Quantcast
Osmanlı’yı “Batı’ya Odaklı” Değerlendirme Yanılgısı – Belgesel Tarih

Hakan YILMAZ
Hakan  YILMAZ
Osmanlı’yı “Batı’ya Odaklı” Değerlendirme Yanılgısı
  • 27 Ocak 2024 Cumartesi
  • +
  • -
  • Hakan YILMAZ /

Loading

“Osmanlı tarihine dair eserler veren Avrupa tarihçilerinin çoğu gibi Gibbons da olaylara Avrupa merkezinden bakar. Bu durumda Türkler dış kenarda kalırlar ve bir yere konumlandırılmaları çok zordur. Oysa onüçüncü yüzyılın büyük siyasî ve kültürel mücadelelerinin bir sonucu olan Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna Şark tarihinin merkezinden bakmak gerekir.”*

Ünlü Alman tarihçi Giese, Gibbons’un Osman Gazi ve Osmanlı Devleti’ni kuran Türkmenler hakkında ortaya attığı “sıradışı” iddialarını değerlendirirken böyle diyordu…

Ünlü Alman tarihçi Wilhelm Friedrich Carl Giese (1870-1944)

Osmanlı Devleti’nin yıkılışının üzerinden çok değil, sadece iki yıl gibi kısa bir süre geçtikten sonra, 1924 yılı gibi erken bir tarihte, Gibbons dahil Avrupa merkezli tüm tarih yazarlarının nazarında “Türkler’i bir yere konumlandırmanın zor olduğunu” büyük bir dürüstlükle dile getiren ünlü tarihçi, bu sözleriyle, Avrupa’da o tarihlerde birbiri ardınca ortaya atılan ve ne hikmetse büyük çoğunluğu “kuruluş devri” ne odaklandırılan pek çok “aykırı” görüşe imzasını atmış çok sayıda bilim adamının, tarihî bir konuyu tartışmaya yönelik olduğu bilinen çoğu iddiâsının altında, doğrudan “siyâsî” amaçların yattığını tüm açıklığıyla söylemekten çekinmemişti.

Üstelik o, neredeyse tüm batılı tarih yazarlarını bu kapsama dâhil etmiş; bu konuda istisnâ belirtme ihtiyacı dahi hissetmemişti. Bu konuda görüşleri en çok tartışılan isimlerden biri olan Gibbons, ona göre bu amaca hizmet eden sayısız isimden sadece biriydi…

Sahi, neler söylemişti Gibbons ve ulaşmaya çalıştığı asıl amaç neydi?

Ünlü Amerika’lı tarihçi Herbert Adam Gibbons (ö. 1934) 1916 yılında, yani I. Dünya Savaşı’nın ortalarında; Osmanlı Devleti hâlâ varlığını sürdürürken, Osmanlılar’ın kuruluş dönemini “yeniden şekillendirme” ye mâtuf The Foundation of The Ottoman Empire (Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu) adında bir kitap kaleme almış ve burada özellikle Osmanlılar’ın dinî altyapısı, kökeni ve ilk Osmanlılar’ın siyâsî ve sosyal statüleri hakkında muhâlif görüşler ortaya atmıştı.

Gibbons’ın bu çalışmasındaki iddiâsına göre; Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzi, Orta Asya’dan gelme bir “Şamanist”tir ve devletinin temellerini ancak, bölgedeki Rum unsurlarla birleşerek atmayı başarabilmiştir. Bu cür’etkâr iddiayı ortaya atmakta tereddüt etmeyen Gibbons, Osman Gazi’nin bir fakihin evinde misafir olduğu sırada, duvarda bir kitabın asılı olduğunu görerek: “Bu kitap nedir?” demesi, fakihin onun “Allâh’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm” olduğunu söylemesi; bunun üzerine o gece Kur’ân’a saygısından dolayı odada ayaklarını uzatıp yatmaktan çekinmesi ve ardından sabaha karşı uyukladığı sırada saltanatla müjdelendiği meşhur rüyâsını görmesi rivâyetini, Osman Gâzî’nin bu rüyâdan sonra “ihtidâ” ettiği şeklinde yorumlamış; bu görüşünü rüyanın Edebâlî’ye anlatılması ve gazâya çıkması rivâyeti ile birleştirerek, Osman’ın elli yıl barış içinde yaşadığı Rum unsurlarına saldırmasının, kazandığı bu “misyoner eğilimli” fanatik dinî hislerden kaynaklandığını, önceki durumuna taban tabana zıt olan bu durumun, ancak ihtidâ etmiş yeni bir dinî kimliğe geçişle açıklanabileceği yönünde, o âna kadar bilinenlere zıt ve aykırı yönde yeni bir iddiâ ortaya atmıştır.

Kuruluşla ilgili Osmanlı rivâyetlerinin önemli bir kısmına şüpheyle yaklaşan Gibbons, bilinenlere muhâlif bu yeni tezini bir an önce bir kalıba oturtmanın verdiği acelecilik ve telâşla; rivâyetlerde yer alan, onların içinden âdetâ cımbızla çekip çıkardığı “Kur’ân-ı Kerim”le ilgili kısmın dışındaki aksi unsurları hesap edememiş; dolayısıyla farkında olmadan bu iki “rüyâ” rivâyetini de, büyük bir akıl tutulması ile aslında kendi aleyhine delil olarak getirmiştir.

Meselâ; Gibbons’un hidâyete ermemiş “Şamanist” bir “müşrik” e (!) ait olduğunu öne sürdüğü bu rüyâlar, içeriği itibariyle bu iddiâyı peşinen imkânsız kılacak ve kökünden yıkacak kesin kanıtlar içermektedir. Nitekim iddiâya göre başlangıçta müslümanlıkla hiçbir ilgisi bulunmadığı savunulan Osman Gâzî’nin, bu durumda müslümanlığın en güçlü temsilcilerinden olan bir “fakih”in evinde işi nedir? Hadi rüyâdan sonra Şeyh Edebâlî’nin huzuruna “ihtidâ” ettiği için gitti diyelim; peki müslüman olmayan birinin ayak basması ihtimâl dâhilinde bile olmayan bir tekkenin içine kadar girebilmesi nasıl gerçekleşmiştir? Durumu “fakih” açısından düşündüğümüzde; ya o Kur’ân-ı Kerîm’in asılı olduğu, bundan dolayı büyük bir saygı ve hürmet gösterilmesi gereken bir odada, misafir kalması doğru olmayan bir “Şaman”ı -Kur’ân’a saygısızlık olacağını umursamadan- nasıl olmuş da misafir edebilmiştir? Dahası; söz konusu rivâyetin Osmanlı kroniklerinde rastlanan tüm versiyonlarında Osman Gâzî’nin, fakih gittikten hemen sonra odada “gusl edip” veya “abdest alıp” saygıyla beklediğine işaret edilmiştir ki; bu durumda “henüz rüyayı görüp de hidâyete ermemiş” olduğu savunulan Osman, bir “müşrik” in değil, ancak bir “müslüman” ın bilebileceği “Abdest”i almayı nereden öğrenmiş; yâhut “Şaman”lığın hangi kriteri gereği müslümanların kitabı Kur’ân’a hürmet edip “gusl” etmek ihtiyâcı hissetmiştir? Rivâyet buna benzer daha pek çok çelişkiler içermekteyse de, sanıyorum bu kadarı bile Gibbons’ın, kendine uygun “tarih tezi” devşirme adına nasıl bir “saçmalığın” içine düştüğünü göstermeye yetmektedir.

Bu çarpık iddiâsında Gibbons’ın, Osmanlılar’ın dinî altyapısı kadar, devletin kuruluşunun Türk unsurlardan ziyade Rumlar’dan “ihtidâ eden” ya da “oğullarının devşirilip elinden alınmaması için ihtidâ etmek zorunda kalan” (!) bir kitleye dayandığı; bunların ister istemez Osmanlılar’a katılmaları sonucu, yerleşik hayattan habersiz bir göçebe olan Osman’a ve tebaasına yol göstererek, onlara devlet geleneğini aşıladıkları yönündeki yorumu da tamamen ideolojiktir. Yukarıda Osman Gazi’nin “müşrik” olduğunu iddiâ ederken, babası Ertuğrul’la birlikte “elli yıl o bölgede kaldığını” vurgulayan Gibbons, bu bölgede Selçuklular’a bağlı olarak yarım asır yaşadığını kendi ağzıyla söylediği bu Türkmenler’in, Selçuklular’dan devlet geleneğini zaten öğrenmiş olacaklarını acaba hiç akıl edememiş midir; yoksa böyle olduğunu savunmak “tarih”ten daha ön plânda tuttuğu “siyasî” amaçlarına daha mı uygun gelmiştir? Sözde “müşrik” olduğu öne sürülen Ertuğrul Gâzî’nin, oğlu Osman ve tebaası ile birlikte tam elli yıl boyunca, üstelik -bu durumda kendi dindaşları olması gereken- Moğollar’dan kaçarak, “müslüman” Selçuklu topraklarının içinde onlara tâbî “Şamanist”ler olarak yaşamaya devam etmelerinin tamamen saçma oluşu bir yana; zamanla onlara katılacak olan devşirme Rumlar’ın da, ileride beyliğin etnik yapısını değiştirecek kadar onlara baskın çıkmaları, mantıkî ve ilmî açıdan bakıldığında tam anlamıyla bir felâkettir. Kaldı ki, Bizans bile o dönemde sınırlarına yerleştirdiği Kıpçak asıllı Türkopol’leri hıristiyanlaştırmışken, Selçuklular Batı Anadolu sınırlarında bizzat kendi topraklarının en stratejik noktalarına, her an düşmanlarıyla birleşme riski bulunan ne idüği belirsiz “müşrik” (!) bir topluluğu, acabâ hangi akıl ve mantıkla alıp da yerleştirecektir?

Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemi hakkında tarihî gerçeklere aykırı görüşler ortaya atan Herbert Adam Gibbons (1880-1934)

Gibbons’ın, Osmanlı Devleti’nin kurucularını “Şamanist” yapmasına gerekçe gösterdiği bir başka dayanak noktası, ilk Osmanlı hükümdarlarının İslâmî değil de hep kavmî isimler taşıyor oluşudur. Giese yıllar önce sağlam mantıkî gerekçelerle bu iddiâyı çürütmüşse de, bize göre Gibbons’ın bu iddiâsının -bilimsellikten öte- mantıksızlığını görebilmek için aslında ne dahi olmaya, ne de uzak bilimsel veriler üzerinde durmaya gerek yoktur. Özetle; değil Osmanlılar’ın göç ve yerleşim zamanı, içinde bulunduğumuz XXI. yüzyılda, asırlardır müslüman bir millet olduğunda şüphe olmayan Türk milletine mensup biri olan bu makalenin yazarının adının, İslâmî bir isim olmayıp, etnik kökenli bir isim olan “Hakan” olması nasıl ki mümkün olabiliyorsa; Osmanlılar’ın atalarının asırlar önce benzer kavmî isimler taşımalarının da onların “müslüman olmadığına” veya “başka bir dine mensup olduklarına” delil sayılamayacağı aşikârdır. Örneklendirmeyi daha fazla uzatmadan sözü burada kesmek sanırım en doğrusu olacaktır; çünkü Gibbons’un akıl mefhumuna aykırı olarak ortaya attığı bu gibi sözde “tarih tezleri”ni daha fazla ciddiye almak, bize göre zekâ sınırlarını fütursuzca zorlamaktan başka bir anlam taşımamaktadır.

İddiâların şekil ve içeriğini bir kenara bırakıp, ondan daha önemli olan “amacı” üzerine eğilecek olursak; bu konu, XX. yüzyılın başlarında Osmanlı tarihini “yeniden yazma” girişiminde bulunan pek çok Avrupa’lı tarihçinin, Giese’nin sözlerini tamamen doğrulayacak şekilde “bilimsel kaygı” dan ziyâde “siyasî içgüdü”lerle hareket ettiklerini bize gösterecektir.

Gibbons’ın yaşadığı dönemdeki siyâsî algıya ve bilim çevrelerindeki ideolojik yapılanmaya bakıldığında, dünya gündeminde genel anlamda milliyetçiliğe, sömürgeciliğe ve özellikle Türk milletine yönelik olarak; geçmişle tarihî ve kültürel bağların kesilip dinî altyapının asimile edilmesine, henüz Osmanlı topraklarından yeni koparılan Arap coğrafyasındaki sömürgeler arasında milliyetçilik duygularının körüklenip, Türk kin ve nefretinin yerleştirilmesine ve bu yolla İslâm coğrafyasının bir daha birleşmemek üzere parçalanmasına yönelik politikaların yer aldığı dikkati çekmektedir. Ortaya attığı muhâlif iddiâların bilimsel ya da tarihî bir nitelik taşımadığı, yukarıda serdettiğimiz bir-iki örnekten bile açıkça anlaşılan Gibbons’ın, Osmanlı Devleti’ni kuranların “Türk olmadığı” (!) iddiâsıyla, henüz işgâli yeni plânlanan Anadolu’nun ve özellikle Batı Anadolu’nun asıl sahiplerinin zaten Türkler olmadığı algısını bilinçaltına yerleştirmeye çalıştığı; Osmanlılar’ın “müslüman olduktan sonra fanatikleştikleri ve komşularını yağmaladıkları” sözde târih teziyle de, Osmanlı entellektüelleri arasında o yıllarda yeni yeni popülerleşen anti-İslâmî anlayışı kalıcı bir zemine oturtmayı ve din uğrunda cihad çabasını ortadan kaldırmayı amaçladıkları gözle görülür şekilde bellidir. Onun bunların dışında kalan diğer tüm iddiaları ise peşinen kültür asimilasyonu kapsamına dâhil edilmelidir. O dönemde cephelerde askerî alanda yürütülen savaşlar, bu gibi gerekçelerle ilmî sahalarda da kalemle yapılmaya çalışılmış; sömürgecilik ve emperyalizmi siyâsî birer politika aracı olarak benimseyenler, tarih üzerinde de onun temel ritüellerine uymayan bu keyfî alt yapıyı bilinçli bir şekilde kurarak, bir taşla sayısız kuş avlamayı arzulamışlardır. Dolayısıyla XX. yüzyıl başlarında hiçbir tarihî materyale dayanmadan, sözde “tarihi yeniden yazma” yönündeki pek çok girişimin ilk kez bu siyasî asimilasyon projesinin birer parçası olarak ortaya çıktığı ve günümüzdeki bâzı gizli teşkilâtların akademik masalarının yaptığına benzer bir görevi, Gibbons ve benzeri şarkiyatçıların da, çeşitli bahane ve gerekçelerle o dönemde yapmış oldukları yadsınılamaz bir gerçektir.

Pek çok farklı konuda kendilerine birer “çarpıtma” ve “istismar” zemini kurmaya çalışsalar da, Osmanlı tarihinin en bâriz gerçeklerini bile ortadan kaldırmaya çalışan Avrupa’lı tarih yazarlarının büyük çoğunun dillerinden düşürmedikleri temel gerekçe hep aynıdır; o da, gizli hedef tahtasına oturttukları o tarihî gerçeğin “Siyâsî sebeplerle sonradan uydurulduğu” iddiâsıdır.

Akıllarını sanki peynir-ekmekle yemişçesine, sıkıştıkları her konuda dört elle sarıldıkları bu bahaneyi “tahrif”lerine malzeme yapmaya çalışanların, işin temeline inildiğinde iddiâlarında hemen göze çarpan iki büyük çelişki vardır: Bunlardan ilki, tarih “bilgi” ve “belge” ye dayanan bir bilim olmasına rağmen “lâf kalabalığı” ndan başka ortaya somut bir şey koyamamaları; diğeri ise, tarihî gerçekleri sudan bahanelerle ortadan kaldırmaya çalışan bu sözde bilim adamlarının, “Şecaat arz ederken sirkatini söyleme” misâli, arka plânda aslında kendilerinin o iddiâyı “siyâsî maksatlarla uydurmuş” olduklarının aşikâr olmasıdır. Söz gelimi; Gibbons’un hayatının önemli bir kısmında sömürgeci politikalarla yakından ilgilenmesi ve uzun süre üzerine eğildiği siyâsî faaliyetleri, Giese’nin onun hakkındaki tespitlerinin ne kadar isabetli olduğunu anlamamız için yeterlidir. İşin en ilginç ve vahim tarafı; bu tür istismarcılar, dıştan ilmî bir amaca hizmet ediyormuş gibi gözüktüklerinden, ne yazık ki uzun süre karşılarında kendilerine itiraz edebilecek tek bir Türk bilim adamı dahi bulamamışlardır.

Giese’nin tespitlerinden hareketle, XX. yüzyılda “şarkiyatçılık” görüntüsü altında siyasî amaçlarla “tarih” adına yürütülen ve Avrupa’nın her yerinde benzer pek çok örneği görülen bilimsel çarpıtmaları Gibbons örneği ile masaya yatırmaya ve bu girişimlerin gerçek amacını sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde çözümlemeye çalıştık. Bilimle uğraştığını iddiâ eden kimse, hangi durum ve şartlar içerisinde olursa olsun, bilimsel meseleler karşısında objektif yaklaşım ve tavrını mutlaka korumalı; onu siyâsî ya da başka amaçlar uğrunda istismara çalışmamalıdır.

Alman tarihçiliğinde önemli bir yere sahip olan W. Friedrich Giese’nin “Das Problem der Entstehung des Osmanischen Reiches” adlı makalesinde Gibbons örneğinden yola çıkarak, Avrupa’lı tarihçilerin çoğunun temel yanılgı noktası olarak gösterdiği “olaylara Avrupa merkezinden bakma” saplantısı, onun isabetli bir çıkarımla “XIII. yüzyılın siyasî ve kültürel mücadelelerinin bir sonucu” olarak nitelendirdiği Osmanlı Devleti’nin kuruluşu konusunda yalnız Amerika’lı tarihçi Gibbons’ın değil, daha pek çok Avrupa’lı tarihçinin çürük ve dayanaktan yoksun iddiâlarının temelini teşkil etmiştir.

Asırlar boyunca cihâna hâkim olmuş, tüm dünya tarihini derinden etkileyecek büyük bir devlet kurduklarında şüphe olmayan Osmanlılar’ın atalarının, bu derece güçlü ve prestijli bir devlet alt yapısını nereden aldıkları ve nasıl sağladıkları, hâl-i hazırda Orta Asya’dan inme bir göçebe topluluğundan ibâret olan bu “taşra” insanlarının, normalde bilmemeleri gereken “bürokrasi”yi ve “devlet geleneği”ni hangi örneğe göre kurguladıkları soruları; Gibbons’un, Osman Gâzî’nin “asil bir soya mensup olmadığı” (!) tezi ekseninde geliştirilmiş daha pek çok ilginç ve spekülatif görüşün “bilim” adına ortaya atılmasına sebebiyet vermiştir.

Osmanlılar’ın devlet geleneğini bilmekten, şehir yaşantısını özümsemekten yoksun olduğu iddiâsı, kaynaklarda yaklaşık elli yıla yakın bir süreyi Bithynia’da geçirdiği tekrarlanan Ertuğrul Gâzî’nin Selçuklular’a bağlı bir coğrafyada, bir “devlet” e bağlı olduğu halde nasıl “devlet geleneğini öğrenemediği” sorusunu beraberinde getirmekle kalmaz; iddiâcıların bu akla zarar “hipotez”lerinin hemen arkasından “Bizanslı muhtedîler”i öne sürmelerinin altında, küçümseme amaçlı siyâsî başka etkenlerin mi devreye girdiği ihtimâlini de ciddî anlamda sorgulamayı gerektirir.

Osmanlılar’ın kökeni ve sosyal menşei hakkında, yazdıkları ilginç ve yoğun spekülasyon içerikli makaleleriyle tanınan Aldo Gallotta, Colin Imber ve Rudi Paul Lindner gibi araştırmacıların, çoğu kez birbirinden kopuk ve alâkasız şekilde geliştirdikleri tarih tezlerinde buluştukları yegâne ortak nokta, “Osman’ın bir asilzade olmayıp; köylü mü, çiftçi mi, yoksa göçebe mi olduğu” yönündeki rivayetlerin sorgulanmasıdır.

Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzî. Kapıdağlı Konstantin serisinden (1804), TSMA, Padişah Portreleri, nr.: 17/71

Osman Gazi’nin “Kayı boyundan olduğu” ve Selçuklu saltanatının çöküşünden sonra “Kayı önde gelenleri tarafından farklı bir konuma oturtulduğu” rivâyeti de aynı kroniklerde yer almasına rağmen, bu rivâyete -herhangi bir delil öne sürmeden- peşinen “uydurma” damgası vuran; yani kendi zâviyelerinden “bilimsel” hiçbir kaygı gözetmeksizin, keyfî yönde ortak bir tercih yapan bu isimler, işin daha en başında konuya “Avrupa merkezli” yaklaştıklarını gösteren ilginç varsayımlar ortaya atmışlardır. Örneğin; Osman Gâzî’nin “asil” olmasını önleyip “çiftçi” olmasını gerektiren en büyük sebep, bu tarihçilere göre onun hâl-i hazırda bir “göçebe” olmasıdır. Ortaçağ’ın sosyal sınıflar arasında sıkı bir ayrılık olduğu esasını vâz eden “feodaliter yaklaşım”ının açık bir yansıması olan “Avrupa” çıkışlı bu görüş, “bir çiftçinin veya göçebenin hiçbir zaman asil olamayacağı”; ya da tersinden bakarsak “bir asilzadenin aslâ çiftçilik yapamayacağı ya da göçebe olmayacağı” ilkesini (!) sosyal bir zorunluluk olarak tereddütsüz kabul etse de, ilk bakışta çok makûl gibi gözüken bu tez, konuya “Şark” merkezli bakıldığında tam bir safsataya ve isâbetsiz bir lâf yığınına dönüşür.

Çünkü temelde İslâm kültür ve medeniyetinin öngördüğü kıstaslar ekseninde şekillenen Osmanlı kültür ve medeniyetine göre, bütün peygamberler kendi zamanlarında “çoban”lık yapmış olduklarından, bir asilzadenin “çoban”lık yapması onlar adına aslâ alçaltıcı bir durum teşkil etmez, aksine toplumun üst düzey statülerinden birini temsil etse bile mânevî değerlerini her şeyden önde tutan o “soylu”nun, ne kadar yüksek bir statüye sahip olursa olsun, sahip olduğu gücün baş döndürücü havasına kapılıp da “ahlâkî ve insânî değerler”e bağlılığını yitirmediğini ve izini takip ettiği dinî önderler ve aynı ortak değerleri paylaştığı halk kitlesinden kendisini üstün görmediğini “övgüye değer bir haslet” olarak icrâ ettiğini gösterir.

Oysa yukarıda görüldüğü üzere, feodaliter geçmişe sahip bir Avrupalı’nın nazarında imkân dahilinde bile gözükmeyen bu durum “ahlâkî bir erdem” değil, o “soylu” kimse adına bir “utanç vesîlesi”dir.

Buna ilişkin örnekler daha da çoğaltılabilir:

Sözgelimi; Osman Gâzî’nin “çiftçi”liğine benzer şekilde diğer padişahların, meselâ asırlar sonra, XX. yüzyıl gibi “göçebe”liklerinden eser dahi kalmayan bir çağda yaşayan Sultan II. Abdülhamid’in de -resmî statüsüne aykırı (!) bir şekilde- “marangozluk”la iştigâl etmesi, Orhan Gâzî’nin -yukarıdaki anlayışa ters düşecek bir biçimde- “Peygamber -s.a.v.- de halkla yemek yemiştir!” diyerek sıradan halkla birlikte oturup yemek yemesi; hattâ tüm Osmanlı pâdişahlarının -sanki başka işleri güçleri yokmuş gibi- (!) sürekli halkın arasına girmeleri ve kendilerinin “soylu” olduklarını düşünmeksizin, en alt statüdeki bu “sıradan” insanların -üstelik kıyafetlerini üzerlerine giyerek- aralarında tebdîlen gezinmeleri, hazineden aldıkları maaşa karşılık bu “alt tabaka” insanları gibi “olmadık” sanatlarla iştigâl etmeleri… gibi örnekler, meseleye “Avrupa merkezli” bakarak, bu hânedanın kurucusunu gerçek bir “Sultan” görmeyenlerin değil, ancak “Şark merkezli” bakan bir bilim adamının anlayabileceği işlerdir.

Osman Gâzî’nin “çiftçi”liğinden farksız olan bu gibi örnekler, bütün dünyaca “soyluluk”larında ve “Sultan”lıklarında şüphe edilmeyen bu “hânedan” üyelerini nasıl ki “asâlet”lerinden ve “hükümdarlık” larından soyutlamıyorsa; aynı durum onların büyük “ata”ları için de geçerlidir.

Bu örnekten yola çıkılacak olursa; önceki durum ve pozisyonu ne olursa olsun, sonradan “Sultan” olduğu âşikâr olan Osman Gâzî’nin, bu yaklaşıma göre “Sultan” olsa bile sıradan bir “Sultan” gibi hareket etmiş olması zaten beklenemez.

“Statü”yü her şeyden üstün ve önde tutan böyle bir bilinçaltından çıkan spekülatif görüşlere bakılırsa, sonradan bir şekilde “Sultan” olmuşsa da, onun “göçebe”liği nedeniyle yaptığına “gazâ” gözüyle bakılmayıp “yağma” kılıfı geçirilmesi; ya da “Müslüman” olmayıp “bozkır iklimine daha uygun olan Şamanist” bir inanca sahip olduğunun düşünülmesi, veya -içinde ne kadar uzun yaşarsa yaşamış olsun- “devlet ve bürokrasi geleneği”ni, bağlı bulunduğu yerleşik hayata sahip “Sultan”dan değil de, mallarını yağmalarken karşılaştığı (!) “Hıristiyan komşularından öğrendiği” fikrinin kabul edilmesi, sözümona “objektif ve modern tarihçi”liğin vazgeçilmez şartlarından, daha net bir ifadeyle “olmazsa olmazlarından” (!) biridir.

Kuruluş Osmanlılar’ı hakkında bu gibi gülünç ve spekülatif yaklaşımlar türetmeyi “tarihçilik” zannedenlerin, iki asır sonra “bu dönem tarihini yazanlar”ı, ancak bu kez yaşadıkları zamanı bile hesaba katmadan, bu sözde “barbar yağmacılar” hakkında “oturduğu yerde yalanlar uyduran” birer “sahtekâr” olarak göstermelerini ise, herhâlde bu durumda “hızlarını alamama”larının bir sonucu olarak değerlendirmek gerekecektir.

Aksi düşünüldüğünde durum tam bir felâkettir, hatta felâketin de ötesindedir. İlk Osmanlılar’a -yine aynı müverrihlerin rivâyetlerine dayanarak- “Göçebedir, ne yapsa yeridir” damgası vurup da, üzerlerine dinî, sosyal, siyâsî ve etnik her türlü muhâlif “kılıf”ı geçirmeyi revâ görenler, iddiâlarına dayanak yaptıkları “göçebe Türkmen” rivâyetlerinin de râvîsi olan bu “uydurmacılar”ı acaba neden tutup da kendilerine referans olarak seçmişlerdir? Veyâ bu râvîlerin -güyâ asılsız olan- “rivâyet”lerinden “sadece istediklerini” cımbızla seçip, haddini ve maksadını fazlasıyla aşan bu denli büyük iddiâlarına dayanak yapmakla kendi kendilerini rezil mi etmek istemişlerdir?

Kaldı ki bunlar, olaylara “Avrupa merkezli” bakan ve Şark’ın geçmişe yönelik tüm teâmüllerini fütursuzca aşağılayan bu gibi spekülatörlerin “felâket”ten ziyade “felâketin de ötesi” dediğimiz çarpıcı çelişkilerinden sadece birkaç tanesidir.

Fakat görüldüğü üzere; bu birkaç örnek bile Giese’nin dediği gibi, Osmanlı kuruluş meselelerine “Avrupa’lı gözüyle bakma”nın sakıncalarını ve doğurduğu çirkin sonuçları özetlemeye yetmektedir.

  • Hakan YILMAZ

 

* Bu makale daha önce Hakikat AİD, XXIV/282 (Mart 2017), s. 44-45 ve XXIV/284 (Mayıs 2017), s. 44-45’te iki bölüm hâlinde yayımlanmıştır.

** Friedrich Giese, “Das Problem der Entstehung des Osmanischen Reiches”, Zeitschrift für Semitistik und verwandte Gebiete, II, Leipzig.

Hakan YILMAZ

Hakan YILMAZ / Araştırmacı-Yazar & Yeniçağ Tarihi Uzmanı 21 Şubat 1977’de İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde dünyaya geldi. Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı’nda başladığı Yüksek Lisans (Master) eğitimini “İbn Kemâl (Kemâl Paşa-zâde): Tārīḫ-i İbn Kemāl / VI. Defter (İnceleme-Transkripsiyon-Tıpkıbasım)” başlıklı teziyle tamamladı. Kuruluş devri Osmanlı tarihi ve Yeniçağ tarihi ile ilgili yeni bulgular ve bilimsel tartışmalara yönelik makaleleri 2004 yılından beri farklı akademik ve popüler dergilerde yayımlanmakta olup, uzmanlık alanı ile ilgili farklı sahalarda araştırma ve çalışmalarını sürdürmektedir. e-posta: [email protected] | [email protected] | [email protected]

FACEBOOK - YORUM YAZ

Sosyal Medyada Paylaşın:
Etiketler:
Hakan Yılmaz

BU MAKALELER İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR!

  • YENİ
Tekrarsız Süslemeler

Tekrarsız Süslemeler

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN, 3 Aralık 2024
Sistematik Hatalar Bahçesi

Sistematik Hatalar Bahçesi

Ekrem Hayri PEKER, 3 Aralık 2024
Merdiven

Merdiven

Haber Merkezi, 21 Kasım 2024
“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

Ekrem Hayri PEKER, 20 Kasım 2024
Türkülerde Felek

Türkülerde Felek

Dr. Halil ATILGAN, 19 Kasım 2024