Aktüel dergisinin 18 Mart 1992 tarihli 36. Sayısında Sefa Kaplan imzasıyla bir yazı yayınlanmıştı: “Çanakkale Savaşı: Zafer mi, yas mı?”
Kaplan, yazısına temel olarak Çetin Altan’ın görüşlerine yer vermiş. Şöyle diyor Çetin Altan:
“Bizdeki optik hatalar, Çanakkale savaşlarının bir zafer olarak gösterilmesiyle başlar. Birinci Dünya Savaşı’nda Alman Genelkurmayının kendi donanmasını riske etmeden, düşman donanmasını Çanakkale’de bizim 250 bin köylüyü öldürterek durdurması, belki Feldmareşal Liman von Sanders için o sıralarda bir zafer idi ama hiçbir Alman’ın burnunun kanamadığı bu kanlı plan bizim için tam bir Alman kazığıydı.”
“…Her yıl kutladığımız Çanakkale Zaferi, aslında ‘Çanakkale Yası’ olarak anımsandığı zaman düzelebilir oradaki optik hata. Çünkü 250 bin kişi öldükten sonra İstanbul yine işgal edildi. Böyle ters sonuçlu zafer nerede görülmüştür? Adına Çanakkale Zaferi dediğimiz şey, zafer filan değildir.”
Altan sözlerini Ermeni meselesine de getiriyor ve şunları da söylüyor:
…Bir Alman Feldmareşalinin bir anlık zaferini, başarılı bir yarbayın (M. Kemal’i kast ediyor) zaferiymiş gibi göstereceğiz derken, yine aynı yılda Alman Genelkurmayı tarafından planlanmış olan Türk-Ermeni dramlarının savunmasını üstlenmek zorunda kaldık. 1915’te bütün Osmanlı ordusunun üst birimleri Almanlara teslim edilmişti ve bütün istihbarat doğal olarak onlarda toplanıyordu. Dolayısıyla Ermenilere karşı oluşturulan Osmanlı politikasında doğrudan Almanların parmağı vardır. (…) Bin yıl birlikte, sarmaş dolaş yaşamış insanların bir anda birbirlerinin boğazına sarılması, araya Osmanlı politikacısını tanıyan yabancı bir genelkurmay girmeden olamazdı zaten. Ve Türk-Ermeni dramlarından sorumlu olan yabancı genelkurmay, Berlin Genelkurmayı idi.[1]
Çetin Altan’ın yukarıda alıntıladığımız paragrafta dile getirdiği tehcirle ilgili cevabı Turgut Özakman’a bırakalım:
…Eğer Aktüel yazarı, Ç. Altan’ın yazısını doğru özetleyip aktarmışsa ve Çetin Altan da şaka yapmıyorsa, iddia şu: ‘Bin yıl birlikte, sarmaş dolaş yaşamış olan Türkler ve Ermeniler, Berlin Genelkurmayının araya girmesi sonucu, 1915 yılında bir anda birbirlerinin boğazına sarılırlar. Allah Allah! Biz de saf saf Ermeni sorunun 19. Yüzyılda ortaya çıktığını, İngiliz ve Rus etkisiyle geliştiğini, birçok milletlerarası evrelerden geçtiğini, Ermenilerin 1880’de isyan hazırlıklarına koyulduklarını, bu amaçla çeşitli dernek ve terör örgütleri kurduklarını, 20 Haziran 1890’da Erzurum’da ilk ayaklanmayı başlattıklarını, bunu mesela Kumkapı (1890), Yozgat (1893), 1. Sason (1893), Babıâli (1895), Merzifon (1895), Amasya (1895), Trabzon (1895), Diyarbakır (1895), Zeytun (1896), Van (1896), Osmanlı Bankası (1896), 2. Sason (1897), Yıldız Suikastı (1905), Adana (1909) gibi birçok kanlı ve üzücü olayın izlediğini sanıyorduk. Meğerse hiçbiri olmamış. Binlerce araştırmacı hayal görmüş, her şey 1915’te ve bir anda başlamış. Aktüel yazarı diyor ki, ‘Çetin Altan’ın söyledikleri, tarihi belgeler ışığında yapılan ve farklı bir perspektif içeren bir analiz.’ Aktüel yazarı şu tarihi belgeleri açıklasa da, optik yanlışlarımızı düzeltsek.[2]
Çetin Altan, 8 Temmuz 1996’da Neşe Düzel ile yaptığı söyleşide de, benzer görüşleri tekrarlıyor.
Belgeler, kitaplar, tarih ne diyor?
Çetin Altan’ın yukarıda alıntıladığımız Çanakkale Savaşı ve Osmanlı’nın son yıllardaki yapısıyla ilgili sözlerinde ciddi hatalar var. Öncelikle, o yazının ilk bölümünde, “zafer kazanan bir Alman feldmareşali” ifadesi geçiyor.
Oysa Çanakkale Savaşları’ndaki yüksek can kaybına 5. Ordu Komutanı Liman von Sanders’in savunma anlayışı yol açmıştır.
Bu kitapta, von Sanders’in Gelibolu’da öne sürdüğü savunma anlayışına, Türk komutanların itirazları da detaylarıyla bulunuyor.
Örneğin, Mustafa Kemal’in daha savaşın ilk haftası içinde, bu savunma anlayışını eleştirerek Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya yazdığı şikâyet mektubunun tam metni de mevcut.
Yarbay Mustafa Kemal, savunma düzeninin yanlış olduğunu, bizzat Başkomutan Vekili’ne yazmıştır. Savaştan sonra da, von Sanders’in yönetim anlayışı askeri analistler, tarihçiler tarafından sürekli sorgulanmış ve eleştirilmiştir. Üstelik;
“…Liman Paşa, Çanakkale’de ordu komutanı olmadan önce, bir büyük birlik komutanı olarak hiçbir muharebede bulunmamıştır. Türkiye’ye gelmeden önce Kassel’da bulunan 22. Süvari Tümeni’nin komutanıydı. General von Seck diyor ki: ‘Almanya’da kolordu komutanlığı için uygun görülmeyen biri, bütün Türk ordusunun yeniden teşkilini (kurulup düzenlenmesini) üzerine alacaktı.” [3]
Liman von Sanders Türkiye’ye tümgeneral rütbesiyle geldi (1913). Rütbesi bazı politik sebeplerle Alman İmparatoru tarafından, vaktinden önce süvari orgeneralliğine yükseltildi (1914). Türkiye’de anlaşma gereği bir üst rütbe ile (müşir-mareşal unvanıyla) çalıştı. 1919’da dönebildiği Almanya’da orgeneral rütbesinden emekli edildi. Yani hiçbir zaman feldmareşal olamadı.
Çetin Altan, tüm bunları muhtemelen biliyor ama zaferin onuru bir yarbaya (albaya) fatura edilmesin diye cümleleri çekiştiriyor…
Çetin Altan’ın, “…Birinci Dünya Savaşı’nda Alman Genelkurmayının kendi donanmasını riske etmeden, düşman donanmasını Çanakkale’de bizim 250 bin köylüyü öldürterek durdurması, belki Feldmareşal Liman von Sanders için o sıralarda bir zafer idi…” cümlesine gelince…
Çanakkale Savaşı’ndaki Osmanlı (Türk) ordusu kayıpları konusundaki kafa karışıklığı Çetin Altan’ı da etkilemiş görünüyor. Çanakkale Deniz Savaşları olarak da bilinen, düşman donanmasının Çanakkale Boğazı’nı zorladığı ve “Çanakkale Geçilmez” düsturunun tarihe yazıldığı 18 Mart’taki şehit ve yaralı Türk askeri sayısı toplam 79’dur. O günkü ölü ve yaralı Alman kaybı da 18’dir. Toplam kayıp (şehit ve yaralı) 97 askerdir.
Bütün savaş boyunca, subay ve er, şehit olan Türk askerinin sayısı da 250 bin değildir, 400 bin hiç değildir… Cephelerdeki şehit sayımız 57.084’tür. Hastanede ölenler de bu sayıya ilave edildiğinde, Çanakkale cephesinde toprağa verdiğimiz şehitlerimizin sayısı 76 bine çok yaklaşıyor. 75.830 şehit sanki az bir sayıymış gibi, bu rakamı 250 bine, 300 bine yükseltmenin ne anlamı olabilir ki? Yaralılar, hastalananlar ve çeşitli nedenlerle cepheden geri gönderilenlerle bu sayı 250 bine ulaşıyor.
“Alman Genelkurmayının Gelibolu’da öldürttüğü bizim 250 bin köylü” ifadesindeki rakamın gerçekle ilgisi olmadığını gördük… Şehit sayısı 250 bin değil… Kaldı ki, ‘köylü’ ifadesi de manidar. Gelibolu sırtlarında aslanlar gibi dövüşen, müttefik askerlerine cepheyi dar edip, gerisin geriye kaçmak zorunda bırakan, bu uğurda canını veren Mehmetçiğin, asker değil de, dünyadan habersiz-değersiz anlamı yüklenerek ‘köylü’ tanımlamasıyla küçümsenmeye çalışılması doğru bir yaklaşım olarak ele alınabilir mi?
Her şey yanlışsa, hiç değilse Ç. Altan’ın savaş tahlili doğru olsaydı diye düşünebilirsiniz! Maalesef o da yanlış. Çünkü Çanakkale Boğazı’nın zorlanması, iki donanmanın karşı karşıya gelmesiyle ilgili bir durum değildir. Çanakkale Boğazı’nda zaten düşmanın Marmara Denizi’ne ilerlemesini (dolayısıyla denizden İstanbul’a ulaşmasını) engelleyecek savunma tertibatı vardı ve bu topçu bataryaları çok başarılı bir savaş vererek, düşman donanmasını kaçmaya mecbur bırakmıştır. Orada Alman donanması olsa ne olacak, olmasa ne olacak?
BAKINIZ:
Çanakkale Savaşı Mustafa Kemalsiz Anlatılabilir mi?
Ama Çetin Altan’ın işaret ettiği bir doğru da var, söylemezsek olmaz: Çanakkale Savaşları’nın nedeni birkaç cümlede çok basite indirgenerek özetlenebilir… Boğazdan geçerek İstanbul’a gitmeyi hedefleyen düşman donanmasının tek hedefi, imparatorluğun başkentini teslim almaktır.
Müttefikler, donanmanın kıyıdaki topçu bataryaları ve mayınlar yüzünden Boğazı denizden aşamayacaklarını anlayınca, bu bataryaları karadan yapılacak bir harekâtla susturmak için harekete geçmiştir. Çünkü Çanakkale Boğazı’ndaki kıyı savunması susturulursa, ardından mayınlar da rahatlıkla temizlenecek, donanma da elini kolunu sallaya sallaya Marmara Denizi yoluyla İstanbul’a ulaşabilecektir. Gelibolu yarımadasında yüz binlerce askeri karşı karşıya getiren; o tabyaları işgal etme ya da savunma mücadelesidir, hepsi bu…
Bu çerçeveden bakıldığında, düşman çıkarma birliklerinin Gelibolu yarımadası üzerinde durdurulması demek, müttefik donanmasının Çanakkale Boğazı’nı geçememesi demektir. İstanbul’un işgalden kurtuluşu demektir.
Çetin Altan şöyle diyor:
…250 bin kişi öldükten sonra İstanbul yine işgal edildi. Böyle ters sonuçlu zafer nerede görülmüştür? Adına Çanakkale Zaferi dediğimiz şey, zafer filan değildir.
Eski dilde ‘harp’ ve ‘muharebe’ deyimleri farklı şeyler anlatır… Harp, bir savaşın baştan sona tümünü anlatan bir deyimdir. Muharebe deyimi ise bir kesiti ifade eder… 1. Dünya Savaşı içerisinde, Çanakkale Savaşları sadece bir kesittir. Bir savaşın içerisinde birçok ayrı kesit (muharebe, bölgesel savaş) bulunabilir… Belli muharebeleri kazanan, mutlaka savaşı kazanamayabilir de. Çanakkale konusunda da konu budur. Çanakkale’de bir savaş varsa, taraflardan biri ricat zorunda kalmışsa, elbette ortada bir zafer vardır ve bir “savunma zaferi” olarak tarihteki yerini almıştır. 1.Dünya Savaşı’nı Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kaybetmiş olması Çanakkale zaferinin yok sayılmasını gerektirmez. Ayrıca Çanakkale Savaşı’nın bittiği tarih 1915’in son günleridir. Müttefikler 9 Ocak 1916’ya kadar kademeli olarak Gelibolu’yu boşalttı.
Gelibolu ile Mondros ateşkes anlaşması (30 Ekim 1918) ve İstanbul’un işgali arasında (13 Kasım 1918) üç kocaman yıl vardır. Üstelik kazandıkları 1. Dünya Savaşı sonunda imzalanan ateşkes anlaşmasına dayanarak İstanbul’u işgal edenler, tam da o günlerde Mustafa Kemal’in söylediğine uygun olarak, Türk ordusunun 1922’de kazandığı büyük zaferin ardından “geldikleri gibi gittiler.”
Sözün özeti, Çanakkale Savaşı’nın zafer sayılıp sayılmamasıyla İstanbul’un işgali arasında, tarihsel ilişki kurmak, epey zorlama bir yorum olur.
DİPNOTLAR
[1] Sefa Kaplan, Çanakkale Savaşı: Zafer mi, yas mı? Aktüel Dergisi, sayı 36 (Aktaran: Turgut Özakman, “Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele”, s.96-97)
[2] Turgut Özakman, “Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele”, s.96-97
[3] Turgut Özakman, “Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele”, s.99
KAYNAKLAR