332 yılı civârında Batı Anadolu’ya gelmiş ve Osmanlılar’la diğer beylik topraklarının önemli bir kısmını gezmişti. Onun Tuhfetü’n-Nüzzâr fî Garâ’ibü’l-Emsâr ve ‘Acâ’ibü’l-Esfâr adını verdiği seyahat-nâmesi, Selçuklular’ın sınır boylarına vâris olan Türkmen beyliklerinin siyasî, dinî, askerî, coğrâfî ve sosyo-kültürel altyapıları hakkında önemli ayrıntılara ışık tutmakta kalmaz; Bağdâdî’nin notlarına eşdeğer şekilde, bu dönem tasavvuf çevrelerinin yaşam tarzı, sınıfları ve uygulamaları hakkında da araştırmacılara paha biçilmez bir tarihî malzeme sunar.
Seyyid Kāsım’a eşdeğer şekilde, Karesi Beylik merkezinden sonra Osmanlı Beylik topraklarına gelen İbn Battûta da, “Sultân ‘Osmâncuk”un oğlu olduğunu belirttiği “Bursa Sultânı İhtiyârü’d-dîn Orhân Beg”de diğer Türkmen “Sultân”larına nisbetle büyük bir üstünlük bulunduğunu fark etmiş ve onu: “Türkmen hükümdarlarının en büyüğü, en güçlüsü ve mal, şehir ve ‘asker bakımından en üstünü” olarak nitelendirmiştir (Tuhfetü’n-Nüzzâr fî Garâ’ibü’l-Emsâr ve’l-‘Acâ’ibü’l-Esfâr, Beyrut, Dârü’s-Sâdır, ts., s. 308). Ayrıca o -yine Bağdâdî’nin kayıtlarıyla örtüşecek biçimde- direkt Sultan Orhân veya etrâfındaki Türkmenler’den naklen; Bursa’nın bizzat hayatta iken ‘Osmân Gâzî tarafından fethedildiğini, onun İznik’i de yirmi yıl kuşatmasına rağmen fethini göremeden vefât ettiğini, burayı ancak ölümünden sonra oğlu Orhan’ın fethettiğini de haber vermiştir (a.g.e., s. 308).
3.İbn Fazlu’llâh el-‘Ömerî’nin Mesâlikü’l-Ebsâr’ına Göre Orhân’ın Memleketi
Orhan Gâzî dönemi seyâhat-nâmelerine eşdeğer üçünü çağdaş eserin müellifi olan Şihâbüddîn Fazlu’llâh el-‘Ömerî, İlhanlılar’ın hâkimiyeti altındaki Sivri-hisâr Beyliği şeyhlerinden Şeyh Haydar el-‘Uryân’dan naklen yazdığı “Memleket-i Bilâd-ı Orhân bin ‘Osmân” adlı bâbda (bk. Mesâlikü’l-Ebsâr, Ayasofya, nr. 3416, vr. 99a, st. 5-13) ve Cenova’lı bir asil-zâde olan “Balabân”dan işittiklerinden derlediği “Memleket-i Bûrsa” başlığı altında (vr. 109b, st. 9 / vr. 110a, st. 9), “‘Osmân” ya da “Tomân”-oğlu Orhân’ın Bizans kayseriyle savaşları, toplam asker sayısı; beyliğinin başkenti, ekonomik gücü ve sosyo-kültürel yapısı hakkında önemli bilgiler vermiştir.
Çağdaş Seyahatnâmelerin Kuruluş Devri’nin Tartışmalı Meselelerine Bakışı
Seyahat-nâmelerin birer târih kaynağı olarak özgün, sağlam ve güvenilir bilgiler vermedeki önemine yukarıda değinmiştik. Bu inşâ türü, Osmanlı Devleti’nin uzun süre karanlıkta kalan ve bu nedenle çoğu kez dinî, siyasî ve ideolojik yorumlara mâruz kalıp aslî çizgisinden saptırılan Kuruluş devrinin tartışmalı meselelerine de kesin ve kusursuz çözümler sağlayan, çağdaş en orijinal ve güvenilir kaynakların başında gelmektedir.
Osmanlı Devleti’ni kuran etnik zümrenin dinî, kavmî, siyâsî ve askerî yapısının mâhiyeti hakkında XIX. yüzyılın ortalarında başlayıp, XX. yüzyılın başlarında daha da harâretlenen akademik tartışmalarda ilk Osmanlılar’ın dinî ve tasavvufî anlayışı, etnik menşei ve sosyal ya da siyâsî statülerine yönelik olarak biri diğerinden daha hoyratça ve farklı yönlerde seyreden çeşitli iddiâlar ortaya atılmış; döneme özgü orijinal bir kaynak ve belge bulunmadığı sözde savunusu da, bu spekülatif görüşleri temellendirmek için uzun bir süre bahâne olarak kullanılmıştır.
Seyâhat-nâmelerin bu gibi kuruluş tartışmalarına ışık tuttuğu ilk mühim nokta Osmanlı Devleti’nin kurucusunun gerçek adının ne olduğu meselesidir. Çağdaş pek çok kaynak, belge ve Osman Gâzî’nin üç ayrı sikkesine yansıyan şekliyle; bu üç seyâhat-nâmede de kurucu Sultân’ın ismi açıkça “‘Osmân” ve “‘Osmâncuk” şeklinde verildiği gibi; el-‘Ömerî’nin Balaban’dan aktardığı metinde -bazı çağdaş kavmî/destânî eserlerde de rastlandığı şekliyle-, ayrıca “Tomân” (Teoman) şeklinde de zikredilmiştir (a.g.e., vr. 99a, st. 5; vr. 109b, st. 11). 744/1344’te kaleme alınmış bir Velâyet-nâme’nin içine aktarılan“Mîr (Emîr) ‘Osmân” adına yazılmış eski bir monografinin özetinde de ismin bu şeklinin: “Ana ve ata çağırmalu olıcak: ‘’Osmâncuk!’ diyü çağırurlardı.” cümlesiyle aynen tekrar edilmiş olması kayda değerdir (Ankara Millî Ktp., Yz. A.8597, vr. 147b, st. 9-10). Bunlardan el-‘Ömerî, çağdaş özgün bir kaynak olarak; onun -aynı dönemde- hem aslî şekliyle “‘Osmân”, hem de kavmî bir lakap olarak “Toman” ismiyle anıldığını kesin olarak te’yid etmektedir.
Bu üç eserden özellikle İbn Battûta Seyahat-nâmesi’nin aydınlattığı ikinci önemli nokta ise, Osmanlılar’ın ve diğer Anadolu Beylikleri’nin Sünnî mi, râfızî mi oldukları yönünde sürdürülen dinî ve ideolojik tartışmalardır. O bu beyliklerin tümünü gezmiş bir görgü şâhidi olarak: “Bu beldelerdeki halkın hepsi Ebû Hanîfe -radıya’llâhu ‘anh-in mezhebi üzerindedir, Sünnîliğe sıkı sıkıya bağlıdırlar. Aralarında kaderî, râfızî, mu‘tezilî, hâricî ve mübtedi‘ bulunmaz.” diyerek bu konudaki yersiz iddiâları kesin olarak ortadan kaldırmıştır (s. 283-284). Müellifin eserindeki Ahî zâviyelerine ilişkin özgün anlatıları ve özellikle “Ahî Şemsü’d-dîn”in zâviyesinde kaldığını gösteren ilginç satırları (s. 309), Ahîliğin mâhiyeti hakkında ilk elden bilgiler edinmemizi sağlamakla kalmaz; Neşrî’nin Şeyh Edebâli’nin kardeşi olduğu belirttiği bu Ahî şeyhinin (bk. Neşrî, Ğıhânnümâ, Band I, nşr.: F. Taeschner, Leipzig 1951, s. 26) bizlere gerçek tarihî bir kimlik olduğunu da tespit imkânı kazandırır.
Seyâhat-nâmelerin çözümlediği bir başka önemli mesele de; Paul Wittek’in 1938’de ortaya attığı, Osmanlılar’ın “Oğuz” menşeinin II. Murad döneminde uydurulmuş siyasî bir yorum olduğu ve son zamanlarda maksatlı olarak tekrarlanan “Türk” bile olmadıkları yönündeki çarpık ve akıllara zarar iddiâlardır. İbn Battûta ve el-‘Ömerî çağdaş birer müellif olarak, Batı Anadolu’daki beyliklerin tümünü etnik açıdan “Türkmân”, “Türk” ve “Etrâk” ortak nisbeleriyle andıkları gibi; hâssaten İbn Battuta “Oğuz/Türkmen” oldukları aşikâr olan bu beylerin hepsiyle birlikte “Sultân ‘Osmâncuk oğlu Sultân Orhân Beg”i de bir “Türkmân” hükümdârı, hattâ onların “en büyüğü ve üstünü” olarak vasıflandırmıştır (s. 308-309). Bu iki çağdaş niteleme; Osmanlılar ve diğer Batı Anadolu Türkmen beyliklerinin tarihî ve topografik başkaca kanıtlarla da sâbit olan etnik kökenlerinin Oğuz/Türkmen menşeinden başka bir şey olmadığını kesinlik noktasına taşımaktadır. Nitekim ‘Osman Gâzî ile oğlu Sultan Orhân’ın çağdaşı ve İslâm târihçiliğinin babası olan İbn Haldûn da (ö. 808/1406), Kitâbü’l-‘İber’de Osman Gâzî’yi tıpkı çağdaşı İbn Battûta gibi: “‘Osmâncuk et-Türkmânî” isim ve nisbesiyle anarak, hem gerçek adının “‘Osmâncuk” olduğunu, hem de müslüman bir “Oğuz/Türkmen” hükümdârı olduğunu açık ve net bir ifâdeyle doğrulamıştır (a.g.e., V, Bulak Matba‘ası, Mısır 1868, s. 163).
Bağdâdî ve İbn Battuta’nın seyahat notlarında “‘Osmân” ve oğlu “Orhân”ı “Beg” Türkçe unvânının yanı sıra “Sultân” ve “Sultânü’l-İslâm” siyâsî statüleriyle de anmaları, ilk Osmanlı hükümdarlarının İlhanlı hâkimiyeti nedeniyle “Sultân” unvânını kullanamadıkları yönündeki mesnedsiz iddiâları da çürütecek değerde tarihî bir önem taşır.
Ayrıca el-‘Ömerî’nin aktardığı iki farklı bilginin tenkidi bizi, Orhan’ın ordusunun ortalama otuz-otuz beş bin askerden oluştuğu sonucuna ulaştırdığı gibi; Bağdâdî’nin merhum “es-Sultân ‘Osmân”la oğlu “Orhân”ı: “İslâm dîni uğrunda cihâd eden” birer “Gâzî” olarak tanıtması da, onların bu savaşları hakîkaten dinî amaçlarla yaptıklarını doğrulayan çağdaş târihî birer kanıttır.
Seyahat-nâmelerde aynı ortak noktalarda buluşan bu tarihî veriler, Osman Gâzî ve Orhan Gâzî adına düzenlenmiş en eski ve en orijinal belge olan, kısa bir süre önce keşfettiğimiz köhne Âl-i ‘Osmân Şecere’sinde verilen bilgilerle de tamâmen uyuşmaktadır. Bu rulo Şecere’nin içinde soyu açık bir biçimde “Oğûz Hân”a dayandırılan kurucu hükümdar “es-Sultân Osmân Hân-ı Gâzî” ve “sevgili oğlu” ikinci Osmanlı hükümdârı “es-Sultân Orhân bin ‘Osmân-ı Gâzî”nin, başta Selçuklular olmak üzere kadîm Türk-İslâm devletlerinin devâm ettiricisi ve zuhûru beklenen en büyük temsilcisi olma iddiâsını taşıdıkları, bu eski belgede yer alan Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’e odaklı ilginç bir Hadîs ışığında tamamen netlik kazanır. Osmanlılar’ın “Şamanist” oldukları ya da “Türk olmadıkları” (!) yönünde ortaya atılan gülünç ve akıldan uzak iddiâları kökünden silip kazıyacak şekilde, onların “Müslüman” dinî ve “Türk” etnik kimliğini bünyesinde birleştirip her ikisiyle de özdeşleşmiş olan, gelmiş-geçmiş en seçkin “Türk-İslâm” hânedânı olduklarını netleştiren bu özgün materyal, Seyyid Kāsım’ın “Orhân”ı neden “Halîfetü’l-‘Âlem / Yeryüzünün Halîfesi” diye tanıtarak, babasıyla birlikte niçin diğer Türkmen beylerinden daha üst bir konuma yerleştirdiğini; hangi sebeple Mısır’dan kalkıp özellikle onun tahtgâhı Bursa’ya geldiğini ve kendisini tahtına dâvet edince neden onu: “O taht, âhir zamâna kadar sana ve senin evlâdına mübârek olsun!” diye tebrik ettiğini de çağdaş orijinal bir vesîka olarak açıklar. Aynı şekilde İbn Battuta’nın, Seyyid Kāsım’ın bu tasvirleriyle ötüşecek şekilde “Sultân Orhân”ı: “Ekberi mülûki’t-Türkmân = Türkmen hükümdarlarının en büyüğü” diye vasfedip, tanıştığı diğer Türkmen beylerinden daha üstün bir “Sultan” olarak göstermesinin sebebi de, yine bu köhne Şecere’de Orhan’ın babası “‘Osmân bin Tuğrûl”u o sırada: “hem Selçûk Sultânı’nın kullarının elindeki memleketlerin tümü, hem de Sultân’ın vilâyeti dışında kalan diğerleri üzerinde hükmünü yürütmeye devâm eden” büyük bir “Sultân” olarak gösteren kayıtlar ışığında ortaya çıkar (Şecere / Son kısım: “‘Osmânîler’in Kıssası, Saltanatlarının Sebebi ve Her İkisinin Fasılları” başlıklı metin, st. 20-21).
Bunlara ilâveten; Kāsım Bağdâdî ve İbn Battûta’nın gezi notları, Osmanlı kroniklerinde bir muammâ olarak karşımıza çıkan Bursa’nın fetih târihi tartışmalarına da çözüm getiren çağdaş özgün birer kaynak olma ayrıcalığına sahiptir. Neşrî’nin Cihân-nümâ’sında kesin bir te’yidle: “Hîç nizâ‘ (tartışılacak taraf) yoktur.” diyerek verdiği “722/1322” târihini (a.g.e., II, s. 58) doğrulayacak şekilde; Bağdâdî 724 Şa‘bân/1324 Hazîran’ında geldiği sırada Orhan’ın Bursa’yı “kâfirlerin elinden alalı henüz iki yıl olduğunu” söyleyerek aynı târihe gönderme yaptığı gibi; ondan sekiz yıl sonra şehri gezmiş olan İbn Battûta da, 724/1324 yılı başında öldüğü Asparuça Hâtûn ve Mekece vakfiyeleriyle sâbit olan “es-Sultân ‘Osmâncuk”un henüz hayatta iken “Rûm’un elinden Bursa şehrini feth etmiş” olduğunu aynı paralellikte vurgulamıştır (s. 308). Birer göz tanığı olan bu iki seyyahın açık ifâdeleri, bir sonraki asırda tek bir kaynak grubuna hatalı bir şekilde yansıyan 726/1326 târihini anlamsız bir şekilde zorlayıp diretenlerin tam aksine, Bursa’nın 722/1322’de fetholunduğunu ve Osman Gâzî’nin o sırada hayatta olduğunu da güvenilir bir biçimde anlamamıza katkı sağlar.
Seyâhat-nâmelerin Osmanlı Devleti’nin kuruluş çağında, Sultan Orhan asrında yazılmış bu üç çağdaş eser sâyesinde literatüre sağladığı önemli veriler, aynı yüzyılın sonlarına kadar yazılmış başkaca Seyâhat-nâmeler aracılığıyla literatüre benzer şekilde katkılar sağlamaya devâm etmiştir. Nitekim XVI. yy.’da yaşamış İran’lı müverrih Hvândmîr’in sehven “Dâvud” şeklinde imlâ ettiği Osman Gâzî’nin babası “Duñrul” (Tuğrul/Er-Tuğrul)’dan Yıldırım Bâyezîd’in cülûsuna kadar gelen bir Târîhçe metnini: “Rûm (Anadolu) beldelerine sefer eden ve o memleketin ahvâlini iyi bilenlerin yazdıkları şu satırlardan ma‘lûm oldu ki…” ifâdeleriyle sunması (Habîbü’s-Siyer fî Ahbâr-ı Efrâd-ı Beşer, III/3, Tahran 1362/1983, s. 487), XIV. yüzyıl İslâm seyyahlarının çağdaş izlenimlerinin Osmanlı târih yazımıyla yakından ilişkisine ve Osmanlı kuruluş devri ile öncesine ait dış kaynaklara yansıyan bâzı bilgilerin bu seyyahların yazdıkları aracılığıyla kroniklere girdiğine ilginç ve dikkate değer bir kanıt teşkil eder.
* Bu makale daha önce Şiraze Kitap Kültürü Dergisi, Sy.: XII (Temmuz-Ağustos 2022), s. 70-75’te yayımlanmıştır.