Bu Yazıda - Konu İçi Ara Başlıklar
Dünyada hiçbir nüfus hareketi nedensiz gerçekleşmemiştir. Terk edilen veya terk edilmek zorunda kalınan ülke ve gidilen veya gidilmek zorunda kalınan ülke, nüfus hareketinin iki ucunu oluşturur. Dünyada hiçbir nüfus hareketi nedensiz gerçekleşmemiştir. Terk edilen veya terk edilmek zorunda kalınan ülke ve gidilen veya gidilmek zorunda kalınan ülke, nüfus hareketinin iki ucunu oluşturur.
Çerkes sürgünü ile ilgili incelemelerde genellikle Rusya Çarlığı’nın Kuzey Kafkasya’ya yönelik stratejik planları öne çıkarken, Osmanlı İmparatorluğu’nun etkileri pek gündeme gelmemiştir.
Tüm nüfus hareketlerinde olduğu gibi “Çerkes Sürgünü” ve sonucunda Osmanlı topraklarında gerçekleşen “İskân”ın iki yönü bulunmaktadır:
Terk edilen veya terk edilmek zorunda kalınan ülke: İtici faktörler
Gidilen veya gidilmek zorunda kalınan ülke: Çekici faktörler
Rusya Çarlığı, Kuzey Kafkasya’da son direnenler ve denize yakın olmaları nedeniyle ağırlıklı olarak Adıgeleri ve Abazaları sürmüştür. Sürgün öncesindeki “jenosit” ve sürgün sırasında yaşanan unutulması mümkün olmayan tarih, bu çalışmanın kapsamı içerisinde bulunmamaktadır.
Osmanlılar, göç ve kolonizasyon gibi nüfus hareketlerini sadece gündeme geldikçe kullanmakla kalmamışlar, daha çok bu hareketlerin önceden planlayarak başlatıcısı ve yönlendiricisi olmuşlardır.
Tarih boyunca sürekli başvurulan nüfus hareketleri Osmanlı İmparatorluğu’nda bir “Yönetim geleneği” halini almıştır. Yani, imparatorluk çeşitli problemlerini çözmek için sık ve bilinçli olarak nüfus hareketlerine başvurmuştur.
Bu anlamda Çerkeslerin sürgün kararını kabullenmeleri ve Osmanlı topraklarını “seçmek” zorunda kalmaları ve Çerkeslerin bu topraklarda dağınık olarak yerleştirilmelerinin, diğer bir deyişle “Osmanlı İskân Politikası”nın anlaşılabilmesi için Osmanlıların kuruluş dönemine kadar uzanan bir inceleme gerekmektedir.
Bilindiği gibi Selçuk-Bizans sınırlarında oluşan bir uç beyliğinin kısa sürede büyüyerek, yeni bir din ve kültürün taşıyıcısı olarak eski Bizans imparatorluğunun enkazı üzerinde kurulması olayı bir mucize sonucu değildir. Osmanlı tarihçilerinin yaptıkları gibi Osmanlıların, insan kaynakları ile ilişkisi hesaba katılmadan 400 çadırlık aşiret koskoca bir Bizans uygarlığı ile karşı karşıya bırakılamaz (1).
– Osmanlılar geldiklerinde Anadolu topraklarında oturmakta olan ve kesinlikle Türk olmayan yerli halkı ne oldu?
– Osmanlılar oldukça geniş olan imparatorluk sınırlarını Türk nüfusuyla nasıl iskân edebildiler?
– Bu kadar büyük bir nüfusun ayrılarak, yerine tamamen değişik bir nüfusun yerleşmesi nasıl gerçekleşti?
Bu soruların cevabı, belirli ölçülerde Osmanlıların neden Çerkes nüfusuna gereksinim duyduklarını ortaya koyacaktır.
Anadolu’nun fethi, geçici bir akın, askeri bir hareket olarak kalmayarak, sistematik bir iskân ve kolonizasyonla gerçekleşmiştir (2). Bu dönemde önemli ölçülerde nüfus yer değiştirmiş ve Türkler yalnız işgal orduları ve misyonerler göndermek suretiyle fethettikleri yerleri uzaktan bir koloni gibi idare etmemişler, uzun uğraşılarla buraları nüfuslandırmış, nüfusun etnik oranını değiştirmiş, kendi deyimleriyle “şenlendirmişlerdir” (3).
Türklerin ilk zamanlarda fethettikleri memleketlerde yerleşip kalmak ve bu amaçla kendileri için gerekli olan nüfusla oraları iskan ederek Türkleştirmek arzuları o kadar kuvvetlidir ki, ilişkide bulundukları komşu ülkelerle yaptıkları anlaşmalarda bazen göçmen yerleştirmek veya yerleştirmemek önemli bir pazarlık konusu olmuştur(4).
Osmanlı İmparatorluğu’nda, devletin gelirini artırmak düşüncesi ile ve eski bir yönetim geleneğinin deneyimlerine dayanan basit ve pratik yöntemlerle “reaya”yı (köylüyü) en verimli alanlarda ve rasyonel bir şekilde çalıştırmak amacıyla yapılan tehcir ve iskanların yanında; Askeri ulaşımı kolaylaştıracak şekilde yollar boyunca köyler ve kasabalar kurup ulaşım ve seyahat örgütlenerek yabancı bir ülkede diğer düşman unsurlar arasına yerleştirilecek Türk ve Müslüman göçmenler ile politik ve askeri güvenliği sağlamak gibi amaçlarla devletin sürgün yöntemine sık sık başvurduğu görülmektedir(5). Bu nedenle ilk fırsata ordularla birlikte veya orduların arkasından düşman ülkelerine göçmenlerin yerleştirilmesi Osmanlı imparatorluğunun askeri stratejisi bakımından önem verilen yöntemlerden biridir (6).
Ordular ilerledikçe boşalan Bizans şehirleri göçmenlerle doldurulmuştur (7). Osman beyden başlayarak boğazlar bölgesinin önemi göz önünde tutularak bu bölgeye sistemli bir şekilde sokulmuş kuvvetlerinin yeterli olduklarını anladıkları anda buradaki bütün yabancı unsurları atmaya çalışmışlardır (8). Yalnız Anadolu Türklerinin Rumeli’ye geçirilmesi belirli bir dönemde, belirli olaylar üzerine ortaya çıkmamıştır. Bu geçişler zaman zaman olmak üzere Osmanlıların Batı Trakya’yı ele geçirme girişimlerinden önce başlamış ve senelerce sistemli bir şekilde devam etmiştir (9).
Kısaca söylenecek olursa, birçok doğu ve Asya ülkelerindeki hanedan kuran, bir soy egemenliğine dayanan devletlerde olduğu gibi, Osmanlılarda da “gaza”, “akın” ve bunların sonucu olarak yerleşme politikası bir çeşit ekonomik girişim ve birikim türü olarak ortaya çıkmıştır (10). Yönetimi bu derece etkileyen ve sürekli kullanıldığı için bir yönetim geleneği halini alan nüfus hareketleri, haliyle tüm kurum ve toplumsal kesitleri olduğu gibi, dini kurumları ve köylüyü de etkilemiştir.
Dervişler ve zaviyeler (tekke benzeri dervişlerin dini çalışmalarını yürüttükleri kurumlar) Osmanlı İmparatorluğu’nda dinsel işlevlerin görülmesinde önemli yer tutmuşlardır. Ancak onların önemi bu batıya doğru akın işinde birer temsilci ve öncü gibi gözükmelerindendir.
“Osmanlılar, nüfus hareketleri ve iskana o derece önem vermektedirler ki, bu Türk dervişleri bu hareketlerde bir öncü görevi görmektedirler”.
Bu öncülük o derecededir ki, kolonizatör Türk dervişlerine ve onların köylerde kurdukları zaviyelere, Türk istilası ile birlikte ilerleyen bir şekilde bütün Anadolu’da rastlanmaktadır. Aynı göçmen akını batıya doğru taştıkça bu akının öncüleri ve kurumlar da batıya doğru ilerlemiş ve çoğalmıştır (11). Konumuzun dervişleri, yine ibadetle uğraşan ve sadaka ile geçinen benzerlerinin aksine, sürekli olarak boş topraklara yerleşmişlerdir (12). Bu yeni gelen göçmen dervişlerin bir kısmının işi gazilerle birlikte, “memleket açmak “ve “fetih” işlerine katılmak olduğu gibi; bir kısmı da o civarda yerleşmiş ziraat ve hayvan yetiştirmekle meşgul olmuşlardır. Bu dervişler ve zaviyelerinin ordulardan daha önce hudut boylarına gelip yerleşmiş olması, onların harekâtını kolaylaştıran hareketlerden biri olmuştur ve sürekli olarak ordular ilerledikçe öncü güç olarak yeni topraklar açmak üzere ilerlemişlerdir (13). Yararlılıkları görülen zaviyeler, olaylar geliştikçe ve devlet oluştukça bir memuriyet şekline dönüşmüş ve birtakım muafiyetler, haklar ve topraklar bağışlanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda nüfusun kullanılışının bir yönetim unsuru oluşu kendini fetih sonrası toprakların paylaşımında da gösteriyordu. Fetih çağında tımarlar dağıldıktan sonra büyük arazi parçaları ya hazineye kalıyor ya da fetihçilerin öncü gücünü kendi başına ve kendi hesabına yöneten gazilerin şeflerine tam mülkiyetle bırakılmış oluyordu. Ama çok kere yakılıp yıkılmış, sakinleri tarafından terk edilmiş bu topraklar, onları işleyip değerlendirecek bir işgücü olmadıkça yeterli bir çıkar imkânı sağlamıyordu (yani devletin imtiyazlı tımarları fetih sonucu elde ettikleri toprakları, onları işleyip işçiliğini yapacak bir nüfus bulamadıkça kullanamıyorlardı. Buda fethedilen toprakların ne pahasına olursa olsun nüfuslandırılmasını gerektiriyordu). Bu toprakları iskân etmek için iki yol tutuluyordu.
1) Buralara yığın halinde sürgünlerle savaş tutsaklarının yerleştirilmesi…Yığınların zor yoluyla sağlanmış bu hareketin amacı, çok kere yeni toprakların verimli kılınmasından daha çok, sistemin yerleşmesine engel sayılan bu unsurların şahsında Anadolu’daki nüfus fazlasını boşaltmak…
2) Buna karşılık, sürekli olarak balkanlara ve orta Avrupa’ya doğru genişleyen sınırlardan yapılan sürgünler kendine has değişik özellikler gösteriyordu. Osmanlılar, özel bir kişinin tasarrufunda bulunan topraklarda miras yoluyla kalan intifa hakkını kabul ederlerse de bu aynı kişi, sürülerek yerleştirilmiş olduğu yeni topraklar üzerinde, idarenin açıkça izni olmadıkça aynı hakları iddia edemiyordu. Dolayısıyla da bu ahali, elde ettiği ürünün daha büyük bir kısmına el konulmasına imkân veren bir duruma, yarıcı duruma düşüyordu.
Balkanlardaki ilerleyişte ise gaziler, ardlarından gelip toprağı ve gelir kaynaklarını kendi sınıf çıkarlarına göre örgütleyen idari mekanizmanın elinden kurtulma yollarlını ileriye doğru kaçışta arıyorlardı. Bu kaçış onlara durmadan yeni topraklar kazandırıyordu. Onların ardından idare buralara Anadolu Kolonlarını yolluyordu. Bu, ikili bir amaçla, bir yandan yeni topraklar sömürgeleştirip üretken hale getirmek, öbür yandan da kabile tepkisinden kurtulmak için yapılıyordu. Bu tepki daha Trakya’da kök atmaya çalışan unsurları zorla yerleşik düzene geçirir ve toprakla aralarında bağıntı kurup sistemle bütünleştirirken ortaya çıkmıştı.
“Osmanlıların Rumeli’ye geçişlerinden itibaren bu kıtadaki yerleşmeleri iki şekilde olmuştur. Bunlardan birisi ilk fütuhat esnasında Anadolu’daki yakın yerlerden mesela Balıkesir, Manisa ve havalisi gibi Rumeli’de yeni zapt edilen yerlere hükümet tarafından eski kayıtlarda sürgün denilen göçmenler nakledilmiş ve buralardaki yerli Rum halkından askeri sınıfa mensup olanlarla nakilleri icap edenlerden bazıları da Anadolu’ya gönderilmiştir. Osmanlı devletinin bu sistemi göçmen nakli teşkilatı 15. asrın ikinci yarısı ile 16. asrın ilk yarısında da devam etmiştir.
Bu tedbirler yalnız kabile halkıyla değil, kabile aristokrasisiyle de ilgiliydi.”Kabile reisleri veya toprak sahibi olarak Anadolu’da önemli bir siyasi toplumsal mevkii sahibi beylerin, türlü nedenlerle Rumeli’ye sürülme usulünün Osmanlı imparatorluğu’nun kuruluş devrinde merkezi devlet otoritesinin kuvvetlendirilmesi konusunda sistemli bir şekilde kullanılmış etkin bir yönetim geleneği olduğunu göstermektedir. Ve tahmin edilebilir ki, bu şekilde eski beylerin Anadolu’daki köklerinden koparılarak Balkanlar ‘da ki hudut boylarında, Osmanoğulları hizmetinde önemli görevlere tayin edilmiş olmaları, sürgüne tabi tutulmuş olan eski bazı soy ve toprak asaleti sınıflarının kendilerine tamamıyla yabancı bir çevre içinde kısa bir zamanda tasfiyesini ve dolayısı ile siyasi birliğin kolaylıkla kurulmasını mümkün kılmıştır.
Osmanlı Devleti toprak ve köylü ile olan ilişkilerini de bu politikası (nüfus politikası) doğrultusunda görüyordu. Reaya (köylü) toprak emekçilerini bağlarında toplayan bir sınıftı ve kişinin bir toprak parçasına bağlanması onun ve onun soyundan gelenlerin durumunu belirliyordu.”Ve raiyet oğlu raiyettir” (ve köylü oğlu köylüdür) veya “sipahi zade olmayan bir Tarık ile tımara dahil etmek kanuna muhalefettir”, (sipahi oğlu olmayan kişinin tımar haklarından faydalanması kanuna aykırıdır) cümleleri de bunu göstermektedir.
Reaya (köylü) sütü ve yünü alınacak bir sürü gibi özenle üretilip en yüksek geliri elde etmek için üzerinde ilgiyle durulan bir konuydu. Dolayısıyla, köylü ve diğer sınıflar, doğup büyüdükleri memleketlerde kendi kaderleriyle baş başa bırakılmamış, tersine kendileri en verimli çalışabilecekleri yerlere ve işlere bizzat devlet tarafından yönlendirilmiş ve bu arada fetihler sonucu yeni açılan boş ve verimli topraklar üzerine taşınmış ve iskan edilmişlerdir.
1520-1530 yılları arasında tüm imparatorlukta 11 milyon olarak görülen nüfusun azlığı, üretimdeki önemli rolü açısından insanın değerini arttırmakta ve devlet onları yerlerine ve şartlarına bağlamak istemekteydi.
Osmanlı İmparatorluğu’nda hukuk kurallarının dayandığı taban daima toprak ve insan emeğinin topraktan ürettiği servetlerdir. Bu yüzden bu ikisi birbirinden ayrılmaz; toprağın kendi tasarrufunda bulunmaması dışında, reayanın toprağını bırakıp gitmesine izin verilmezdi.
Ama toprağın terk edilmesi (çift bozma) on altıncı yüzyıl boyunca devletin önünü alamayacağı kadar çoğalıp önem kazanınca vergi konularak bunun belli bir biçimde kurumlaştırılması yoluna gidildi. Böylece reaya özel durumlar dışında toprağa bağlıdır ve onu değerlendirmek zorundadır. Toprak, kullanamayanın elinden alınır, toprak nadasa azami 3 yıl bırakılabilir, belirli bir alandan belirli bir ürünün elde edilmesi zorunludur gibi…
Görülüyor ki Osmanlı İmparatorluğu’nda nüfusun az oluşu köylünün yerleşimine ve üretim planlamasına bazı sınırlar getirmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun fetihçi bir devlet oluşu, sürekli olarak çok geniş sınırlarda savaşa devam etmek zorunda bulunuşu, kendisi için çok gerekli olan köylünün üretken gücünü yıpratmasını da birlikte getirmiştir.
Çünkü İslam devleti, orduyu kendi dindaşlarına ayırırdı, fetihçi bir devlette ordu en önde gelen imtiyazlı sınıftı ve İslam devletinde fethin temel bir yeri vardı. Ancak, İmparatorluk artık fetihçi bir devlet olmaktan çıkmaktaydı. Sınırların savunulması gitgide güçleştikçe askeri kişilerin, özellikle de basit askerin durumu bir imtiyaz olmaktan çıkıp bir yük haline geliyordu. Bundan böyle, önce leventlerin askere alınmasıyla, yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasından sonra ise, düzenli askeri güçlerin yaratılmasıyla bu yük tamamıyla köylerdeki Müslüman daha doğrusu Türk nüfusun sırtına yüklenir olmuştu. Çünkü çeşitli şekillerde zaman zaman kullanılsalar bile Arapları, Arnavutları, Kürtleri düzenli orduya katmak mümkün olamıyordu.
Zamanla İmparatorluk üretken insan sayısını sarstı. Artık asker toplama, köylere baskın şeklinde olmaktaydı. Öyle köyler vardı ki, içinde genç ve çalışabilir kimse kalmamıştı. Köylerdeki halk dağlara kaçıyordu, tutulanlar çoğunlukla çocuklar ve sakatlardı. Bunlar uzun ipleri sıralama bağlanmış ve elleri bağlı olarak getiriliyor zorla ordu hizmetine alınıyorlardı. Yani devlet, üretimi sağlayacak nüfus kesimini yapısından kaynaklanan nedenlerle hor kullanıp tüketmekteydi
Kâtip Çelebi’nin raporlarında belirttiği sayılarda bu durum açıkça belirtilmektedir.
Devlet için asker gerek
Asker için silah
Silah için hazine gerek
Hazine için reaya(köylü)
Reaya için adalet.
Yani devlet kendisini yaşatacak olan askerini, yine dayandığı, aldığı vergilerle devlet hazinesini doldurttuğu köylüyü adaletsiz bir biçimde kullanarak sağlıyor ve hazinesini dolduracak önemli dayanağını (köylüyü) böylece eritiyordu.
Yukarıda anlatılan dengesizliklerin bir benzeri de İmparatorluk çapında ortaya çıkmıştır. Osmanlı imparatorluğu’nun buğday ambarı olan Tuna beylikleri, yani Eflak la Boğdan,1829ve1833 yıllarında özerkliklerini kazandılar. Böylece devlet yöneticileri, memleketin geleceğini düşünürlerken, Anadolu probleminin ele alınmasının zamanının geldiğine kanat getirmişlerdir. Bu görüş, Anadolu’da bir takım tarıma ve iskana ait reformların yapılmasının kaçınılmaz olduğunu ortaya koymuştur.
Bunların yanında 1838 Ticaret antlaşması Osmanlı devletine buğday tekeli, dolayısıyla Avrupa’ya yapılacak buğday ihracatı üzerindeki her çeşit yasaklamayı kaldırmak zorunda bıraktı. Böylece devlet önceden ambarlanmış buğdayı sevk ederek bölgesel kıtlıkların önünü almak imkanının da kaybetti. Nihayet 1846 yılında İngiltere kabul edilen ve büyük Britanya İmparatorluğu’na tahıl ithalatına izin veren hububat kanunları (Corn Laws) Osmanlı topraklarında üretilen tahılların önemli bir miktarını dış pazara çekti.
Kısaca özetlenecek olursa Osmanlı İmparatorluğu’nda:
1.İskân sadece belirli zamanlarla ortaya çıkan bir olgu değil, sürekli olarak başvurulan ve İmparatorluk yapısından kaynaklanan gelenekselleşmiş bir yönetim unsuru idi.
2.Köylü hazineyi besleyen ve asker temin eden devlet için iki yönden yaralı bir potansiyeldi. Ancak, devletin askeri politikası üretken köylü gücünü büyük ölçüde sarsmıştı. Oysa devletin hala üretken bir potansiyele ihtiyacı vardı.
3.Güvenlik nedenleri ile eski iskân merkezleri terk edilerek arzulanan verimlilikten uzak olan yeni yerleşim bölgelerine gidiliyordu.
4.Bölgesel dengesizliklere ek olarak İmparatorluğun ambarları olan Eflak ve Buğdan’ın 1829ve 1833 yıllarında özerkliklerini kazanmaları İmparatorluk çapında bir dengesizlik yaratmıştı.
5.Bunların üstüne 1838 de devletin ihracat üzerindeki tekelini kaldırmak ticaret antlaşması ve 1846 da büyük Britanya İmparatorluğu’nun tahıl ithalatına izin vermesiyle İmparatorluk sınırları içerisinde üretilen tahıl dış pazarlara çekiliyordu.
6.İmparatorluğun sürekli savaş ve karışıklık içinde oluşu onun sınır bölgelerinde, karışıklık bölgelerinde, Hıristiyan nüfusun çok olduğu bölgelerde Müslüman nüfusa olan gereksinimi artırıyordu.
7.Devlet topraklarının işlenmesi üzerine getirilen bir dizi bürokratik kısıtlamalar ekonomiyi durgunlaştırmıştı. Devlet tarımı hareketlendirmek için yatırımın yanı sıra çiftliklere gereksinim duyuyordu.
8.Osmanlıların batı ile 1856 da yapmış oldukları Paris antlaşması Müslüman ve Hıristiyanlar arasındaki ayrılıkları kaldırıyor, hatta batıya ekonomik kültürel ve politik anlamda ilişkiye geçebilme yetenek ve olanaklarıyla Hıristiyanlara büyük avantajlar sağlıyordu. Bu avantajların çekiciliği sonucunda imparatorluk topraklarında yerleşmek üzere Avrupa’dan önemli ölçüde Hıristiyan Osmanlı topraklarına başvuruyordu. Ancak zaten kritik olan Hıristiyan, Müslüman nüfus oranını devletin bozmaya niyeti yoktu.
Tüm koşulların birikimi Osmanlı İmparatorluğunun19.yy, özellikle Çerkeslerin göç dönemi olan 19.yy‘ın ikinci yarısındaki nüfus ve iskân politikasını oluşturdu. Bu birikimin zorlaması Tanzimat Meclisini 9 Mart 1857 de bir göçmen kanununu hazırlamaya ve bunun sultan tarafından onayına yol açtı. Ancak burada Çerkeslerin Osmanlı topraklarına kabulünün Osmanlı devleti ve Çarlık Rusya’sı arasında yapılan bir antlaşmayla gerçekleştiği de unutulmamalıdır. Osmanlı devleti tarafından hazırlanan Göçmen kanunu çekiciliği sağlayabilmek amacıyla liberal bir tutum içinde idi. Hazırlanan bu kanuna göre herkesin hak ve hürriyetleri sultanın güvencesi altına alınıyordu. Ayrıca hazine arazileri tüm vergilerden muaf olarak Rumeli’ye yerleşenler için 6, Anadolu’ya yerleşenler için ise 12 senelik askerlik
Muafiyeti ile birlikte dağıtılacağı bildiriliyordu. (Göçmen kanunu: madde 4,5,6) Sadece göçmenleri çekmek ve uzun süre belirli topraklar üzerinde yerleşik tutabilmek adına hazırlanan bu maddelerin tam olarak uygulanabildiği söylenemez. Ancak göçmenler 20 yıl içinde topraklarını satmayacaklar ve ülkeyi terk ettiklerinde toprakları tekrar devlete iade edeceklerdi.(madde 13) İmparatorluk bu doğrultudaki amaçlarını gerçekleştirebilmek ve iskan işlerini daha düzenli bir şekilde yürütebilmek için 1860 yılında Göç genel idare komisyonu’nu kurdu.(idare-i Umumiye-i Muhacirin komisyon) yani Osmanlı İmparatorluğu göçle ilgili devlet düzeyindeki tüm hazırlık çalışmalarını Çerkesler’in sürgününden önce, teşvik edici şekilde ve Osmanlı topraklarının tercih edilmesini sağlamaya yönelik olarak hazırlamıştı.
Başbakanlık Arşivi, 12 Cemaziyülevvel 1319 tarih ve 745 no.lu belgede: Mudanya, Gemlik Bandırma ve Erdek’te, kaymakam yardımcısını dahi Hıristiyan halktan seçme zorunluluğunda bırakan yoğun Hıristiyan nüfustan bahsedilerek, buraya acele (!) olarak “Kuzey Kafkasya Göçmenlerinin gönderilmeleri” istenmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfus politikası ve bunun sonucu olarak gönderdikleri elçi ve propagandistler tek tek hareketler halinde başlamış olan göçü hızlandırdı ve göç 1862-1865 yılları arasında doruk noktasına ulaştı.
Osmanlılar sürekli olarak göçmen sayısını artırmak istiyorlardı. Hatta bunun için beyliği altında bulunan halkı ve kölelerini de birlikte getiren Çerkes beylerinin Osmanlı topraklarında da beylik yapacakları propagandası yürütülüyordu. Gerçekten de göç sonrası Osmanlı topraklarında pek çok Çerkes beyinin ayrıcalıklara sahip olduğu arazi, yapı malzemesi ve tohumluk bakımından bolluk içinde oldukları bilinmektedir.
Çerkes göçmenleri İngiliz, Fransız, Osmanlı ve çarlık gemileriyle Osmanlı topraklarına taşınıyorlardı. Bu taşınma işlemi sırasında çok sayıda Çerkes göçmenin açlık ve salgın hastalıklardan öldüğü, hastalık kapanların gemi yöneticileri tarafından Karadeniz’e atıldıkları bilinmektedir.
Osmanlı topraklarına çıkan göçmen Çerkes sayısı üzerinde 700 binden 1 milyon 2 yüz bin’e kadar değişen çeşitli yorumlar yapılmıştır. Osmanlı nüfus olaylarıyla yakından ilgilenen Ubicini bu sayının 1864 de 700 bine, yüksek ölüm oranına rağmen 1866’da 1 milyona ulaştığını bildirmektedir. Bianconi, 1876 sonlarına kadar sadece Balkanlar’a yerleştirilen Çerkes sayısının 600 bine ulaştığını yazarken, diğer kaynaklar tüm göçmen sayısının 1 milyon 2 yüz bin olarak vermektedirler. Rus kaynaklarına dayanan araştırmalarıyla Berzhe ise 1858-1866 yılları arasında Kafkasya’yı deniz yoluyla terk edenlerin 493.194 kişi olduğunu belirtmekte, ancak 1866 senesi içerisinde yapılan göç sayısı, resmi kaynaklar dışında kalanlar ve karayoluyla gelenleri bu sayı dışında tutmaktadır.
Tüm bu kaynaklarla birlikte Osmanlı arşivlerini de inceleyen Wisconsin Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Merkezi üyelerinden Kemal H. Karpat, kayıtlara geçmeyen, kendi özel gayretleri ile göçen ve karayolunu da kullananları da göz önünde tutarak 1859-1879 yılları için bu sayının 1 milyon 400 bin olduğunu, bunlardan sadece 1.100.000’inin hayatta kalıp Osmanlı topraklarına çıkabildiklerini belirtmektedir.
Ancak göçten hemen sonra göçmen Çerkeslerin %20 si açlık ve hastalıklardan ölmüştür Örn: Mayıs 1864’de Samsun’a çıkanlardan 35-40.000 Çerkes ölmüştür. En önemli çıkış noktalarından biri olan Trabzon’da ise 1856 sonlarındaki ölü sayısı 53.000 civarındaydı.
Samsun, Çorum, Tokat, Yozgat, Uzunyayla (Kayseri-Sivas), Göksun ve Adana’ya yapılan yerleştirmeler, temel olarak yerleşik düzene geçmeyi zorlama ve vergi vermeyen, düzenli askerliğe katılmayan ve isyanları ile “pürüz” olan “doğu”yu, imparatorluğun temelini oluşturan ve yaşatan “batı”dan ayırmaya, bölgede çıkan isyanların etkisiz bırakılması için tampon bölge kurmaya yönelikti.Uzunyayla’ya yerleştirilen Çerkesler ise Avşar ve Türkmen göçebe kabilelerin yerleşik düzene geçmesi, halkça sadece yaylak olarak kullanılan bu bölgenin tarım alanları haline getirilmesi amaçlarıyla yerleştirilmişlerdir.
[i]Başbakanlık Arşivi, 7 Cemaziyülevvel 1319 tarihli ve 1494 nolu belgede; Ermenilerin Malazgirt ve Muş ovalarını sık sık basmalarından ve burada Müslüman halkın az bulunmasından bahsedilerek, Ermenilerin yollarının kilidi durumunda olan Sason Dağları’na yakın yerlerdeki boş araziye “Göçmen Çerkeslerin gönderilerek yerleştirilmeleri” isteniyor.[/i]
Aşağıda da görüleceği gibi, karaya çıkıştan sonra iskanın gerçekleştirilmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nu nüfus hareketlerine zorlayan problemlerini de çözücü doğrultuda gerçekleşiyordu.
1.Genç Çerkes göçmenleri orduya alınarak ordunun sadece sayısal olarak değil, fakat Çerkeslerin savaşkanlıklarından doğan bir niteliksel değişmesi sağlanmış oluyordu. Osmanlılar sadece Trabzon’da 18.000 Çerkes gencini orduya aldılar.1877 savaşının başlamasıyla da yine 3.000 genç Çarlık Rusya’sına karşı kullanılmak üzere orduya alınmıştı. Bu uygulamayla askerlik muafiyeti getireceği söylenen Göçmen kanununun 4, 5, 6’ncı maddelerinin sadece göçmenleri çekmek için bir aldatmaca olduğunu görüyoruz.
2.Göçmenler, Diyarbakır ve Halep gibi nüfus yoğunluğunun az olduğu yerlere yerleştirildiler ve göçebe Arap kabilelerinin hareketliliğini sınırlamak ve bazen de onları bulundukları bölgede yerleşmek için kullandılar. Böylece Çerkesler bir set oluşturacaklar ve Bağdat bölgesinin güvenliğini sağlayacaklardı.
3.Devlet, göçmenleri Yunanistan, Sırbistan, Romanya ve özellikle Çarlık Rusya’sı ile olan sınır bölgelerine yerleştirmeye çalışıyordu. Çerkesler Balkan’larda aynı amaçlarla Kuzey ve merkezi Dobruca, Varna ve Danub’un güneyi ve batıda Niş ve Sofya bölgelerine yerleştirildiler. Nihayet bu hareketlere karşı Çarlık 1860’taki 6 görüşünü tekrarladı” Çerkesler kendi sınırlarından belli bir mesafe dışına iskân edilmeliydiler”
4.Çerkesler Marmara denizi çevresine Başkent İstanbul’a giden yolları güvence altında tutmak amacıyla yerleştirildiler.
“Genelkurmay’ın Türk istiklal harbi incelemesinde de belirtildiği üzere, İngiltere, Anadolu yönünden rahatsız edilmekten korunmak için, Boğazların doğusunda tampon bölge kurmayı düşünmüştür. Bunlarda Çanakkale Boğazı’nı doğuya karşı koruyacak olan Biga, Gönen ve çevresi ile Karadeniz Boğazı’nı Doğu’ya karşı güvene alacak olan Düzce, Hendek yöresidir. Nitekim iç isyanlar bu bölgede başlar.” (Milli kurtuluş tarihi, cilt 1, s. 147,148) Yani Çerkesler askeri nedenlerle tampon bölgelere yerleştirilmişlerdir
İskân, Marmara bölgesinde Hıristiyan nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerde Müslüman nüfus oranını arttırmaya yönelikti. Örneğin Kuzey Anadolu’nun kıyı şehirlerinde yaşayan, belirli bir ekonomik ve sayısal güce sahip olan Rumlar, bu iskân politikasından rahatsız olarak durumu protesto etmiş ve hatta bazıları Rusya’ya göçerek durumu düzeltme yoluna gitmişlerdir.
12 Cemaziyülevvel 1319 tarih ve 745 no.lu belgede:
Mudanya, Gemlik Bandırma ve Erdek’te kaymakam yardımcısını dahi Hıristiyan halktan seçme zorunluluğunda bırakan yoğun Hıristiyan nüfustan bahsedilerek, buraya acele olarak “Kuzey Kafkasya Göçmenlerinin gönderilmeleri istenmektedir.
5.Samsun, Çorum, Tokat, Yozgat, Uzunyayla (Kayseri-Sivas), Göksun, Adana yerleşimleri temel olarak yerleşik düzene geçmeyi zorlama ve vergi vermeyen, düzenli askerliğe katılmayan ve “pürüz” olan “doğu”yu, İmparatorluğun temelini oluşturan ve yaşatan batı’dan ayırmaya, tampon bölge kurmaya yönelikti.
Uzunyayla’ya yerleştirilen Çerkesler Avşar ve Türkmen göçebe kabilelerin yerleşik düzene geçmesi, bölgede çıkan isyanların etkisiz bırakılması için tampon bölge yaratılması, yerli halkça yalnız yaylak olarak kullanılan bu bölgenin tarım alanları haline getirilmesi amaçlarıyla yerleştirilmişlerdir.
Elazığ, Mardin yörelerinden başlayarak Hile, Kerbela kentlerine kadar uzanan çizgiye Kürt aşiret isyanlarını önlemek amacıyla öbek öbek yerleştirilmişlerdir.
7 Cemaziyülevvel 1319 tarihli ve 1494 no.lu belgede
Ermenilerin Malazgirt ve Muş ovalarını sık sık basmalarından ve burada Müslüman halkın az bulunmasından bahsedilerek, Ermenilerin yollarının kilidi durumunda olan Sason Dağlarına yakın yerlerdeki boş araziye “Göçmen Çerkesler’in gönderilerek yerleştirilmeleri” İsteniyor. Hatay, Hama, Humus, Şam, Golan tepeleri, Ürdün ve İsrail yerleşimleri, bu hattın devamı olarak; Hadari ve Bedevi kabilelerini ayırmak amacıyla yerleştirilmiştir. Hadariler kara ve denizyolu ticaretini ellerinde bulunduran, bunun için güvenliğe ihtiyaç duyan, merkezi otorite ile ilişkili ve vergisini veren kesimi oluştururken, Bedevi kabileleri göçebe, ticaret kafilelerini vurarak yaşayan ve Osmanlı devletine vergisini veren kesime zarar veren bir yapıdadır.
6.Göçmenler aynı zamanda tarım ve demir yolu yapımında kullanılmaya yönelik bir biçimde de yerleştirilmişlerdi. Dışişleri arşivlerinde bulunan tarihsiz bir rapor devlete Çerkeslerin Güneyde: Çukurova. Birecik Rakka bölgelerine yerleştirilmelerini önermektedir. Raporda, böylece bu bölgede modern bir tarımın gelişmesinin beklendiği de belirtilmektedir. Özellikle 19. asra kadar pek beğenilmeyen ovaların tabanları ile diğer alivual (birikim) sahalar sonradan göçmenlerin yerleşimine açılmıştır.
Bu devrede söz konusu sahalara iskân edilenlerden pek çok kimse sıtma ile diğer bulaşıcı hastalıklardan ölmüş, hatta devlet gücü ile yerleştirilmiş bazı büyük gruplar (özellikle Akdeniz bölgesinde) kitle halinde yok olmuşlardır.
Bununla beraber bataklıkların kontrol altına alındığı veya kurutulduğu, sıtma ile etkili bir şekilde mücadele edilebilen yerlerde göçmenler, iskânlarına devam etmişler; o tarihlere kadar belirli sebeplerle beğenilmeyen bu topraklar üzerinde yeni yerleşim alanları oluşmuştur.
Kaynaklar
1)Barkan, O.L. Osmanlı İmparatorluğu’nda bir iskân ve kolonizasyon metodu olarak sürgünler. İst. Üniv. İktisat fak. Mecmuası, Cilt 11, s.524-526)
2)Köprülü, Prof. Dr .F.: Osmanlı devletinin kuruluşu.s.40
3)Barkan,O.L.: Osmanlı İmparatorluğu’nda bir iskan ve kolonizasyon metodu olarak Vakıflar Temlikler. Vakıflar Dergisi. Cilt 2.s.280
4)Barkan.O.L. 1 no lu kaynak s.65
(5)age. S.57
(6)age. s.67
(7)Dağtekin Dr.H. Türkleri boğazlar bölgesine çeken gerçek nedenler. Ank.Univ. DTCF Degisi Cilt 19, s179.
(8)age s.187
(9)Aktepe. M. N. 14. ve 15. asırlarda Rumeli’nin Türkler tarafından iskanına dair. Türkiyat Mecmuası. Cilt 10, s.300
(10)Berkes Prof. N.: 100 soruda Türkiye iktisat tarihi. Cilt 1, s.18
11) bkz. (3) s.291
12)ages.285
13)age.s.289
[1] Şamil Jane’nin, 8 Mayıs 2006 tarihinde Bağlarbaşı Kafkas Kültür Derneği tarafından İstanbul’da düzenlenen “Dünden Yarına Çerkes Göçleri” konulu sempozyumda yaptığı konuşma metnidir. Nart Dergisi 52. Sayıda yayınlanmıştır.