Osmanlı’da Askerlik ve Yurttaş Askerliğini Düzenleyen Kura Kanunları |
Bu Yazıda - Konu İçi Ara Başlıklar
Bu yazımda çok konuşulmayan bir konudan bahsetmek istiyorum: Yurttaş askerliği.
Halkın tamamının vatanın savunmasından sorumlu olması anlamında kullanılan “Yurttaş Askerlik” terimi, tarihi terim olarak, Fransız devrimi ile ortaya çıkan milliyetçilik akımıyla doğmuştur. Buna göre halkın tamamı vatanın savunulmasından sorumludur. Askerlik maddi kazanç için değil vatani bir görev olarak yapılır.
Osmanlılardaki askerlik sistemine geçmeden önce ve o sistemi daha iyi anlamak için öncelikle Selçuklulardaki askeri sistemine bir göz atmak doğru olacaktır.
Sadi Bilgiç, Salih Akyürek, F. Serap Koydemir tarafından kaleme alınan “Türkiye’de Askerlik Sistemi Nasıl Olmalıdır?” adlı çalışmanın 6 ve 7’inci sayfalarında Selçuklulardaki askerlik sistemi kısaca aşağıdaki gibi anlatılmıştır.
Başlangıçta aşiret kuvvetleri şeklinde olan Selçuklu ordusu, daha sonra ihtiyaca göre geliştirilerek hükümdar ve emirlerin emrinde görev yapan maaşlı ve toprak düzenine dayalı askeri kuvvetler haline dönüştürülmüştür. Uzunçarşılı’ya göre, Selçuklularda maaşlı ve ıkta yani tımarlı olmak üzere başlıca iki grup asker mevcuttu. Bunun yanında aşiret kuvvetleri, yardımcı halk gönüllü kuvvetleri ve ihtiyaç duyulduğunda ücretli askeri kuvvetler de devreye sokulmaktaydı.
Hükümdarın maiyetinde bulunan maaşlı askerler yaya ve atlı olmak üzere iki sınıftı. Ikta veya tımarlı asker ise öşür hasılası oranına göre harbe asker götürülmesi esasına dayanan kuvvetlerden oluşuyordu.
Büyük Selçuklu Devleti’nde ordunun 3 ana grup halinde teşkilatlandığı; birinci grubun çeşitli kavimlerden alınarak hususi saray terbiyesi ile yetiştirilmiş ve doğrudan sultana bağlı olan ”Gulamân-ı Saray” olduğu, ikinci grubun seçkin komutanların emrinde her an göreve hazır bekleyen “Hassa Ordusu” ile melik, vezir ve valilerin askerleri ve bağlı olan hükümetlerin askerlerinden oluştuğu, üçüncü grubun ise askeri ıktalarda yaşayan gerektiğinde harbe katılan süvari kuvvetlerinden meydana geldiğini ifade edilmektedir.
Gulamân-ı Saray ve “Hassa Ordusu” askerleri devletten maaş almakta, “askeri ıkta” sistemindeki askerler ise toprak gelirlerinden finanse edilmekteydi.
Iktalar sayesinde bir yandan devlete yük olmadan büyük bir askeri güç beslenirken diğer yandan ülkenin mamur hale gelmesi de sağlanmış oluyordu.“Askeri ıkta” sisteminde, devlet içerisindeki arazi yıllık gelir durumuna göre büyük, orta ve küçük olmak üzere “ıkta” adı verilen gruplara ayrılmış ve bu arazilerin öşür ve resimleri, hizmet karşılığında emirlere ve askerlere verilmişti.
Bu üç grup dışında gerektiğinde halktan da ücretli asker toplanır, bunlara “Haşer” denirdi. Bunun yanında, özellikle uç boylarında o bölgenin komutanının emrindeki hassa ve süvari birliklerinin yanında sadece savaşa katılıp ganimetten pay alan, bazı durumlarda sadece gaza için savaşan akıncı Türkmen birlikleri de bulunmakta idi. Ayrıca “Gaziyan” adı verilen gönüllü bir asker grubu daha mevcuttu. Sefer durumunda bütün bu gruplar toplanır ve devlet merkezinden görevlendirilen bir üst düzey komutanın emrinde savaşa iştirak edilirdi.
Yüzyıllarca zaferden zafere koşan Türk ordusunun, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulduğu ve gelişme dönemlerinde, zamanına göre çok sağlam denilebilecek düzenli bir askere alma sistemi mevcuttu. Osmanlılarda Orhan Bey dönemine kadar eli silah tutan ve Osmanlı topraklarında yaşayan herkes savaşlara katılırdı (Ordu millet anlayışı).
Orhan Bey döneminde yaya ve müsellem olmak üzere ilk düzenli ordu kuruldu. Yaya ve müsellem ocağı piyade askerlerden oluşuyordu. Bu piyadeler olağan üstü vergiden muaf oldukları için müsellem olarak anılmıştır. Ancak fetret döneminden sonra müsellem kavramı bu ocağın içinde yer alan yayalardan çok süvariler için kullanılmıştır.
Yaya ve müsellemlere muharebe zamanlarında ikişer akçe gündelik verilir, muharebeye gitmedikleri vakitlerde ise kendilerine gösterilmiş olan çiftlikleri ekip biçerek buna mukabil devlet hazinesine verecekleri öşür ve resmi kendileri alırlardı. Yaya ve müsellemler XV. yüzyıl ortalarına kadar bilfiil silahlı hizmette bulunmuşlar ve daha sonra Kapıkulu yaya ve süvarileri çoğalınca bunlar ordunun geri hizmetlerinde nakliyat, maden işletmeleri, kale inşaatı, tersane hizmeti gibi işlerde kullanılmışlardır. (İ. Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşundan İstanbul’un Fethine Kadar.)
1.Mehmet tarafından klasik ordu modeline geçilmiştir.
Osmanlı İmparatorluk ordusu kara ordusu ve donanmadan meydana gelmiştir.
Kara ordusu ise, “Kapıkulu Ocakları”, hudut kuvvetlerinin de dâhil olduğu “Eyalet Kuvvetleri”nden meydana gelmiştir.
İmparatorluğun kurulması, gelişmesi ve gerilemesinde Donanma çok etkili olmuştur
Kapıkulu Ocakları devşirme usulü yetiştirilen Yeniçeri ve Sipahi Ocaklarından, Eyalet kuvvetleri ise eyaletlerin besleyip teşkilatlandırdıkları Tımarlı Sipahilerden oluşuyordu.
Zaman içinde gelişmelere ayak uyduramayan ve çeşitli nedenle bozulan bu sistemi, zaman içinde ıslah etmek veya kaldırmak için birçok çaba harcanmıştır.
Kapıkulu askerleri merkeze bağlı, yani padişahın ve saltanat yönetimin yanında bulunan askerlerdir.
Kapıkulu askerlerinin büyük bir kısmı yeniçerilerden meydana geliyordu, devşirme idiler. Bunlar padişahın kulu durumunda idiler.
Yeniçeri Ocağı erken dönem Osmanlı tarihçileri tarafından da kabul edildiği üzere I.Murad tarafından 1361 yılında Edirne’nin fethini takiben kuruldu. Hristiyan ailelerin çocukları arasından seçilerek yetiştirilmiş Yeniçeriler (Yeni askerler) Osmanlı’nın merkez ordusunu oluşturmuştur. Yeniçeriler savaşlarda padişahın bulunduğu merkez kolunda bulunur, barış zamanında İstanbul’u korurlardı. Yeniçeriler genellikle savaş alanında bulunmazlardı. Çünkü yeniçerilerin görevi iç huzursuzlukları ve ayaklanmaları bastırmaktı. Yeniçeri Ocağı, kapıkulu askerleri daha ziyade Kent güvenliğinden ve sınırların korunmasından sorumlu olan, silah olarak genellikle tüfek, kılıç, ok ve yay, kalkan, mızrak kullanan savaşçı bir sınıftı. Kapıkulular katı ve ödünsüz kurallara bağlanmış askerlerdi. Kapıkulu olacak kişinin ailesiyle ve diniyle tüm bağlarını koparması, aynı yeni doğmuş gibi, hükümdardan başka kimseye maddi ya da duygusal herhangi bir bağ hissetmemesi gerekiyordu. Kurulduğu dönemde dünyanın sayılı askeri örgütü kabul edilen ve Osmanlı Devleti’nin yükseliş aşamasına erişmesinde büyük katkıları olan Yeniçeri ocağı daha sonra gelişen olumsuz olaylar nedeniyle ortadan kaldırılmıştır (Osman Tiftikçi, Osmanlı’dan Günümüze Ordunun Evrimi).
Ordunun büyük bir çoğunluğunu eyalet askerleri oluşturur ve bu askerler de köylülerden meydana gelirdi.
Osman Tiftikçi, söz konusu kitabında eyalet askerlerini aşağıdaki gibi anlatmaktadır
Askerlik, vergi ödemek gibi köylünün yapmak zorunda olduğu angaryalardan biriydi. Askerliğin zamanı, yaşı ve süresi belli değildi. Ordunun sadece asker ihtiyacı değil, diğer ihtiyaçları da köylüler tarafından angarya biçiminde karşılanırdı. Örneğin Yörük köyleri ordu için çadır ve yelken bezi dokuyor, nal döküyor, gemiler için zift ve kereste hazırlıyordu. Bazı köyler arpa, pirinç, bazıları da at, deve yetiştirmek, bazıları da kale suyolları ve inşaat işleri yapmak zorundaydı.
Eyalet askerlerinin önemli bir bölümünü tımar ve zeamet sahibi sipahi cebelüler oluştururdu. Tımar sahipleri savaşa çağrıldıklarında bu yetiştirdikleri cebelülerle beraber savaşa giderlerdi. Cebelüler tımar sahiplerinin yetiştirdikleri askerlerdir. Bunlar barış zamanı çiftçi, savaş zamanı ise askerdirler.
Diğer taraftan Osmanlı’nın toprak ya da ekonomik düzeni 16. yüzyıldan itibaren bozulmaya başlar ve tımar sistemi dağılma sürecine girer ve orduya doğrudan yansır. Tımar sisteminin çöküşü ile ordunun bu kesimi de çöker. Tımar sahiplerinin yerini yerel derebeyleri durumunda olan ayanlar alır. Osmanlı artık ayanların emrindeki askeri güce muhtaç durumdadır
Yeniçeri Ocağının kaldırılması yeni bir ordunun kurulması ve yeni bir dönemin kurulması açısından bir başlangıçtır
Tarihçi Prof. Dr. Gültekin Yıldız, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının gerekçesi olarak şunları söylemektedir:
Yeniçeriler artık muharip olarak güçlü ve etkili değildir ve savaş düzeni de değiştiğinden etkinliğini kaybetmiştir. Zaten Yeniçeriler de sadece asker değillerdi, ticaret yapmaya başlamışlar, işçi grevlerinin ilk biçimlerinin içinde yer almışlar ve devşirme usulü sona ermiştir. Sultanı frenleyecek tek güçtür, zira arkalarında ayan eşrafı, ulema, esnaf da bulunmaktadır.
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ile ilgili olarak aşağıdaki bilgiler, olan Faruk Ayın’ın “Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’tan Sonra Asker Alma Kanunları 1839-1914” adlı kitabından edinilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun genişleme ve yükselme dönemlerinde büyük yararları görülen Yeniçeri Ocağı, son zamanlarda özellikle de XVII. yüzyıldan itibaren devlet için zararlı bir unsur hâline gelmiştir. Gerek Anadolu’da gerekse İstanbul’da yeniçerilerin bu asırda ve sonrasında çapulculukları, isyanları devam etmiş, bunların düzenleri ile ilgili olarak alınan tedbirler de hiç bir işe yaramamıştır.
Osmanlı Devleti’nin yapısındaki zaaf ve gerilemelerin etkisi ile tımar sisteminin bozulması, yeniçerilerin disiplinden uzaklaşmaları, devletin ekonomik olarak Avrupa devletleri karşısında gerilemesi ve bunların bir sonucu olarak da üst üste yenilgilere uğraması, devlet yöneticilerini orduda köklü ıslahatlar yapma gereğine inandırmıştı.
Nitekim ıslahat düşüncesini ve yenileşmeyi bir bütün olarak düşünen dönemin hükümdarı III. Selim, bu alanda en önemli adımı atarak, Yeniçeri Ocağı’nın dışında Nizam-ı Cedit Teşkilâtı’nı kurma gereğini duymuştur. III. Selim’in amacı, uzun vadede Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmak, her türlü ilerleme ve yenileşmeye karşı çıkan bir kısım ulemanın nüfuzunu kırmak; Avrupa’nın ilim, sanat, ziraat ve ticarette kaydettiği yenilikleri ülkeye getirmekti. Fakat O, bunların çoğunu gerçekleştirememiş yeniçerilerin ayaklanmaları sonucu Nizam-ı Cedit Teşkilâtı’yla birlikte hayatını da kaybetmişti.
Osmanlı tahtına geçen II. Mahmut da aynı yoldan giderek ıslahatlara devam etmiş, Yeniçeri Ocağı’nı 1826 yılında kaldırmayı başarmıştır. Yeniçerilerin tarihten silindiği bu olaya Vak’a-ı Hayriye, yani Hayırlı Olay adı verilmiştir.
Yeri gelmişken Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin “Tımarlı Sipahiden Köy Ağasına” adlı makalesinden yararlanarak toprak ağalığının nasıl doğduğundan bahsetmek isterim:
Dirlik teşkilatı zamanla zaafa düşmüş, giderek sipahilik rastgele şahısların eline geçmişti. XVII. asırdan itibaren yeni tımar verilmemiş, valiler, kapılarında ücretli askerler yetiştirmek zorunda kalmış, Sultan Abdülmecid devrinde, tımar kaldırılmıştır. Sipahiler sıradan halka karışmış, toprak kiraları aşar, iltizam yoluyla mültezimler tarafından toplanmaya başlanmış, bu usulde, her bir köyün âşarı ihaleye çıkarılmıştır. Kefil ve ipotek göstererek devlete en yüksek meblağı ödemeyi taahhüt eden kimse, ihaleyi kazanmıştır. Bu usule iltizam, bu işi üstlenene de mültezim denirdi. Devlete ipotek göstermek ancak mülk sahipleri iltizama girebilirdi
1858 yılında Arazi Kanunnamesi ile Tapu Nizamnamesi çıkarılmış, köylünün, ekip biçtiği mîrî toprağı kendi adına kaydettirmesi emrolunmuştu. Toprak mülk kılınmıyor; ancak mülkiyete oldukça yaklaştırılıyordu. Herkesin eline tapu senedi veriliyordu. Toprak üzerindeki hukukî tasarruflar, artık tapu memuru huzurunda yapılacaktı.
Ne var ki köylülerin çoğu tescil emrine kulak asmamıştır. Bunun sebebi yalnızca resmî kâidelere karşı gevşeklik değildi. Köylü, tescil masrafı ve arazi vergisi ödemek istemiyordu. Üstelik asker alma sistemi öteden beri arazi mülkiyetine dayalı olduğu için, bu işten bir külfet kokusu almıştı. Tescil ettirirse, başına iş açılacağından korkuyordu. Ancak bu vehmi, köylüye pahalıya patladı. Uyanık taşra ileri gelenleri, geniş arazileri kendi adlarına tescil ettirdi. Böylece toprak ağaları meydana geldi. Köylü, artık devletin değil; ağanın toprağını ekip biçecektir.
Faruk Ayın, Tanzimat’tan Sonra Asker Alma Kanunları adı kitabının önsözünde yeni ordu kurma çalışmaları ile ilgili aşağıdaki tespitleri yapmıştır:
Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da kaldırılmasından sonra sadece silah ve eğitimin düzenli ve modern bir ordu için yeterli olmadığını gören Osmanlı Devlet Erkânı, orduya asker temini ile asker kaynaklarının daha sürekli, verimli ve kalıcı olarak sağlanması için bazı tedbirlerin alınması gerektiğini görmüşlerdir. 1826 sonrasında Osmanlı Devleti’nde muvazzaf ordu için uygulanan askere alma sisteminde kurallı, normal bir ücretli askerlik sistemi uygulanamadığı gibi, askerliğin bir vatandaşlık görevi olduğu fikri de halka benimsetilememişti. Yalnız Müslümanların silâh altına alındığı bu dönemde, askerlik yükümlülüğü de bütün Osmanlı halkına eşit şartlarda paylaştırılamamıştı. Bu nedenle asker alma sisteminde çok önemli değişikliklere başlanmış ve değişikliklerin gerekçeleri Tanzimat Fermanında “Askerlik meselesinin Devletin bekası ve yükselmesi için vazgeçilmez bir husus ve bunun bütün Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan tebaaları için, yerine getirilmesi gereken bir vatandaşlık borcu” olduğu şeklinde yer almıştır. Bu tarihten sonra da yapılan askeri düzenlemeler ve 1846 dan sonra uygulanan kura kanunları ile 1914 yılına kadar gelinmiştir. Sırasıyla 1846, 1870, 1886 ve 1914 yıllarında olmak üzere asker alma kanunları da denilen tam bir “Kura Kanunu” yürürlüğe girmiştir.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerindeki en önemli sorunlarından birisi orduya yeterli sayıda asker bulunamamasıdır.
Yeniçeriliğin 1826’da kaldırılması ile yerine Asakiri Mansure-i Muhammediye (Muhammed’in muzaffer askerleri) kurulmuştur. Asakiri Mansure-i Muhammediye yükümlülüğe dayanıyor, paralı askerlik sistemi kaldırılıyordu. Böylece milli orduya yönelik çok önemli bir adım atılmış oluyordu. Tanzimat Fermanı ile önerilen yenilikler asker alma ve askerlik süresi ile ilgilidir. Asker alma sistemi aynı zamanda toplum ile askeri yapı arasındaki ilişkiyi kuran askeri yapıyı şekillendiren en önemli uygulamadır. Yeniçeriliği, Tımarlı Sipahilerinden ayıran fark, asker alma yöntemindeki ayrılıktan kaynaklanıyordu (Suat İlhan, Osmanlı İmparatorluğu Askeri Yapısı İçerisinde Tanzimat’ın Yeri, Sh.572)
Tanzimat’ın önemli özelliği yenileşmenin daha geniş bir alana yaygınlaştırılması, askerlikle birlikte diğer sosyal ve politik konulara da yer vermesidir (Suat İlhan, Sh. 573)
Yeniçeriliğin ve Tımarlı Sipahinin kaldırılmasından sonra meslek ordusuna tam bir yöneliş görülür. Meslek ordusuna yöneliş büyük değişiklikleri gerektiriyordu. Değişen sadece silah, araç gereç değildi. Bunlardan önemli olarak, yeni silah ve yeni teşkilatın eğitimi ve imparatorluk yapısı, imparatorluk kültür çevresi ile uyumu söz konusuydu (Suat İlhan, Sh:575).
Bu uyum sonucunda uygulanan eğitim sistemi ve acı deneyimler Atatürk kuşağını yaratmıştır.
Tanzimat’a kadar yapılan askerlik düzeninde ocak şeklinin dışına çıkılmamış ve bu nedenle de askerlik bir vatan ödevi olamamıştır. Gülhane Hatt-ı Hümayunu ilk defa olarak tebaa için haklar ve ödevler kabul etmiştir. 6 Eylül 1843’te bir kanun çıkarılmıştır. Osmanlı devletinin askerlik sistemi baştan aşağı değiştirilmiş, tebaanın ödevleri arasında askerlik hizmeti önemli bir yer tutmuştur. Bab-ı Ali, Hristiyanların askerlik yapmaları ile ilgili düzenlemeleri bir süre için sonraya bırakmayı uygun bulmuştur ( Osmanlı Tarihi-Nizamı Cedid ve Tanzimat Devirleri Ord. Prof. Enver Ziya Karal- Sh. 178-,179,180).
Kura Kanunu ile Osmanlı Devleti’nin askerlik sistemi baştanbaşa değişiyor, Ocak usulünde, kariyerli askerlik kaldırılıyor, yerine kur’a usulü askerlik konuyordu. Avrupa ordularının silah ve eğitim usulünden başka, kuruluş kadroları da alınıyordu. Memleket askerlik bakımından bölgelere ayrılıp, her bölgeden alınacak askerin sayısı o bölgenin genişliği ve nüfusu ile uygun bir sayıya bağlandı. Her aileden bir çocuk bir çocuk alınması usulü kabul edildi, tek çocuklu ailelerden asker alınmadı. (Tanzimat’tan Kurtuluşa Osmanlı Ordusu –Ergin Taner, Sh.19)
1843 tarihli “Tensikat-ı Celile-i Askeriye Kanunu gereği her sene muvazzaf erlerden beş yılını dolduranlar terhis olacağından, doğal olarak ordunun beşte biri değiştirilecekti. Ancak Osmanlı ülkesinde nüfus sayımı yapılamadığından, plânlanan şekilde hemen kura usulüne geçilememişti.
Dolayısıyla 1844 yılında terhis olacak olan nizamiye erlerinin yerine normal bir celp de yapılamamıştı. Bu amaçla 1844 tarihinde taşrada ve taşradan İstanbul’a çeşitli nedenlerle gelenlerden askerlik çağında olanlar alelâcele tespit edilip bunlara kura çektirilmişti.
Bu suretle 1843 tarihindeki düzenlemelerden sonra ilk kura çekilmiş ve uygulama eksik ve adaletsiz de olsa imkânların elverdiği biçimiyle, arzulanan şekilde olmasa da başlamıştı. Bunun üzerine bir kura kanununun hazırlanması amacıyla çalışmalara başlandı. Nihayet, 1846 yılı başlarında konu “Dar-ı Şurayı Askerî” de ele alındı. Yapılan çalışmalar sonunda bu konu ile ilgili olarak bir yasa teklifi hazırlanarak Meclis-i Valâ-yı Ahkâm-ı Adliye’ye sunuldu. Meclis’te yapılan görüşmeler ve tartışmalar sonunda kesin şeklini alan bu yasa teklifi, padişahın onayından sonra yayınlanarak Osmanlı Devleti’nin ilk kura kanunu olarak yürürlüğe girdi.12 Hicrî 1262 (1846) tarihinde çok sayıda basılarak bütün ordu merkezlerine ve ilgili yerlere gönderilmiştir. Bu çalışmada 1262 (1846) tarihli ilk basımlı metin kullanılmıştır. (Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’tan Sonra Asker Alma Kanunları 1839-1914”, Faruk Ayın Sh.11)
44 sayfalık bu kura kanununda askerliğin kimler tarafından yapılacağı, askerlik çağı, kura daireleri ile kura meclislerinin oluşturulması, firar, ceza meseleleri askerlikten istisna olanlarda aranılacak şartlar; bedelli askerliğin ne şekilde yerine getirileceği ile, gönüllü asker olmak isteyeceklerde aranılacak şartlar gibi konular geniş şekilde yer almaktadır. ( Faruk Ayın Sh.12)
Askerliğin Müslüman halk için vatan borcu olduğu, dinimizin de bunu buyurduğu önemle vurgulanmıştır.
– Askerlik süresi 5 yıl, askerlik yaşı da 20-25 yaşları arası olarak belirlenmiştir.
– Ordunun asker ihtiyacını karşılamak için ordu bölgelerinde temin merkezlerinin kurulması öngörülmüştür. (Osmanlı İmparatorluğu’nda XIX. Yüzyılda Askere Alma Sistemi (1826-1914) Tümg.Hakkı Yılmaz ÇİYAN Sh. 246)
1844 yılı mart ayından itibaren bütün imparatorlukta oluşturulan beş ayrı ordu için ayrılan bölgelerin her birinde asker alımının kura ile yapılacağı, ismine kura isabet etmeyenlerle ilgili yapılacak işlemler, askerlikten muaf tutulacakların uyacakları kurallar, bedelli askerliğin şartları ve nasıl uygulanacağı ve gönüllü askerliğin ne anlama geldiği, nasıl uygulanacağı ayrıntılarıyla hükme bağlanmıştır.
Kura kanununu uygulanması Yeni Söke Gazetesi’nin, 27 Mart 2015 tarihli sayısında şöyle anlatılmıştır:
Muaflar ayrıldıktan sonra kuraya katılacakların sayısı 150, o kazadan askere alınacakların ise 25 kişi olduğunu kabul edilerek kura çekimi yapılır. Buna göre; kuraya katılmaları gerektiği halde firar edenlerin 5 kişi olduğu düşünülerek, bu sayı 25’ten çıkarılarak, geriye kalan 20 kişi 150 aday arasından kura ile ayrılacaktır.
Kura işlemi tamamlandıktan sonra alınacak yeni askerler toptan meclis huzuruna çağrılacaklar, kendilerine kanunun on birinci bendi okunarak anlamı açıklanacaktır. Kuraya katılmayıp firar edenler vali ve kaza yöneticilerince nerede yakalanırlarsa derhal askere gönderilecek, bunlara ayrıca bir ceza verilmeyecektir. Ancak, kuradan sonra firar eden olur da ele geçirilirse derhal birliğine sevk edileceği gibi, altmış değnek vurularak cezalandırılacaktır. Beş yıl hizmet edecekleri, işleri çıktığında bu süre içinde kendilerine izin verileceği, 25 yaşına gelinceye kadar isimlerine kura isabet etmeyenlerin de mutlaka askere alınacakları, bunun bir din ve devlet hizmeti olduğu iyice vurgulanacaktır. Ana-babalarını görmek ve bazı işlerini yoluna koymak için kendilerine yirmi gün izin verildiğini, süre bitiminde gelmezlerse, ele geçirildiklerinde hakların da ‘asker firarı’ işleminin yapılacağı, kendilerine anlatılacaktır. Ayrıca görevlerinde başarılı olurlarsa yüce rütbelere ve çeşitli mükâfatlara nail olacakları, anlayabilecekleri bir dilde açıklanacaktı. Daha sonra her birine teker teker yemin ettirilecektir. İsimlerine kura çıkanlar, yerlerine ‘bedel’ vermek isterlerse kendilerine tanınan yirmi günlük izin süresi içinde, istenilen nitelikte birini bulup yirminci gün kaza merkezine getirip teslim edeceklerdir. Bu süre içinde bedel bulamayanlar askere alınacaklar; ancak üç ay içinde yerlerine hizmeti görecek birini bulurlarsa kendileri salıverilecekti.
Her ordu dairesi bir kaç kura dairesine ayrılmış, kura çekilmesi için her bir dairede üst rütbeli bir subay görevlendirilmiştir. Yanına bir mümeyyiz, birer katip, bir hekim ve zabit memuru verilerek, vardıkları kazada hâkim, müftü ve yöre ileri gelenlerinden bir kura meclisi oluşturulmuş, askerlik çağına gelmiş olanlar çağrılarak içlerinden muaf ve istisna olanlar varsa onlar ayrılarak kalanlar için kura çekilmiştir.
İstanbul halkından ya da ilmiye sınıfı ile kalemiye ve mülkiyeden kapucubaşı ve müderris, tecrübeli yönetici memur rütbesinde olanlar, memleket müftüleri, bazı şeyh ve dervişlerle memuriyetleri vekil ile idare ettirilemeyen imam ve hatiple müezzin ve kayyumlar, vücutça askerlik hizmetini yerine getiremeyecek sakatlıkları olanlar, uzun süre iyileşemeyecek hastalar, ulema ve medrese ilimlerini tahsil edenler ile medreselerde bulunan talebe-i ulumdan kura meclisinde imtihan olunarak başarılı görülenler, yetmiş yaşına varmış veya on beş yaşına girmemiş olanlar, hasta birine, dul bir kadına bakan fakat ondan başka bunu yapacak kimsesi olmayanlar, evinde yalnız olanların kuraya katılmamaları uygun görülmüştür.
Kuraya dahil olmayan ve ismine kura isabet etmeyenlerden gönüllü yazılmak isteyenler bedence sakat olmamak, 18-32 yaşları arasında olmak, tersane ve kale topçusu için ayrılan yerler hakkından ve kötü işlerde çalıştırılmış olmamak koşuluyla asker olabilirlerdi Beş yıllık zorunlu askerlik süresini bitirip terhis olmaya hak kazananlar içerisinde gönüllü olarak tezkere bırakıp askerlik yapmak isteyenlerden erlere onbaşı, onbaşılara çavuş, çavuşlara ‘mülazim-i sani (teğmen) rütbeleri verilecekti. Ancak, bir üst rütbeye yükseltilmelerine yetenekleri elverişli olmayanların maaşlarına zam yapılacaktır.
1846 Kura Kanunundaki gönüllü askerlik, Rıdvan Ayadın tarafında yazılan “Osmanlı Devleti’nde Askeri Yükümlülükler ve Muafiyetler(1826- 1914)” adlı tezde şöyle anlatılmıştır: Muvazzaf orduya her sene gerekli olan asker temini için kura yöntemine başvurulacağı karara bağlanmıştı. Fakat “ahalinin çoğunun açık bir şekilde askerliğe olan istek ve arzuları gereğince” henüz kuraya dâhil olmamış, kuraya girip de ismine kura isabet etmemiş, kanun gereği askerlikten kurtulmuş olanlar kendi rızasıyla gönüllü olarak “din ve devletlerine hizmet etmek amacıyla” asker olmak isterlerse belirlenen şartlara uygun olmaları koşuluyla geri çevrilmeyecek ve istedikleri sınıfa kaydedilmeleri sağlanacaktı.
Ayrıca bu gönüllü askerlerin 5 yıllık muvazzaf askerlik hizmetinin ardından 7 yıl sürecek olan redif askerliğine geçmeleri istenmişti. Eğer bu 5 yıllık muvazzaf askerliğe alınmadan önce redif askeri olarak görev yapmışlarsa bu süre 7 yıldan düşürülecek ve kalan süreyi tamamlamak üzere redif askerliğine devam edeceklerdi.
1846 Kura Kanunu, devrin şartları ışığında incelendiğinde; devletin genel olarak ihtiyaç duyduğu sayıda vatandaşını eşit şartlarda askere almasına imkân veren bir düzenleme olduğu görülmektedir. Bu kanundaki en büyük zafiyet mecburi askerliğin sadece Müslümanlara yüklenmesi ve çok geniş istisnalar tanımasıydı. (Tümg. Hakkı Yılmaz ÇİYAN, Sh. 247)
Uygulamada birçok diğer eksik ve hatalı uygulamalar ortaya çıktığından yeni bir askere alma kanununun hazırlanmasına gerek duyulmuştur. Bu amaçla Hüseyin Avni Paşa geniş çaplı askerî düzenlemeleri kapsayan “Kuvve-i Umumiye-i Askeriye Nizamnamesi” 18 Ağustos 1869 (10 Cemaziyülevvel 1287) tarihinde yayımlanmıştır. Yeni kura kanununun temel hükümleri 1908 düzenlemelerine kadar yürürlükte kalmış ve bu kanun ile yenilikler getirilmiştir.
Yapılan çok önemli ve köklü askerî düzenlemelerden sonra sıra yeni bir kura kanununun hazırlanmasına gelmişti. Bu konuda yapılan çalışmalar 8 Mart 1870 (5 Zilhicce 1286) tarihinde “Tenkisat-ı Cedide-i Askeriyeye Tevfikan Tanzim Olunan Kura Kanunname-i Hümayun” adı ile yeni ve Osmanlı tarihinin ikinci kura kanunu padişah tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir. (Tümg. Hakkı Yılmaz ÇİYAN Sh. 248,249).
1870 Tarihli Kura Kanunu, Ayten Can Tunalı’nın “Tanzimat Döneminde Osmanlı Kara Ordusunda Yapılanma (1839 -1876)” adlı doktora tezinde, özetle şöyle anlatılmıştır:
Askerlik hizmeti, bütün Osmanlı Müslüman halkı için şahsen yerine getirilecek şart olup, asker alımı kura ve gönüllü olmak üzere iki ana kurala dayandırılmaktadır.
Beş olan ordu sayısı altıya çıkarılmıştır.
Kura çekim zamanında bir değişiklik yapılmamış, olageldiği gibi Ruz-ı Hızır’da (Hıdırellez günü-6 Mayıs/Rumi 23 Nisan) bu işin yapılması uygun görülürken, hazırlıkların üç ay öncesinden başlatılması kararlaştırılmıştır. Kura Meclislerinin kimlerden nasıl oluşturulacağı ve her meclisin kura çektireceği bölge Redif Taburu Dairesi olarak benimsenmiştir.
İlmiye sınıfı diye nitelendirilen müderris, kadı, naiplerle medreselerde öğrenim görenler, hoca efendiler askerlik yaşında olsalar bile müstesna tutulacaklardır. Medreselerde geceli gündüzlü kalıp eğitim görenler kuraya dahil edilecekler.
Askerlik yapamayacak derecede bedenen sakat olanlar ( Sağ gözü kör, çolak, topal, dilsiz, kambur olanlar gibi) askerlik yaşına geldiklerinde bir defa kuraya çağrılacaklar, görünür sakatlıkları yeterli görülürlerse muaf tutulacaklardı. Ancak, haricen sakatlıkları olmayıp, hasta zayıf ve benzeri şikayetleri olanlardan isimlerine kura isabet edenler diğer kura isabet edenlerle birlikle bağlı bulundukları askeri birliklere sevk edilecekler orada doktorlar tarafından muayene edilip askerliğe elverişli olmadıkları saptananlar memleketlerine geri gönderileceklerdi.
Kura çağrısına uymayanların yaşları askerlik çağını geçse bile askerlikten muaf olamayacaklardı.
Kura meclisine çağrıldıkları halde saklanarak, başka yere kaçarak gelmeyen olursa özürleri geçerli bile olsa “itibar ve iltifat olunmayarak” kurasız zorla askere alınacaklardır.
Askerlikten kurtulmak için parmaklarını, dişlerini veya diğer organlarına zarar verenler kurasız askere alınacaklar maluliyet ve sakatlıklarına bakılmaksızın durumlarına uygun hizmetlerde çalıştırılacaklardı.
İsimlerine kura çıkıp yerine bedel vermek isteyenlere bu yasanın yedinci bölümü okunacak, “verilecek bedelin ne evsaf ve şurut (şartlar) altında olacağı kendilerine ve pederlerine” anlatılacaktı.
Kanunu’nun altıncı bölümünde gönüllü askerlikle ilgili hükümler düzenlenmiştir.
Dikkati çeken bir husus da aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen Müslüman olmayanların askerlik yapmalarına dair bu kanuna da hiçbir maddenin konulmamış olmasıdır.
Uygulanmasında yine bazı sorunlar ortaya çıkmış, özellikle beş yıl üst üste ismine kura isabet etmeyenlerin doğrudan redif sınıfına ayrılmaları öylelerinin hiç askeri eğitim görmeden redifte hizmet yapmalarında sıkıntıya yol açmıştır. Bazı Çerkez kabileleriyle özellikle Doğu ve Güney Doğu Anadolu’daki aşiretlerden asker alımında zorluklar devam etmiştir (Sh.107-126).
Daha önceki kanunlarda 12 yıl olan askerlik süresi bu kanunlarla 20 yılı kapsayacak şekilde nizamiye, redif ve mustahfaz olarak üç bölüme ayrılmış ve her an eğitimli askerleri silah altında bulundurma hedeflenmiştir. Askerlik hizmetinin sadece Müslüman tebaa için zorunlu olması, önceki sıkıntıların devam etmesine neden olmuştur. Askerlikten istisna durumlar bu kanunla daha da genişletildiğinden, sistemin zayıf yönünü oluşturmaya devam etmiştir. Askerlik hizmetinden kaçanlara getirilen ağır cezalar, kura çekimine azami katılımın sağlanmasını amaçlayan düzenlemeler olmuştur. (Tümg. Hakkı Yılmaz ÇİYAN Sh. 250).
Kanun-i Esasi ile Osmanlı Devleti’nin çağdaşı Avrupa devletlerini örnek alarak siyasi, askerî, idarî ve ekonomik alanda yapmış olduğu yenilikler ile hem Devlet içinde bulunduğu zor durumdan kurtarılmak istenmiş hem de yabancı devletlerin Osmanlı üzerindeki baskısı azaltılmaya çalışılmıştır. (Merve Ünal Açıkgöz’ün 1876 tarihli Kanun-i Esasi’de Yasama-Yürütme İlişkisi adlı makalesinde (Yasama Dergisi · sayı: 43 Sh. 63)
Devletin girdiği birçok savaşın kaybedilmesi ıslahat çalışmalarında askerî alana öncelik verilmesine neden olmuştur. Askerî alan ile birlikte zamanla bu yenileşme kendini sosyal, ekonomik ve idari alanda da göstermiştir. (Yasama Dergisi Sh.65)
1876 Anayası’nın 17. Maddesi şöyledir:
“Osmanlıların kâffesi huzuru kanunda ve ahvali diniye ve mezhebiyeden maada memleketin hukuk ve vezaifinde mütesavidir.”
Yani, Osmanlıların bütünü, kanun önünde din ve mezhep işlerinin dışında memleketin hak ve vazifelerinde eşittirler, denilmekteydi.
Bu madde ile Müslüman ve Hristiyanların askerlik yönünden de eşit olması gerektiğini düzenleyen bir maddedir.
Bu da doğal olarak Osmanlı Devlet adamlarını, Hristiyanların askerliği konusunda düşündürüyordu. Her ne kadar Hristiyanlardan “bedel-i askerî” adı ile bir vergi alınıyorsa da aslında bu bir çeşit haraçtan başka bir şey değildi.
Faruk Ayın’ın “Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’tan Sonra Asker Alma Kanunları 1839-1914” adlı kitabından yararlanmak suretiyle 1886 Asker Alma Kanunu’nu şöyle özetleyebiliriz:
1870 Kura Kanunu 1846 Kura Kanunu’nun biraz daha gelişmiş şekli olmakla birlikte, bu kanunla da Hristiyanlar askerlik mükellefiyetinin dışında tutuluyorlardı. Askerlik Müslümanlar için bir külfet olmaya devam ediyordu.
1876 Kanun-ı Esasî’nin ve askere almada yapılan diğer düzenlemelerin amacı şüphesiz Osmanlı ordusunu yeterli hâle getirmekti. Ne var ki 1870 Kura Kanunu’na göre 5 yıl üst üste kurada ismi çıkmayanlar, 26 yaşını da geçirdiklerinden “yaş haddi tecavüzü” terimiyle askerlikten muaf olurlar ve redif sınıfına alınırlardı. Bu durum ise hem bir gencin muvazzaflık hizmetine alınıp alınmayacağını 5 yıl süre ile kuşkulu durumda bırakıyor hem de yaş haddi tecavüzü sayılanlar eğitim görmeksizin redif sınıflarına aktarılıyorlardı. Ayrıca yine Müslüman olup da askerlik yapmayan bazı Çerkez kabileleriyle doğudaki aşiretler de askerlik konusunda bir problem olarak kalıyorlardı. Bütün bu nedenlerle askere alma sisteminde geniş çapta değişiklikler getiren “Asakir-i Şahanenin Tertibat-ı Müteyemmene-i Cedideye Tevfikan Suret-i Ahzini Mübeyyin Kanunname-i Hümâyûn” adı ile yeni bir askere alma kanunu hazırlanıp padişah tarafından uygun görüldükten sonra 1886 yılında yayınlanarak yürürlüğe girmiş ve 1870 tarihli Kura Kanunu bu kanunun çıkmasıyla feshedilmiştir.
Bu Kanun sekiz fasıldan oluşmaktadır:
– Birinci fasıl, askere alma ile ilgili genel konuları,
– ikinci fasıl, askere alma daireleri ile ilgili konuları,
– Üçüncü fasıl, askerlikten istisna şartlarını,
– Dördüncü fasıl, firariler ile askerlik hizmetinden kurtulmak isteyenler hakkında yapılacak muameleleri,
– Beşinci fasıl, muayene ve kura işlemlerinin ne şekilde yapılacağını,
– Altıncı fasıl, kuradan sonra yapılacak işlemlerle ilgili konuları,
– Yedinci fasıl, gönüllü askerlik ve şartlarını,
– Sekizinci fasıl, bedelli askerliğin ne şekilde yerine getirileceğini, içermektedir.
Eskiden beri devam edip geldiği gibi surlar içinde kalan asıl İstanbul şehri ile, ona bağlı üç kadılık olan Galata, Eyüp, Üsküdar kadılık halkı askerlik mükellefiyetinin dışında tutulacaktı. Eskiden muaf olan göçmen ve Çerkez kabileleri bu kanunun yayınlanmasıyla birlikte askerlik mükellefiyeti altına alınacaklardı.
Askerlik hizmeti eskiden olduğu gibi 20 yaşından itibaren başlayacak, 20 yaşına giren her erkek Müslüman kişi askerlik yükümlülüğüne girmiş olacaktı. Bu yükümlülük 40 yaşına kadar devam edecekti. Askerlik üç döneme ayrılmış olup (toplam 20 yıl), bunlar sırasıyla nizamiye, redif ve müstahfazlık dönemleri olacaktı.
20 yıllık askerlik hizmetinin ilk 6 yılı nizamiyede yani muvazzaf olup, silâh altında, onu takip eden 6 yıl rediflik hizmetinde, ondan sonraki 8 yıl ise müstahfazlıkta geçecekti.
Asker Alma Kanunu’nun da Osmanlı Devleti’nin asker alma işlemi için altı ordu bölgesine ayrıldığı, her ordu dairesinin dört fırka, iki tugay, her tugayın iki alay, her alayın dört tabur, her taburun da dört bölük bölgesine ayrıldığı belirtilmiştir.
Her bir ordu bölgesinde lâzım olan nizamiye er ihtiyacı, o ordu bölgesindeki askerlik çağındaki tertiplerden alınacaktı. Fazla olan erler 7 nci Kolordu, Yemen ve Hicaz’daki eksik er ihtiyacını tamamlamak için gönderilecek, Girit Adası ve Trablusgarb’taki daimî askerî kuvvetleri için de Birinci, İkinci ve Beşinci Ordu dairelerinden geçici olarak er alınması şeklinde bir düzenlemeye gidilecektir.
Padişahın özel emri ile istisna edilenlerin dışında Harem-i Şerifin beratlı hademe ve görevlileri, İslâm Peygamberi Hazret-i Muhammed ile diğer bütün peygamberlerin türbedarlarından beratlı olanları askerlik hizmetinin dışında tutulacaklardı. Bu kanunda da İstanbul halkı ile Galata, Eyüp, Üsküdar kadılık halkı (bilad-ı selase ahalisi) askerlikten muaf edilecekti.
Bunların dışında yirmi beş yaşından az olan kayıtlı Saye Ocağı (saray için kurban besleyen kuruluş) mensupları ile yüksek rütbeli kadılar görevli şer’i hâkimler, dersiamlar 8camilerde ders veren müderrislerin unvanı, imtihan sonucu İstanbul içinde görev yapmaya hak kazanan ilmiye mensupları, tekkesi mamur olan tarikat şeyhi ile camilerde bizzat asli olarak görev yapan imam ve hatipler de askerlik hizmetinden istisna edileceklerdi.
Bizzat padişahın hizmetinde bulunanlar da askerlik hizmetinden istisna edileceklerdi.
Muzıka-i Hümayun’da da görevli bulunanlar görevleri devam ettikçe askere alınmayacaklardı.
Yatılı olarak medreselerde okuyan talebeler askerlik çağına girdiklerinde kuraları çekiliyorsa da o yıl belirlenen derslerden imtihan edildikten sonra askerlikleri tecil edilebilecekti. Altı yıl üst üste imtihanlarda başarı gösterenler nizamiye sınıfını yapmadan yani silâh altına girmeden redef sınıfına nakledileceklerdi.
Askerliğe yaramayacak kadar sakat ve malûl olanlar askerlik hizmetinin dışında tutulacaklardır.
Yetmiş yaşını geçen veya yetmiş yaşına varmadan sakat ve güçsüz duruma düşenlerden, askerlik çağında bir oğlu olup da kendisine bakacak başka kimsesi olmayanların, o kura yılında askere gidecek çocuğunun tecili yapılırdı. Bu durum altı yıl üst üste devam ederse bunlar da redif sınıfına nakledileceklerdi.
Gayri Müslimler eskiden de olduğu gibi bu dönemde de askerlik yükümlülüğüne alınmamışlardı.
1886 Kanunu’nda, askerlik çağına girdiği için askeralma şubelerince kuraya katılması için çağrılanlardan firar ederek gelmeyenler ve saklananlar hakkında bazı cezaî müeyyideler yer almıştır.
Askeriyeden kurtulmak amacıyla kendilerini sakatlayanların her halükârda askere alınacakları, sakatlıklarına bakılmayacakları ve askerde kendilerine uygun işler verilerek askerliklerinin bitirtileceği belirtilmiştir.
Kanuna göre altı ordu dairesi bölgesindeki vilâyetlerde her sene 20 yaşına girecek Müslüman gençlerin kaza köy ve mahalleleriyle hane numaralarını, lâkaplarını, baba isimlerini ihtiva eden künye defterleri Dahiliye Nezaretince illerden getirtilip kasımdan üç ay önce seraskerliğe gönderilecekti.
Redif binbaşıları da taburları bölgesinde askerlik yaşında olanların muayene sırasında ispat-ı vücut etmelerinin şart olduğunu mülkiye memurları vasıtasıyla ilân edecekti. Ondan sonra heyetiyle birlikte bölgesinin muayenesini yapacak, muayene sırasında elindeki defterlere göre köy ve kasabalarda o yıl 20 yaşına girmiş, girecek, evli, bekâr, sakat, sağlam ailesine bakacak kimsesi olan olmayanların tümü tespit edilecekti.
Hıdırellez’in beşinci günü kura meclisi oluşturulacak nüfus memuru da nüfus defteriyle birlikte mecliste hazır bulunacaktı. Kuraya katılacaklara askerlikle ilgili padişah emri okunduktan sonra, defterlerde ismi olanların yoklamaları yapılacaktı. Bunlar içinden askerlik hizmetine yaramayacak kadar sakat olanlar ile çeşitli nedenlerden muaf olanlar ve özürleri nedeniyle bir sonraki yıla tecil olunacaklar, bir tarafa ayrılacaktı. Bunlara ek olarak özürleri nedeniyle gelemeyenler ve başka yerlerde bulunanların gelmeyiş nedenleri isimleri hizasına yazılacaktı. Firar edip kuraya katılmayanlar ise, zecrî numara sahibi olacaklardı. Bütün işlemler bittikten sonra, ismi hizasında (k) harfi bulunanların miktarı kadar kâğıt ile bir o kadar da boş kâğıt torbaya konularak müftü tarafından teker teker kura çekilecekti.
İşlemler Kura işlemleri bittikten sonra yapılan bütün işlerin kanun ve tüzüklere uygun olduğuna dair bütün meclis üyelerinin imzaları alınacaktı. Bundan sonra askeralma kalemince gönderilen cüzdanlara erlerin tertipleri yazılacaktı.
İzin verilenler 20 gün sonra kaza merkezlerine toplandıklarında tekrar yoklamaları yapılarak gelmeyenler tespit edilecekti. Gelmemiş olanlar firar kabul edilerek yakalanmaları için gerekli yerlere yazı yazılacaktı. Her kazanın erlerini belirlenen birliklere veya yerlere götürmek üzere bir subay tayin edilecekti.
Yerlerine ulaşan erler o yerin büyük zabiti tarafından sayılacak gerekli yerlere dağıtımları sağlanacaktı.
Nizamiye erlerinden ihtiyata oradan da redife, rediften de müstahfazlığa nakil olacaklara verilmek üzere yeterince ihtiyat, redif ve müstahfaz tezkereleri ordular tarafından tanzim edilerek gerekli yerlere gönderilecekti. (Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayını olan “Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’tan Sonra Asker Alma Kanunları 1839-1914”, Sh. 28-42)
Yine aynı şekilde Faruk Ayın’ın aynı kitabından yararlanmak suretiyle konuyu şöyle özetleyebiliriz:
1914 yılına kadar geçen dönemde askeralma ile ilgili olarak genel bir değişikliğe gidilmemiş, 1886 Askeralma Kanunu uygulanmıştır.
Bu dönemde kısmî düzenlemeler ve değişiklikler getiren kanunlar çıkarılmıştır.
Esasen, Tanzimat’ın ilânından beri askerlik görevini ülke insanına eşit şartlarda yüklemek Osmanlı idarecilerinde ortak bir düşünce olmasına rağmen Osmanlı Devleti’nin çok uluslu ve çok dinli oluşu, iç ve dış sorunlar bu düşüncenin gerçekleşmesine uzun bir süre imkân vermemişti.
1886’dan sonraki bu dönemde askere alma ile ilgili olarak çözüm bekleyen sorunlar genel olarak şunlardı. 1. Doğuda konargöçer olan aşiretlerden askerlik yönünden gereği gibi yararlanılamıyordu. 2. Gayri Müslimler eskiden de olduğu gibi bu dönemde de askerlik yükümlülüğüne alınmamışlardı. 3. İstanbul ve üç kadılığı olan Galata, Eyüp, Üsküdar halkı askerlikten istisna idiler. Burada da görüldüğü gibi Osmanlı Devleti’nde yaşayan büyük bir halk kitlesinden askerlik yönünden yararlanılamadığı gibi Tanzimat’la getirilmek istenilen eşitlik ilkesi de hâlâ sağlanamamıştı.
1.Meşrutiyet’ten sonra ordunun ve bununla ilgili olarak asker alma işinin de yeniden düzenlenmesi çalışmalarına başlandı. Bu dönemde ordu ile ilgili birçok kanun, tüzük ve düzenlemeler yayınlandı. Yeni ordu örgütünün esaslarını tespit eden ve bu günkü askerî örgüt anlayışına çok yakın olan “Teşkilât-ı Esasiye Nizamnamesi” hazırlanarak yürürlüğe girdi.
Bu dönemde askerlik ve asker alma ile ilgili olarak o zamana kadar çözülememiş çok önemli sorunlar da çözüme kavuşturulmuştur. Özellikle 7 Ağustos 1909 (1325) tarihinde çıkarılan bir kanunla eskiden beri ” istisna mahaller” olarak kabul edilen “İstanbul ve bilâd-ı selase”(Galata, Eyüp, Üsküdar) halkı askerlik mükellefiyetine alındı. Çözüme kavuşturulan çok önemli diğer bir husus da o zamana kadar nizami askerliği kabul etmeyen ve etmek istemeyen gayri Müslimlerin de bu kanunla Müslümanlar gibi askerlik yükümlülüğüne alınmalarıdır.
Bu arada birçok düzenlemelere gidilmiştir.
Bütün bu düzenlemelere rağmen Balkan Harbi öncesinde Osmanlı Devleti’nde askeralma mükellefiyeti ve muameleleri bakımından tam bir mevzuat bütünlüğüne ulaşılamamıştı. Ordu, her biri ayrı kanun yönetmelik ve talimata göre teşekkül etmiş nizamiye, redif, müstahfaz ve aşiret süvari alaylarından oluşmaktaydı.
Balkan Harbi’nin çıkması ve Osmanlı Devleti’nin küçük Balkan devletleri karşısında kısa sürede ciddî ve ağır bir yenilgiye uğramasından sonra ise Harbiye Nezareti’nde alınan dersler ışığında Osmanlı ordusunun kuruluş, konuş ve askeralma sisteminde ciddî ve yeni değişikliklerin yapılması gereğine inanmıştı.
Ancak askeralma sisteminde böyle kısmî değişikliklerin yetersiz olduğu anlaşılarak, ta 1908 yılından itibaren yayınlanması düşünülen bir askeralma kanununun hazırlanması çalışmasına da başlandı Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın isteği üzerine Osmaniı Kara Kuvvetlerinin ıslah çalışmaları için Türkiye’ye getirilen Liman Von Sanders ve heyetinin tavsiyeleriyle ve Tanzimat’tan o güne kadar uygulanan askeralma usullerinin de verdiği tecrübeyle bir askeralma kanunu hazırlandı. Padişah tarafından da kabul edilen bu kanun, “Mükellefiyet-i Askeriye Kanun-ı Muvakkati” adıyla 29 Nisan 1330 (12 Mayıs 1914 yılı) tarihinde neşredilerek yürürlüğe girdi (Faruk Ayın Sh.44-50).
Kuruluşundan Günümüze Türk Ordusu, Doç. Dr. Osman KÖKSAL tarafından sunulan Osmanlı Devleti’nde Askerliğin Vatandaşlık Mükellefiyetine Dönüşümünün Evrimi adlı bildirisinde (Sh. 265-271) İkinci Meşrutiyet sonrası düzenlemeler şöyle anlatılmıştır:
23 Temmuz 1908 (1324)’de Meşrutiyet’in yeniden yürürlüğe konulmasıyla birlikte Türk ordusunun yeni teşkilatı üzerine yapılan çalışmalar çerçevesinde gerçekleştirilmesi gereken önemli yeniliklerden biri de asker alma işlemlerini düzenlemekti. Bununla beraber 7 Ağustos 1909 (1325) tarihli bir kanunla Müslüman olmayanlardan bedel-i askeri alma usulüne sonverilerek hem bunlar hem de şimdiye kadar askerlikten muaf tutulan İstanbul ve Bilâd-ı Selâse (Üsküdar, Galata, Eyüp) halkı askerlik yükümlülüğüne tabi tutuldular. Arkasından rediflik hizmetini bedel-i şahsi ile ifa etme usulü de kaldırılmıştır.
Bütün bu çalışmalara rağmen genel bir mevzuat bütünlüğüne ulaşılamamıştı. Bir yandan askerlik mükellefiyeti adil ve eşit şartlar altında bütün halka bir görev olarak yüklenmeli; diğer yandan sürekli küçülmesine karşı asker ihtiyacı o nispette artan devletin asker gereksinimini karşılanmalıydı.
Bu ve benzeri mülahazalarla yeni bir asker alma kanunu için hazırlıklara başlandı. Mahmut Şevket Paşa’nın girişimleriyle Osmanlı Kara Kuvvetlerinin ıslahı için Türkiye’ye davet edilen General Liman von Sanders başkanlığındaki Alman teknik heyetinin görüşüne başvurulacak konular arasında asker alma işlemleriyle ilgili hususlar da vardı. Bu heyetin tavsiyeleri, o güne kadar çıkarılan mevzuat ve bunların uygulamalarından elde edilen tecrübenin ışığında yapılan çalışmalarla hazırlanan yeni kanun 29 Nisan 1330 (12 Mayıs 1914) tarihinde “Mükellefiyet-i Askeriye Kanun-ı Muvakkati” adıyla yayımlandı. Söz konusu Kanun, Osmanlı dönemindeki son düzenleme olma özelliğini koruduğu gibi 21 Haziran 1927 tarih ve 1111 sayılı Askerlik Mükellefiyeti Kanunu’nun kabul ve neşrine kadar Cumhuriyet’in ilk devresinde de yürürlüğünü korumuştur.
Bitiş hükümleri ile birlikte toplam 153 maddelik kanunun giriş niteliğindeki genel hükümler başlığının ilk maddesinde öncelikle “Sülale-i Al-i Osman” dışında Osmanlı tabiiyeti taşıyan her erkek ferdin askerlikle mükellef olduğu vurgulanarak askerliğin genel bir vatandaşlık ödevi olduğu tekrarlanmıştır. Kanuna göre askerlik mükellefiyeti yükümlünün on sekiz yaşını bitirdiği yılı takip eden senenin mart ayından başlar, bununla birlikte on dokuz ve yirmi yaşındakiler ancak harp hâlinde silahaltına alınabileceklerdir. Nitekim Birinci Dünya Harbi içerisinde cephelerdeki korkunç kayıplar nedeniyle silahaltı yaşı on yediye kadar düşürülmüş, daha sonra yaşına bakılmaksızın fiziki yapısı müsait olanlar silahaltına alınmıştır. Yirmi yaşını bitirdiği seneden itibaren tabi olacağı askerî muamele “hizmet-i mefrûza-i askeriye” yani zorunlu askerlik devresidir. Bu devrenin fiilî askerlik süresi veya “silahaltı müddeti” piyade ve nakliye sınıfları için iki, diğer kara sınıfları ile mızıka ve jandarma için üç, bahriye sınıfları için beş sene olarak takdir edilmiştir. Bu devrenin dışında kalan süre ihtiyatlıktır.
Bununla birlikte Mükellefiyet-i Askeriye Kanunu, mükelleflerin askeri yükümlülüklerini yerine getirirken, silahaltı müddetlerini ya tam olarak ya kısaltılmış (maksure) olarak veya “bedel-i nakdî” ödemek suretiyle ifa yahut da bu müddeti izinli geçirmek gibi dört farklı yöntem belirlemiştir. Böylece askerlik hizmetinin genel ve eşit herkes için ortak bir vatandaşlık görevi olma özelliği az da olsa zedelenmiştir.
Osmanlı Ordusunun kuruluşundan itibaren geçirdiği aşama ve gelişmelerin ardından, tüm halkın vatan savunmasından sorumlu olması amacıyla düzenlenen Kura Kanunlarını bu konudaki bazı uzmanların kitap ve makalelerinden yararlanarak kısaca anlatmaya çalıştım.
Osmanlılarda Orhan Bey dönemine kadar eli silah tutan ve Osmanlı topraklarında yaşayan herkes savaşlara katılırken Orhan Bey döneminden başlayarak askerlik, kariyer mesleği, para kazanma müessesi, yani maaş/ücret karşılığı askerlik şekline dönüşmüş ve ardından da Kura Kanunları ile askerlik bir vatandaşlık mükellefiyetine dönüştürülmeye çalışılmıştır.
Osmanlıdaki askerlik sistemi Kura Kanunları ile yapılan düzenlenmelere kadar Selçuklulardaki askeri sistemine çok benzemektedir. Kapıkulu ve Eyalet askerlerinden oluşan Osmanlı ordusu Selçuklulardaki hükümdar ve emirlerin emrinde görev yapan maaşlı ve toprak düzenine dayalı askeri kuvvetler halinde örgütlenen askeri sistem ile benzeştir.
Osmanlı’da yaya ve müsellem olmak üzere kurulan ilk düzenli ordu ve ardından klasik orduyu oluşturan, büyük ölçüde devşirme usulü yetiştirilen Yeniçeri ve Tımarlı Sipahilerden meydana gelen Osmanlı ordusunun devletin her geçen gün daha fazla askere ihtiyaç duyması ve bozulan iktisadi yapısı ile girdiği mali darboğaz ve aksaklıklar nedeniyle askerlik ihtiyacını eski yöntemlerle sürdürememesi, zaman içinde gelişmelere ayak uyduramaması nedeniyle, orduyu ıslah etmek ve askerliği para kazanma müessesi olmaktan çıkarıp, vatandaşlık yükümlülüğüne dönüştürmek için Kura Kanunları yürürlüğe girmiştir.
Nitekim paralı askerlik sisteminin sağlam temellere dayanan bir sistem olmadığını tarihten de biliyoruz. Hititlerle Mısırlılar arasındaki Kadeş Savaşında Hitit askerleri tarafından kuşatılan Mısır ordusu bu baskı sonucunda dağılmışken, Hitit ordusundaki paralı askerler savaşı bırakıp, bölgeyi yağmalamaya başlayınca Ramses II toparlanarak Hititleri bozguna uğratmıştır
Devletin girdiği birçok savaşın kaybedilmesi ıslahat çalışmalarında askerî alana öncelik verilmesine neden olmuştur. Askerî alan ile birlikte zamanla bu yenileşme kendini sosyal, ekonomik ve idari alanda da göstermiştir.
Bu kanunlar askeri alanda köklü değişimler getirmiştir. Bu devrede gerek 1846 Kura Kanunnamesi gerekse 1869 Kuvve-i Askeriye Nizamnamesi ile 1870 yılında buna istinaden çıkarılan yeni Kura Kanunnamesi iki mühim takvim başlangıcıdır.
1846 Kura Kanunnamesi ile askerliğin kimler tarafından yapılacağı, askerlik çağı, kura daireleri ile kura meclislerinin oluşturulması, firar, ceza meseleleri askerlikten istisna olanlarda aranılacak şartlar; bedelli askerliğin ne şekilde yerine getirileceği ile gönüllü asker olmak isteyeceklerde aranılacak şartlar gibi konular geniş şekilde yer almaktadır.
1870 Kura Kanunu 1846 Kura Kanunu’nun biraz daha gelişmiş şekli olmakla birlikte, bu kanunla da Hristiyanlar askerlik mükellefiyetinin dışında tutulmuş, askerlik Müslümanlar için bir külfet olmaya devam etmiştir.
1886 Asker Alma Kanunu ile de Osmanlı Devleti’nde yaşayan büyük bir halk kitlesinden askerlik yönünden yararlanılamadığı gibi Saye Ocağı mensupları, yüksek rütbeli kadılar, görevli şer’i hâkimler, İstanbul içinde görev yapmaya hak kazanan ilmiye mensupları, tarikat şeyhi ile imam ve hatipler v.s. askerlik hizmetinden istisna edileceklerdi. Tanzimat’la getirilmek istenilen eşitlik ilkesi de henüz sağlanamamıştır.
Askerliğin tüm devlet tebaası üzerinde eşit ve genel bir vatandaşlık mükellefiyeti olarak yaygınlık kazanması II. Meşrutiyet dönemine sarkmıştır.
Yüzyıllık bir devrenin muhtelif tecrübe ve uygulamalarının sonucu olarak 1914 yılında yürürlüğe konulan Mükellefiyet-i Askeriye Kanunu ile tüm memleket halkının askerlik yükümlülüğü bütüncül bir şekilde son kez tanımlanıp yasal zemine oturtulmuştur.
Yine de tüm bu düzenlemelerle askere alınan vatandaşlar ana dili Türkçe olan ve Müslüman olan kasaba ve köy ahalisi olmuştur.
Bizim modernleşme sürecimiz büyük oranda bir ordu inşasına bağlı olmuş, milletin askerileştirilmesi ile yani yurttaş askerliği ile birlikte millet vatandaş haline gelmiştir. Halkın vatandaş haline gelmesi de, yani zorunlu askerliğe bağlı kitle ordusu ve büyük ordu kurma süreci de demokratikleşme ve Anayasallaşma sürecini de gelişmiştir. Örneğin, 1876 Anayasası.
Bu son düzenlemeden sonra Cumhuriyet yönetiminin askerlik mükellefiyeti ve asker alma prosedürü ile ilgili ilk yasal düzenleme 21 Haziran 1927 tarih ve 1111 sayılı Askerlik Mükellefiyeti Kanunu’dur. Bu kanun çıkarılıncaya kadar Kurtuluş Savaşı dönemi ve Cumhuriyet’in ilk evresinde askerlik mükellefiyeti ve askerlik işlemlerinde genel olarak Mükellefiyet-i Askeriye Kanunu uygulanmıştır.
Ancak, tüm çabalara karşın günümüzde askerlik yükümlülüğünün her vatandaş için layıkıyla uygulandığını söylemek güçtür.
Örneğin, bedelli askerlik, Osmanlı’da nasıl eşitsizlik yaratıyorsa hala da yaratmaya devam etmektedir. Anayasamızın 72’nci maddesinde “Vatan hizmeti, her Türkün hakkı ve ödevidir.”, 111 Sayılı Askerlik Kanunu’nun 1’nci maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmağa mecburdur.” denilmesine rağmen bedelli askerlik uygulaması devam etmekte, “Askerlik haksa neden bedelli, ödevse de ödevin yerine getirilmesi gerekir, ödevi yapandan neden para alınır?” sorusu insanın aklına gelmektedir. Bu da parası olan askerlik yapmasın ya da kısa süreli yapsın; parası olmayanlar ise askerlik yapsın ve böylece sürdürmekte olduğu yaşamı kesintiye uğrasın, bazı kayıplarla ve her türlü risk ile karşı karşıya kalsın anlamındadır.
Diğer taraftan Türk Silahlı Kuvvetleri’nde son beş yılda askerliği meslek olarak kendi istekleri ile seçmiş ve bir ücret karşılığı bu görevi üstlenmiş kişilerden oluşan profesyonel askerlerin sayısı artarken zorunlu askerlik kapsamında (er, erbaş, yedek subay ve yedek astsubay) askere alınanların oranı düşmüştür.
“Türkiye’de Askerlik Sistemi Nasıl Olmalıdır?” adlı çalışmada, zorunlu askerlik ve profesyonel askerlik sisteminin sakıncalarını ortadan kaldıracak ve avantajlarını bir araya getirecek şekilde yarı profesyonel bir sistemin tesis edilmesinin uygun olduğu tespitinde bulunulmuştur.