“Son Sümer Kraliçesi”… Muazzez İlmiye Çığ |
“Bu ben, bu Süreyya Salih, bu Hikmet, bu Cemile, Güzide, Meliha, Rüştü, Orhan Burian, Feriha, Fazilet, Nebahat, Cemal, Muazzez, Rıza, Hikmet, Ömer, Zahide, Ali, Zehra, bu da Münevver Tevfik.”
Fotoğrafta tam 20 kişi var. 90 yıl önce fotoğraftaki sınıf arkadaşlarının tamamını bir solukta sayıyor pırıl pırıl hafızasıyla 101 yaşındaki Muazzez İlmiye Çığ. Bursa’nın yetiştirdiği asırlık bir çınar, “Son Sümer Kraliçesi”…
Kırım göçmeni bir ailenin ilk çocuğu olarak Bursa’da doğar Muazzez İlmiye Çığ. Seferberlik zamanı, 1. Dünya savaşı başlamak üzere. Annesi Hamide Hanım miraç kandilinde bir cumartesi günü doğduğunu söyler. Muazzez Hanım’ın hesaplattırdığına göre 20 Haziran.
Muazzez İlmiye Çığ şöyle anlatıyor: “Nüfus kâğıdımda doğum tarihim 1913 diye yazıyor. Babam Bursa’da öğretmen okuluna girebilmem için büyüttü yaşımı. Yani 20 Haziran 1914 yılında doğmuşum, tam savaşa başlamak üzereyken. Merzifon doğumlu babam Zekeriya İtil Bursa’ya okumaya gelir ve tesadüfen annemin kuzeniyle arkadaş olur. Öğretmen okuluna gidip öğretmen olmuş ve annem Hamide İtil’le evlenmiş. Ben doğduktan sonra babam ilk olarak Armutlu’ya tayin olmuş. 3 yaşıma kadar Armutlu’da kalmışız.
Armutlu’dan sonra babam Bilecik’in Pazarcık kasabasına tayin oldu. Çok yokluk çektik orada. Babamın kötü durumda olduğunu bilen bir tüccar babama çeşitli mallar vermiş. Bunları köylerde satmasını söylemiş ama babam öğretmen olduğu için annem satardı o malları. Annem, eşek kiraladı ve köylerde sabun, kolonya gibi eşyalar satmaya başladı. Karşılığında ise un ve yağ alıyordu. Annem beni de eşeğin üzerindeki küfeye koyar köylere götürürmüş. Daha üç yaşındayım. Eşeğin ayakları suya girince patiklerim kirleniyor diye ağladığımı söylerdi.
Sonra babam Pazarcık’a tayin olmuş. Tayin sırasında işgal başlamıştı. Biz oradayken 1. ve 2. İnönü Savaşları olmuş. Askerlerimiz ellerinde bir top olmamasına rağmen dağlara borular koymuşlar oradan oraya götürüp sanki top varmış gibi yapmışlar. Askerlerimizin kovaladığı bir tabur Yunan askeri kaçmış bizim oraya geliyor. Muazzam elbiseler vardı üzerlerinde, ayaklarında sağlam pabuçlar vardı.
Orada 3 gün kalıyor anlattıklarına göre. Babam mektepte Yunanlıların geldiğini duyuyor bayrağı alıp eve geliyor. Annem; ‘Yav naaptın sen, seni düşman öldürecekti, böyle getirdin bayrağı’ falan diyor babama. Babam da; ‘Bayrağı ezeceklerdi, ben nasıl bayrağı ezdireyim, bırakayım da” diyor. O günlerde biz çocukları çıkarmadılar dışarı. Yalnız, kardeşim Talat küçük o zamanlar, eline bıçağı almış sokağa fırlamış gitmiş, ‘Yunanlıları öldürücem’ diye bağırmış. Evde büyük bir heyecan oldu. Sonra gidip sokaktan alıp getirdiler Talat’ı.
Pazarcık’tayken yaşım küçük olduğu için okula gidemiyordum. Ama babamın öğretmenlik yaptığı okula misafir talebe olarak giderdim. Sabahleyin erkek okuluna, öğleden sonra kız okuluna giderdim eğlence için. O zamanlar eski harflerle okuma yazmayı öğrenmiştim bile.
Sakarya Savaşı öncesi hazırlıklar yapılırken Eskişehir’e geldik. Halkı geriye çekmeye başladılar. Eskişehir’de annem kumaş alıp pantolon dikmeyi öğrenmişti. Şalvar değil, pantolon dikiyor, satıyor, onun parasıyla evin ihtiyaçlarını karşılıyordu. Para yok, sıkıntı çok, düşman var! Eskişehir’de sanırım bir 6 ay falan kaldık. Düşman ilerleyince bizi oradan Ankara’ya gönderdiler. Herkes Anadolu’ya çekiliyor. Ankara’ya geldik ki oooo her yer dolmuş, kaçmış gelmişler. Araba bulamayanlar, trenlerde yer bulamayanlar yayan çıkıp gelmiş. Büyük bir sefalet. Orda yer, yurt, kalacak yer yok. Babam çok akıllı bir adamdı, bir kahve buluyor. Kahvenin içinde çarşaflar gerdiriyor. Birkaç aile orada kalıyoruz.
Bir süre sonra yine yollara düştük. Babamın kız kardeşinin yaşadığı Çorum’a gideceğiz. Ankara’dan dekovil denen üstü açık, küçük bir trenle yola çıktık. Trenin altı cephane dolu. Cephaneyi de kaçırıyorlar Anadolu’ya. Tırkır tıkır gittik. Gece yarısı bizi bir yere indirdiler. Yahşihan, hâlâ ismini unutmam. Annem bir denk yapmış, işte denk de bir yatak bir yorgan. Onu açtı bizi yatırdı oraya. İki kardeşiz o zaman. Sabahleyin kalkıyorlar. Yiyecek hiçbir şey yok, gitmek lazım vasıta yok. Babam bir eşek kervanı buluyor. Birkaç aileyle birlikte 5 günde çoruma gidiyoruz. Yolda hatırladığım en büyük şey; bir bağa girdik bağda daha üzümler olmamıştı, hepsi koruk. Hepimiz bağda o koruklara yapıştık. Ben o bağın tadını hiç unutamam. Ne kadar acıkmışız, ne kadar susamışız.
Ve o eşeklerle Çorum’a, halamın evine vardık. Orada babam öğretmenlik aldı. Çorum’da annem pantolon dikiyordu. Halk kıyafet diktiriyordu yani. Babam beni 2. sınıfa vermek istedi fakat öğretmen ‘Yaşı küçük, okuma yazma biliyor, ama birinci sınıfta göreceği başka dersler de var. Onun için birinci sınıfa alalım’ dedi, ama ben gitmedim. Direndim, adım arsızlıkla kaldı bu sınıfta. Ravzai Nirvan mektebine gittim orada. 1923 yılında çekindiğimiz bir fotoğraf var. Ben ya 3. ya da 4. sınıftaydım. Çok enteresandır, çok büyük kızlar da var ve kızların hiçbirinin başı kapalı değil. O zaman kıyafet kanunu filan da yoktu daha. Bize kuran okuturlardı. Sakallı bir hocamız vardı. Başımızı hiç örttürmedi. Ben hiç hayatımda başıma bir şey koyduğumu bilmiyorum. 2. Meşrutiyette ilkokullar açılmaya başladı. Ama kızların başını örttürmediler. İşte onun devamı bu.
Cumhuriyetin ilanından sonra annem, ‘Çocuklar burada tahsilsiz kalacak’ dedi ve annemin doğduğu yer de olduğu için Bursa’ya gitmeye karar verdik. Son gecemizdi, Çorum’a ilk kez elektrik geldiğinde yollara çıktık görmek için. Aksi gibi yanmadı. Bursa’ya dönecektik. Elektriği orada göremedim. Çorum’da o zaman bolluk çok; açlık, kıtlık yoktu, bağlar, bahçeler vardı. Orda 3 sene kaldık, 5 sınıfa geçtiğimde, yani 1921’le 1924’ arasında orada kaldık.
1924 yılının bir yaz günü Bursa’ya gitmek için yeniden uzun bir yola çıkarlar. Çorum’dan Ankara’ya üstü kapalı, yaylı bir at arabasıyla gelirler. Ankara’dan trenle Bozüyük’e oradan da tekrar yaylı arabayla Bursa’ya ulaşırlar. Bursa’ya yaklaşırken artık yavaş yavaş kamyonlarla karşılaşırlar: “O gürültü kamyonlar atları ürkecek diye çok korktum. Kamyonları görür görmez hemen yere yatardım atlar ürkecek de bizi kaldıracak diye. Hâlbuki o atlar alışmış artık ürkmüyorlardı.”
Bursa’da dedemin evine gittik. Tefrihiye mahallesinde Tezveren Sultan’a yakın bir meydandaki aralıktaydı ev. Öyle güzel bir bahçesi vardı ki evin. Hâlâ Bursa deyince ilk o ev ve bahçe aklıma gelir. Büyük bir armut ağacı vardı, bir de ayva ağacı. Ekmek ayvası. Çok güzel beyaz zambaklar vardı. Bahçede mermer bir çeşme vardı.
Bursa’ya ilk geldiğimiz sene sokakta silah sesleri ve gürültüler duyarak kapıya fırlamıştım. Meğer Ay tutulmuş. Mahalle halkı perişan bir şekilde, kimi tabanca atarak, kimi dualar ederek Ay’ı şeytanlardan, cinlerden kurtarmaya çalışıyordu.
Çorum’dan ilkokul beşinci sınıfa geçtiğimde Bursa’ya gelmiştik. Çorum’da elektirği görememiştim ama Bursa’da gördüm ilk. Ama evlerde yoktu sadece sokaklarda vardı.
Bursa’da Maksem ve bazı sokakları kocaman gelirdi bana. Bursa benim için dünyanın en büyük şehriydi o zaman. Oradan İstanbul’a geldiğim zaman şaşdım kaldım. Hele sonradan Almanya ve Amerika’nın caddelerini görünce daha da şaşırmıştım. Ama Bursa Ovası’nın yeşilliğini hiç unutamıyorum. Şimdi Bursa’ya gittiğim zaman içim yanıyor. Kıydılar o güzelim ovaya…
Kapalı Çarşı’yı hatırlıyorum. Bir de faytonları… “Talika” derdik faytonlara. İçinde iki taraflı oturulurdu, üstü kapalıydı. Faytonlarla gittiğimiz hamamları da hatırlıyorum, belimize kabak bağlar havuzunda yüzerdik.
10-12 yaşındayken mahallenin kızlarını toplar bezden bebekler, oyuncaklar yapar evcilik oynardık. Çocukları böyle eğlendirdiğim için: ‘Bu kız muallim olacak muhakkak’ derlerdi büyükler. Babası müfettiş olan bir tanesi seneler sonra şöyle dedi: ‘Biliyor musun Muazzez Abla, senin yaptığın bebekler hâlâ tavan arasında duruyor’. Bütün oyunumuz buydu işte başka bir oyun bilmiyordum.
Bursa’da bayramlarda Pınarbaşı’na giderdik. Babamın üzerine bir pehlivan yıkılmıştı da yeni elbisesi hep yağlanmıştı onu hiç unutmam. Salıncaklar, dönme dolaplar vardı. Asılarak telde giderdik, ona da tayyareye bindik derdik. Pınarbaşı’nda karagöz oynatırlardı. Altımızdan dere geçer, böyle sıralara otururuz seyrederdik Karagöz’ü.
Dedem her bayram Pınarbaşı’nda kurabiye yapar Kızılay’a yardım için para toplardı. Kardeşim Talat kumbarayı taşırdı. O zamanlar yardım yapanların yakalarına etiket takılıyordu ama dedem kurabiye yapıp dağıtmıştı. Kurabiyeyi alan herkes mecbur hissederdi para vermeye. Dedem sonradan Yardımsever soyadını almıştı bu yüzden.
Bursa’da tiyatroya hiç gitmedim. Ama 15 günde bir Setbaşı’ndaki sinemaya giderdik. Billi Dool filmleri izlerdik. Bir zaman sessiz filmler izledik sonra sesli filmler başladı. Setbaşı’nda bir de resim yaptığımızı hatırlıyorum. Setbaşı tarafındaydı sanırım, bir fotoğrafçı vardı; Foto Yıldız. O zaman modaydı fotoğraf çektirmek, gidip gidip çektiriyorduk paramız yettiğince. Yine oralarda kitapçılar vardı, babam meraklıydı kitaba.
Bursa’ya geldiğimizde Yunan gitmişti ve çok sıkıntı vardı. Babam Hocaalizade Mektebinde öğretmenliğe devam etti. 1924 senesinin Eylül ayında babam beni önce Setbaşı’ndaki Nilüfer Hatun Mektebine verdi. Sonra duymuş ki, özel bir ilkokul olan Bizim Mektep’te, keman ve Fransızca dersleri var. Derhal beni bu mektebe verdi. 5. ve 6. sınıfları orada okudum. Okula kaydoldum, ama keman almak için para yok ki. Annem çok becerikli bir kadındı. Kasket dikti, pazarda sattı, keman parasını çıkarttı.
Bizim Mektebi, Zehra ve Nazike adında iki kız kardeş açmış. Ülkenin kız ve erkek birlikte eğitim gördüğü ilk özel okuluydu. Okul binası Mahkeme Hamamının aşağısında köşe başında eski bir binaydı. Bahçesi vardı.
Sınıfımızda oturma düzeni nal şeklindeydi. Önde 3 kişilik bir sıra vardı. Ben ortada Orhan ve Rüştü ise iki yanımda otururdu. Diğerleri kenarda otururdu. Bir de bahçeden odun kaçırmalarımızı hatırlıyorum. Sınıfta soba yakmak için. Kışın sobalar yanardı. Fazla masraf olmasın diye odunlar sınıflara hesaplı veriliyordu. Biz de paltolarımız altında odun kaçırırdık.
Bizim Mektepte hocalarımız; Zehra Hanım ve kardeşi Nezaket Hanım, resim hocamız Cemal Bey (Nadir), Edip Bey vardı bir de -coğrafya hocamız- Fakihe (Öymen) Hanım’ın kocası. Keman hocamız Necati Bey’di.
Kız Muallim Mektebi
Bizim Mektepte 6 sınıfı bitirince başka okuyacağım okul yoktu. Babam önce Muradiye’deki Amerikan Kız Kolejine gitmiş. Okulun etrafında dolaşmış, bilgi almış beni oraya koymak için. Fakat verecek parası yok. Sonra 1926 senesinde muallim mektebinin imtihanına soktu beni. “İmtihana girenlerin hemen hepsi gözümün önündedir. Kızları sınava getirenlerin belki yüzde doksanı kadındı. Kadınlar kızlarını okutmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyordu. Çünkü babaların büyük bir kısmı ölmüştü savaşta. Arkadaşlarımın çoğu babasızdı. Babam öğretmen olduğu için savaşa alınmamış.
İmtihanı kazandım ve okumaya başladık. Öğretmen okulu çok güzel geçti. Bizim için lüks bir hayattı, her şey önümüzdeydi. Kaloriferimiz yoktu, sobayla ısınıyorduk, genellikle sabahları yeni yanan sobadan çıkan dumandan gözlerimiz yanarak ısınmaya çalışırdık. Gece yatakhanelerimiz soğuktu ama ona rağmen hepimiz mutluyduk. Kocaman bir yatakhanemiz vardı. 40-50 kişi kalırdık bir odada. Yatakhanede bekçiler vardı. Kadınlar gece gelir üstü açılanların üstünü örterlerdi, yardım ederlerdi. Haftada bir okulun çamaşırhanesinde başımızı yıkardık, 15 günde bir de Mahkeme Hamamına giderdik.
Sıcak Yemeklerimiz oluyordu. Mutluyduk, çünkü hepimiz savaş görmüş birçok sıkıntılar görmüş bir nesildik. Onun için ne bulduysak bizim için büyük bir şeydi.
Okulumuz Bursa Kız Lisesi’nin şimdiki yerindeydi. Bu fotoğraftaki gibi 2 katlıydı. Üst katta yemekhanelerimiz vardı. Alt katta uzun bir koridor ve etrafında da sınıflarımız vardı. Koridorun orta yerinde bir avlu bulunuyordu çok iyi hatırlıyorum. Çünkü ben o koridorda çok koşardım. Hatta bir gün elime bir testi aldım, düdüklü bir testi. Öttüre öttüre koridorda koşarken yakaladılar beni saçımdan. Ceza vereceklerdi ama kıyamadılar.
Yatılı okumaya alışmam zor oldu. Her gece yatakta ağlardım. Kadınlar şikâyet etmişler ağlıyor bu, bunu alın diye. Ama sonra alıştım. Yatılı okulda okumak çocuklar için çok iyi bir şey. Ben korkak, aileye çok bağlı bir insanken kendimi buldum orda. Yemek dersimizde bize yemek yapmayı öğreten öğretmenimiz babamın arkadaşıydı. Babam onu ziyarete gelirdi ve onu hemen her gün görürdüm. Annem de haftada bir kez gelirdi. Hafta sonları eve giderdim. Ona rağmen bir sene sıkıntı çektim.
Çok güzel arkadaşlıklarımız oldu Muallim Mektebinde. En yakın arkadaşım Hatice’ydi, Hatice Kızılyay. İki yıl birlikte yemekhane sorumlusu yaptığımız Hatice de Bursa doğumludur. Muallim Mektebinden sonra da önce Sivrihisar’da öğretmenlik yaptı. Sonra Eskişehir’e geldi, birlikte öğretmenlik yaptık. Birlikte Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne ve aynı bölüme girdik. Yine meslektaş olarak İstanbul Arkeoloji Müzelerinde çalıştık. 1984 yılında onu yitirinceye kadar candan arkadaşlığımız devam etti. Kızı İştar da burada oturuyor. İştar’ın adına “Hititler ve Hattuşa – İştar’ın Kaleminden” isimli bir kitap da çıkardım ben. Görüşüyoruz hâlâ İştar’la.
Servet Fehmi, bizden bir üst sınıftaydı. O da çok yakın arkadaşımdı. Tesadüf ki o da Eskişehir’de öğretmenlik yaptı benim gibi. Hüseyin diye bir tayyareci subayla evlendi orada. Servet Göker oldu evlenince. Evlendi ama bir buçuk sene sonra kocası bir uçak kazasında öldü. Ölünceye kadar Servet ve oğluyla da görüştük.
Süreyya diye bir arkadaşım vardı. Onunla Bizim Mektepte de arkadaştık Kız Muallim Mektebinde de. Sonra öğretmen oldu, evlendi subay bir adamla. Çocukları oldu. Nihayet İstanbul’da birleştik yıllar sonra. Giderdim bazen onlara, çikolata götürürdüm çocuklara. Arkadaşlığımız devam etti o ölene kadar. Sonra çocukları da son zamanlara kadar beni aradılar sordular hep.
Safiye Ayla, ben birinci sınıftayken son sınıftaymış. Bir gün bankta oturuyorduk. İçerden bir uğultu geldi. Dışarı çıktılar Safiye deli oldu dediler. Yüzünü göremedim ama duydum ki almış götürmüşler hastaneye, hiç görmedim sonradan da.
40 kişiydik sınıflarda, sabahtan akşama kadar ders görürdük. Edebiyat, tarih, coğrafya, kimya, fizik, matematik, psikoloji, geometri, tabiat bilgisi derslerimiz vardı. Hocalarımız dersleri çok iyi anlatırlardı.
İlk kadın mebuslarımızdan Fakihe Hanım (Öymen) tarih öğretmenimizdi.
Ali Ulvi Bey (Elöve) edebiyat öğretmenimizdi. Hani şu meşhur “Dağ Başını Duman Almış” şiirinin yazarı. Onunla ölünceye kadar görüştük, ölmeden önce beni çağırttırmış, ama İstanbul’da yoktum ve görüşemedik. Çok üzülmüştüm.
Übeyde Hanım kimya hocamızdı, çok korkardık ondan.
Faika Hocahanım vardı, psikoloji derslerimize girerdi.
Naciye Hanım (Aküren), jimnastik öğretmenimizdi. İdman hareketleri gösterirdi bize, oyun oynatırdı. Voleybol oynayanlar da vardı, ama ben girmedim voleybola, belki de kabiliyetim yoktu. Muallim Mektebine genç bir kız olarak gelen ilk jimnastik öğretmenlerinden Naciye Hanım’la hayata gözlerini yumana kadar görüştük.
Bir resim öğretmenimiz vardı, sonra meşhur oldu o. Mahmut’du (Cuda) adı. Resim beğenmeyince: ‘Vermeyince Mabut, neylesin Mahmut’ derdi kızlar.
Necati Bey (Akışlar) hem Bizim Mektepte hem de Muallim Mektebinde keman hocamdı. Ben o kadar çok çalışıyordum ki: ‘Sana bir dersi bedava vereceğim.’ dedi. Onu hiç unutmam.
Tayfur Bey matematik öğretmenimizdi. Çok enteresan bir hocaydı.
Osman Bey müdür muaviniydi. Şöyle hatırlarım onu. Bir resim istediler benden. Götürdüm baktı: ‘Kız ne bu kafa, kocaman çıkmışsın’ dedi. Sonra döndü ‘Eee akıl var zaten’ dedi.
Şahvar Hanım, Türkçe hocamızdı. Sonradan kadıncağızın çene kemiği düşmüş kapayamıyordu. O zamanlar yapamadılar doktorlar herhâlde.
Hatırladığım diğer hocalarımız Enise Hanım ve Reşat Bey. Fransızca öğretmeni Işıklar Askeri Lisesi’nden gelirdi, çok iyi öğretirdi. Oradan öğrendiğim Fransızca ile öğretmen okulunu bitirmiştim.
Okuldan sonra dersler dışında mektebin avlusunda oynar oturur konuşurduk. Yatılı olduğumuz için dışarı çıkmazdık. En büyük eğlencemiz 5 Mayıs’larda trenle Geçit denilen yere gitmekti. Trende şarkılar söyleyerek tıkır tıkır giderdik. Orada oyunlar oynanır, yarışlar yapılırdı. Benim oradaki asıl eğlencem de bisiklete binmekti. Bisiklete binmeyi orada öğrenmiştim. Paramın yettiği kadar o kira bisikletlerine binerdim. Okuldan hazırlanan yemek paketleri büyük bir iştiha ile açılır, güle oynaya yenirdi. Bütün kış, 5 Mayıs’ta havanın iyi olması için dua ederdik. Bazen çisentili bir hava olur, idareden götürmekte tereddüt ederlerse hep birden ne olursa olsun gidelim, diye asılırdık onlara. Bir eğlencemiz de sinemaya gitmekti. Hafta sonlan evlerine çıkmayanlar sinemaya götürülürdü. O zaman Şafak Sineması vardı”
Çivi Gibi Bir Kadın
1931 yılında Bursa Kız Muallim Mektebinden mezun olan Çığ, Eskişehir’de öğretmenliğe başlar. Başlar ama eğitimini devam ettirmek niyetindedir. Hatice Kızılyay ile Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sümeroloji bölümüne girerler. 1940’ta öğrenimlerini tamamlayarak İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesi Çiviyazılı Belgeler Arşivine uzman olarak atanırlar. Burada Sümer, Akkad ve Hitit dillerinde yazılmış on binlerce tableti inceleyerek büyük bir titizlikle sürdürülen çalışmalar sonucunda 74.000 tableti kapsayan bir Çiviyazılı Belgeler Arşivi ortaya çıkarırlar. Bu arşiv için Batılı bilim insanları, “Bir abide yarattınız” diyerek hayranlıklarını dile getirdiler. 33 yılını bu dev arşivin hazırlanmasına adayan Muazzez İlmiye Çığ, 1972 yılında emekli olur.
75 yaşından sonra yazarlığa adım atan Çığ’ın, 100’ü aşkın makalesi ve 20’ye yakın kitabı var. Var ama kafasında hala hayalini kurduğu projeler de var. Tükenmeyen bir enerjiyle halen okuyup yazmaya devam eden Çığ, elektronik postalarını kontrol etmeye, ülke gündemini yakından takip edip gerektiğinde tepki vermeye de devam ediyor.
Son bir söz… Röportaj yapmak isteyenlere tavsiyemdir; ajandasında günler dolu, 2-3 hafta önceden ulaşın. Ama ‘bir şey olur kadına acele edeyim’ demeyin. Aceleye hiiiç gerek yok!
(Şehrengiz, Şubat 2015)