Tarih İçinde Bursa Köylerinde Değişim: Çalı Örneği |
Okuyucuların aklına şu soru gelebilir: “Neden Çalı Mahallesi örneği?” Bunun sebebi; Çalı, her ne kadar modernleşse de, nüfusu artsa da, hâlâ geleneksel yaşamdan kopmamış bir parçası kalan ve bu değişimi kıyaslama imkânımız olan bir yer olduğundandır.
Henüz, Cumhuriyetimizin kuruluşundan 2 yıl sonra, 1925 yılında Bursa Türk Ocakları, Çalıköy’ü “örnek köy” seçmiştir.[1] Bursa Valisi Kemali Bey’in kendisi de Ocaklı olduğundan, köylere ulaşımın çok zor olduğu ve ulaşıma uygun yolların çok az olduğu o zor şartlarda heyetiyle birlikte, kendisi de köye gelmiştir. Gözlemleri sonucunda burasının merkezi bir yer olması gerektiğini belirtmiştir. İleride bucak olmasının sebeplerinden birisi belki de budur.
Roma ve Bizans dönemlerindeki varlığını, günümüz de tesadüf eseri ortaya çıkan tarihi kalıntılardan tespit ettiğimiz, Osmanlı Döneminde köy ve Cumhuriyet Döneminde köy, bucak ve belde olan, günümüzdeki Nilüfer ilçesinin Çalı Mahallesi’nin, tarihsel süreç içinde adı da birkaç kez değişime uğramıştır.
Değişime uğrayan yalnızca adı değildir. İlber Ortaylı Hocanın söylediği gibi; çevre köylerde ve Çalı’da da günümüzdekinden “çok daha geleneksel bir yaşam vardı”. Köylüler, yüzyıllar boyunca dışa kapalı bir toplum halinde yaşamak zorunda kaldıkları için, başka yerlerde yaşayan insanlarla pek temasta bulunamamışlardır[2]. Bu durum da, her köyün kendi içerisinde geliştirdiği kendi ağızlarını, gelenek, görenek ve kültürlerini ortaya çıkartmıştır.
1980’lere kadar hiç tanımadığınız insanlarla konuşunca ağız farklılığından o kişinin hangi köyden olduğunu rahatlıkla anlayabilirdiniz. Günümüzde bu fark neredeyse ortadan kalkmıştır.[3] Diğer köylerde olduğu gibi Çalı’da da kendi içerisinde başka köylerde olmayan bazı değişik kültür, inanışlar ve farklılıklar meydana gelmiştir.
Örneğin; yalnız burada söylenen birçok deyim ortaya çıkmıştır. Bunlardan birkaçı; “Hacı Ahmet yılanı soksun”, “At üstünde orak biçmek”, “Atın ağaca çıkıyo(r) mu?”, “Çellemçüş”, “Badıl bayrak”, “Tersine tebbet”, “Mama gorutmaz/korutmaz” ve “Kesdene suyu”[4] gibi deyimlerdir.
1934 yılında köyde, “Aysel, Bataklı Damın Kızı” filmi çekilirken, çevredeki bütün köylerde hamam vardı. Yıllar içinde bu hamamlar ya yıkıldı ya da kapatıldı. Yalnızca Çalı’daki hamam varlığını sürdürüyordu. Sonunda 2016 yılının haziran ayı geldiğinde o da kapandı. Bu hamam değişimin ve hoşgörünün abidesi gibiydi.
1934 yılında Bursa’da çekilen ilk sinema filmi olan, üstelik Güney Özkılınç’ın tespitiyle, ülkemizde çekilen ilk “köy filmi” olma özelliğini gösteren bu eşsiz sinema filmi; Çalıköy’ün tozlu topraklı yollarında, yılın en sıcak günlerinde çekilmişti. Şimdi bütün bunlara bugünkü çağda yaşayan gençlerimiz bir anlam veremezler. Su o günlerde en değerli varlıktı. Bahçe ve tarla sulamaya yetecek suyumuz vardı da, içmeye yetecek fazla suyumuz yoktu. Çünkü şimdiki gibi su depoları yoktu. Şimdiki gibi evlerde su yoktu. Hazır su bayileri hiç yoktu. Evlerin su ihtiyacı eve en yakın çeşmeden bakraç ve toprak testilerle taşınırdı. Yaz günlerinin akşamlarında herkes tarladan döndüğünde, çeşmelerin önlerinde kadınlar ve çocuklar kuyruk oluştururdu. Birkaç hayırseverin yaptırmış olduğu, bazılarının vakfiyesi bile olan birkaç çeşmemizden ve iki adet kuyumuzdan başka içme suyumuz yoktu. Vakfiyelerde geçen “Derviş Ömer”[5] çeşmesinin artan suları köy hamamına akıtılıyordu. 1960’lı yıllara kadar köy hamamını bu aile işletmiştir. İşte, 1934 yılının en kurak, en tozlu, en sıcak ve en susuz günlerinde çekim yapan film ekibi, çekimler sona erince, kızlı-erkekli her akşam burada yıkanırlardı.[6] Birkaç mırıltının dışında bütün Köy halkı bu durumu hoşgörüyle karşılamıştır. Öyle ya, “temizlik imandan gelir”di. Bu hoşgörünün sebeplerinden en önemlisi de, o yıllarda daha yoğun yaşanan Bektaşi kültürünün köydeki varlığıdır.[7]
Tarihçe
Çalı’nın, günümüzde toprak altından tesadüfen orta ya çıkan tarihi yapı taşlarından, epigramlı mezar stellerinden, çeşme yalağı olarak kullanılan lahitlerden, mil taşı ve keramik parçalarından, terminoslardan, varlığı tespit edilen manastır kalıntısından, birçok tarihi nekropollerden ve tarihi yollardan bu bölgenin Roma ve Bizans döneminde de önemli bir yer olduğu anlaşılmaktadır. 2000 yılında Uluyol/İpek Yolu’nun kenarında, arıtma tesisiyapılırken bir mil taşı bulunmuştu. Bunun dikiliş tarihi MS 222-235 yılları arasındadır.
Roma İmparatoru Avrelius Severus’un adı taşın üzerinde belirgin şekilde okunmaktadır. Tarihte, burada çok önemli ve zengin insanların da yaşadıkları anlaşılmaktadır. Bu zengin insanlara ait hipojeler ve lahitlerin birçoğu resmen ortaya çıkarılamamış olsa da varlıkları halk tarafından bilinmektedir. Bölgedeki bazı tarihsel yer adlarının anlamları ancak Luwiler ve ardılları Pelaskosların diliyle izah edilebilmektedir.
Yüzyıllardır kuzeye, Kete/Kite Ovası’na akan derelerin dağlardan ve vadilerden taşıdıkları topraklar, alüvyonlar ve çakıllar ovanın Çalı’dan Uluyol’a[8] kadar olan bölümünü doldurmuştur. Buraları yer yer 3-5 metre kadar yükselmiştir. En eski tarihi kalıntılar çok derinlerdedir. Bu yüzden tesadüfen ortaya çıkmaktadırlar. 9. yüzyılda Bizans kaynaklarından, 5 köyün birleşerek bir kaza merkezi oluşturduğunu, kaza merkezinin adının “Atroa” olduğunu ve bu köylerin adlarından birinin“Mision” (günümüzdeki Misi), bir diğerinin adının da“Calakome” olduğunu biliyoruz. Calakome’nin anlamı güzel köy demektir. Gerçekten de Çalı’da bu tanıma uyan bir yer vardır. Burası halkın “Gâvur Evleri” dedikleri yer ve çevresidir. Bölgedeki köylerin içinde böyle güzel bir yer yoktur. Burası en güzel, en sulak ve yeşillikler içinde olan cennet gibi bir yerdir. Ne yazık ki burası da imara, yapılaşmaya açılmıştır.
Köyün doğal konumu ve değişimi
Köy, Hammer’in Büyük Osmanlı Tarihi adlı eserinde “Ağaç Denizi” diye bahsettiği yer olan Kete Ovası/Atroa Ovası’nın güneydoğu bölümünde, Uludağ/Keşiş Dağı’nın batıya doğru uzantısının eteklerinin ovayla birleştiği yerde kurulmuştur. Doğu tarafından Çalık Deresi, içinden de Yoğacadere akar. Sırtını güneyindeki çam ormanlarına yaslamış, kuzeye doğru ovaya bakmaktadır. Güneyinde Atlas köyü, kuzeyinde Fodra/Alaadinbey, doğusunda Demirciköy ve batısında Yaylacık köyü (şimdiki mahalleleri) bulunmaktadır. 24 bin 200 dönüm arazisi vardır. Bunun yarısını ormanlar kaplamaktadır.
1950 yılına gelinceye kadar bölgedeki dereler kendi hallerine başıboş bir şekilde akıyorlardı. Karların erimesi veya ani kuvvetli yağışlar sonucunda dereler yükselir, taşar, ovayı seller basardı. Bu yıldan önce ovanın büyük bölümü ekilemiyordu.[9]
Köyün inek, manda ve koyun sürülerinin merası gibiydi. 1950 yılında açılmaya başlanan kanallarla çevredeki dereler birleştirildi. Derelerin bir tek kanaldan akmaları sağlandı. Bu sayede ovaya sel basmasının önüne geçildi. Bu arada derelerin köy kenarlarında, dağların ovayla birleştikleri yerlere, küçük göletlere benzeyen “sel kapanları” yapıldı. Bu sel kapanları yıllar içinde, kum ve çakıllarla dolduklarından, hiç başka alanlar yokmuş gibi, bunların üzerlerine spor alanları yapıldı. Çalı güreş sahası ve Yaylacık futbol sahası bunlara birer örnektir. Bunların yanında, dağlar yarılarak yollar yapıldı, ormanlarda yollar açıldı, yangın yolları açıldı. Bölge ormanlarında bu şekilde açılan yollar, 2012 yılında 1750 dönümden fazlaydı. Demek ki 1750 dönüm orman alanı azalmış oluyor. Amaç, kalan ormanları kurtarmak ve anında müdahale etmekti. Şimdi, yangın söndürme uçak ve helikopterleri yangına erken müdahale ediyorlar.
Çalı’nın jeolojik yapısının çevre köylerden biraz farklı olması, ormanların daha fazla tahribini önlemektedir. Çünkü arazide mermer ve taş ocağına uygun fazla bir yer yoktur. Köyün kuruluşundan itibaren tarih
Köyün adına rastladığımız ilk belge; 14 Temmuz 1430 tarihli 2. Murat Vakfiyesi’dir. Vakfiyedeki adı Çalık Halil Karyesi/Köyü’dür. 1521 tarihli Mufassal/geniş bilgi veren Vakıf Defteri’nde; Çalık diye yazılmaya başlanmıştır. Bu durum, 1530 İcmal, 1573 Tapu Tahrir defterlerinde de aynen devam etmektedir. 18. yüzyıl ortalarına doğru, asayiş, vakıf ve avarız kayıtlarından artık Çalık olan adının Çalı olarak değişmiş olduğunu görüyoruz. Bu ad, o zamandan beri hiç değişmeden günümüze kadar ulaşmıştır.
Kuruluşundan günümüze kadar ekonomik durumu ve değişimi
1521 tarihli Vakıf defterinden anlaşıldığına göre, köyde arpa, buğday, yulaf ve burçak gibi tahıl ürünleri ekiliyordu. 265 akçelik bağ vergisinden anlaşıldığına göre eskiden beri köyde bağcılık yapıldığını görüyoruz. Köyde bostanların bulunduğunu, arıcılık yapıldığını, hayvan sürülerinin olduğunu takip edebiliyoruz. Sahipli koruların olduğunu ve ayrıca bir çayırın varlığını da anlıyoruz. Bunlardan başka “dareyn” diye belirtilen bir vergi alınmaktadır. Dareyn; iki yurt, iki yer anlamına gelmektedir. Buradan anladığımız, köyü kuranlardan bazılarının yarı göçebe oldukları ve yazın hayvanlarıyla yaylaya çıkmaya devam etmekte olduklarıdır. Aynı tarihte köyde Kudbeddin Faki ve biraderinin ortak bir değirmeni vardır. Bütün bunlardan başka, köyde ceviz de yetiştirildiğini “koz” vergisi alınmasından öğreniyoruz. 1573 yılında, 52 yıl önce yapılan sayımdaki gibi üretilen ürünlerin cinsleri hiç değişmemiştir. Artık, “dareyn” vergisinin alınmamasından köylülerin tamamen yerleşik hayata geçtiklerini düşünebiliriz.
1844 yılı Temettuat Defteri’nden anladığımıza göre, geleneksel hububat ürünlerinin ekilmeye devam edilmekte olduğu, ancak 178 haneden 46 hanenin hububat ekimi yaptıklarını görüyoruz. Bu tarihte hemen hemen her ailenin bağcılık yaptığını ve ipekböceği yetiştirdiklerini de anlıyoruz. Aynı sayımda, meslek sahibi 38 kişi vardır. Bunlar at yetiştiricisi, demirci, fıçıcı, kömürcü, araba imalatçısı, nalbant, berber, odun tüccarı ve değirmenci gibi meslek erbabıdır. Değirmenin 2 ortağından biri Elmas Hatun adında bir kadındır. Ayrıca köyde 7 adet sermayedardan (faizle borç veren) başka, civar köylerde olmayan bir “kahvehane” de vardır. Burası adeta küçük bir kasaba gibidir. Hane başına ortalama 2 dönümden fazla, yapraklarıyla ipekböceği beslenen dut bahçesi düşmektedir. Köyde, ayrıca 483 dönüm bağ olup, hane başına 2, 5 dönümden fazla da bağ isabet etmekteydi. Kurucu ailelerin çam koruları da vardır.[10]
1864 yılında Cuniet, köyde 475 ton üzüm yetiştirildiğini ve bunlardan 200 tonunun sofralık üzüm, 275tonunun da şıralık üzüm çeşidi olduğunu kitabında belirtmiştir. 1883 yılında, Fransa’nın Bursa’daki konsolosu, köyde üretilen üzümleri renkleriyle belirtmiştir. Üretilen üzümlerin 300 tonunun siyah üzüm, 375 tonunun beyaz üzüm olduğunu, toplam üretimin 675 ton kadar olduğunun yanında, bunların bir kısmından şarap yapıldığını, ileride bu şarapların kendilerine (Fransız şaraplarına) rakip olabileceğini Paris’e rapor etmiştir.
17 Eylül 1967 tarihine yani, belediye teşkilatının kurulduğu tarihe kadar halkın en önemli geçim kaynakları; bağcılık, ipekböceği kozası, tütüncülük, şekerpancarı, şeftali ve sebze üretimidir. Bütün bunlardan başka hane halkının ihtiyacı kadar nohut, kuru fasulye, her türlü sebze ve kavun, karpuz da ekiliyordu. Bunların yanında her ailenin erik, elma, kiraz, vişne, armut ve ayva gibi meyve ağaçları olduğu gibi günümüzde artık olmayan üvez ve iğde gibi ağaçları da vardı. Halk, hububatı satmak için değil, evinin ve hayvanlarının ihtiyacını karşılayacak kadar üretiyordu. Günümüzde bağcılık, ipekböcekçiliği, şekerpancarı ekimi ve tütün ekimi yapılmamaktadır. Şeftali bahçeleri de sökülüp tarla yapılmıştır. Bunların yerine birkaç armut bahçesi kurulmuştur. Yonca ve mısır ekimi artmaktadır. Tarlaları başka yerlerden gelenfidan yetiştiricileri kiralayıp, süs bitkileri ve meyve fidanı yetiştirmektedirler. Kıraç yerlerde bulunan tarlalardan alınan ürünler maliyetlerini karşılamadığından ekilmeyip, boş kalmaktadır. Zaten, tarla ve bahçelerin yarısına yakını satılmış ve çiftçilikten anlamayan kişilerin ellerine geçmiştir. Bunlar da işten anlamadıklarından, birkaç yıl sonra tel örgülerle çevirdikleri bahçelerinden umdukları ürünü alamayınca ekmeyip, boş bırakmaktadırlar.
Bağlara ne oldu? Nasıl yok oldular?
19.yüzyıl sonlarında Bursa-Mudanya demiryolunun yapılışıyla birlikte, İstanbul’la olan ticaretin daha da artmasıyla demiryoluna yakın köylerde bağcılık daha da gelişme göstermiştir. Bu yolla İstanbul’a günübirlik ulaşım sağlanabiliyordu. Köylüler 7 kilometre uzaklıktaki Beşevler tren istasyonundan üzüm ve pekmezlerini trene yükleyip[11], oradan gemiyle İstanbul’a götürüp satabiliyorlardı. Bu yıllarca böyle devam etti. Cumhuriyetin ilk yıllarında bağlara musallat olan ve adına “floksera”[12] denilen bir hastalık ortaya çıktı. 5-6 yıl içinde bütün bağlar kuruyup yok oldular.[13] Köyde ve bölgede neredeyse hiç bağ kalmadı. Daha sonra, hükümet bu hastalığa dayanıklı anaçlar getirtti. Asmalar bu anaçlara aşılandı. Yeni bağlar kuruldu. Bu aşılık anaçlar Amerika’dan geldiği için adına[14] “Amerikan asması” dediler. Köyde bağcılık bundan sonra yıllar içinde gittikçe gelişme göstermiştir.
Çalı’da 1980 yılından sonra başlayan sanayileşme sonucunda, fabrikalar en verimli bağların bulunduğu arazilerin üzerlerine kurulmuştur. 1985 yılındaki şiddetli don olayları sonucunda da kalan bağların bir kısmı zarar görünce, bunun yanı sıra Türkiye’de üzüm fiyatlarının düşmesi, bağlarda çalışacak işçi bulunamaması gibi sebeplerle bağcılık ortadan kalkmıştır. Günümüzde Çalı’da4-5 kadar bağ vardır. Bunların 3 tanesi 2010 yılından sonra kurulan bağlardır.
Koza üretimi:
Yüzyıllardan beri bütün Bursa köylerinde olduğu gibi, Çalı’da da koza üretimi köylünün en önemli gelir kaynaklarından biri olmuştur. 40-45 gün gibi kısa bir sürede ürün pazara sunulmaktadır, üstelik diğer ürünler gibi üretiminde fazla insana gerek yoktur. Aile bireyleri bu iş için yeterli olmaktadır. Parası da satıldığı gün üreticinin eline geçtiğinden ailenin nakit ihtiyacını karşılamaktadır.
Çocuklar, koza(k) satım gününü heyecanla beklerlerdi. Koza Hanı’na ailenin çocukları da götürülür, satıştan sonra hep birlikte lokantaya gidilir, daha sonra da dondurma yenilirdi.[15] Bundan sonra Kapalı Çarşı’ya gidilip gün geçtikçe gelişip büyüyen, elbiseleri, ayakkabıları artık dar gelmeye başlayan çocuklara yeni ayakkabı ve elbiseler alınırdı. Bu olaylar çocukların hafızalarında unutulmaz anılar bırakırdı. Hele, Koza Hanı’nın girişindeki
vitrinde başını sallayan “Arap”, Kapalı Çarşı yangınından bile yanmadan kurtulmuştu. Daha sonra, Arap’ı başka bir vitrinde gören çocukların sevincine diyecek yoktu. Bu çocuklardan birisi de bendim!
Koza fiyatları 1985-1991 yılları arasında zirveye ulaşmış, 1992 yılında birdenbire dibe vurmuş, maliyet ve emeği kurtarmaz olunca, köylüler koza üretimini terk etmiştir. Asırlık dut bahçeleri sökülerek tarla yapılmıştır.
Tütün üretimi:
Tütün üretimine 1844 yılında yeni başlandığını 1844 Tarihli Çalı Temettuat Defteri’nden anlıyoruz. O yıl köyden 2 kişi 1, 5 dönüm kadar tütün ekmiştir. [16] Tütün ekimi her geçen yıl gittikçe artış göstermiştir. Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde kurulan Reji/Tekel İdaresi, üretilen tütünleri çok ucuz fiyata almaya başlayınca, köylüler tepki olarak tütün kaçakçılığına yönelmişlerdir. Cumhuriyetin ilk yıllarında bile köyde30 civarında “havan” denilen tütün kıyma düzenekleri olduğu söylenir. “Tütünün eyisi/iyisi Beyce’ye, kötüsü Rece’ye/Reji’ye”. Köyde bu söz günümüzde de bilinmektedir. Reji İdaresi baskı yapmaya başlayınca, köylüler kötü tütünleri Reji İdaresi’ne sattıktan sonra, iyi tütünleri kıyıp, atlara yükleyerek güneye doğru dağlardan Beyce’ye/Orhaneli civarına götürüp yüksek fiyatla satmaya başlamışlar. Bazen, Uşak taraflarına bile gitmiş oldukları söylenmektedir. Tütün üretimi, çok emek isteyen ve çok insan gücü gerektiren, fide üretiminden satışına kadar en az 15 ay gibi bir zaman ve sabır gerektiren bir iştir. Şubat ayında tütün tohumları, daha önce tırmık yardımıyla hazırlanan ve adına tava denilen yastıklara ekildikten sonra, her gün aralarında çıkan küçük yabancı otlar dikkatlice temizlenir. Solucan mücadelesi yapılır. Sabah akşam yastıklar iki kez sulanır. Mayıs ayının ortalarına doğru tütün ekimi yapılacak tarla dikime hazır hale getirilirdi. Dikimden bir gün önce tütün fideleri teker teker sökülüp kasalara doldurulduktan sonra dikim yapılacak tarlaya götürülüp bırakılır. Ertesi gün tütünler tarlaya dikilirdi. Tütün dikimi işi, çapası, kırımı, dizimi ve basımı aile fertlerinin bir günde yapacakları bir iş olmadığından, çok fazla insan gücüne ihtiyaç duyulmaktadır. Tıpkı imece gibi bütün buişler sırayla yapılır. Buna köylüler “deyişik” adını vermişlerdir. Olgunlaşan tütün yaprakları, bütün yaz boyunca fidenin dibinden başlayarak, sırayla uca doğru saplarından kopartılırdı. Buna “tütün kırmak” denilirdi. [17] Yassı uzun şişler yardımıyla yaprakları saplarından birer birer şişlere geçirildikten sonra, şişin arkasına takılı olan ipe sağılan tütün yaprakları (bunlara “dizi” denilirdi), ayna denilen çardaklara güneşte kurumaları için asılırlardı.
Tütünler kuruduktan sonra bu dizilerin 4-5 tanesi iki uçlarından birbirlerine bağlanırdı. Bunun adına “hevenk” derlerdi. Bu hevenkler, küflenmemeleri için çatı altlarına çakılan çivilere asılırlardı. Uzun kış gün ve geceleri tütünler basılırdı. Basma şöyledir: Tütünler güneşte kururken, ağaç yaprakları gibi kıvrılıp buruşurlar. Tekrar bunları düzleştirip üst üste bir araya getirmek gerekmektedir. Fakat kuruyan tütünler basılırken kırılıp parçalanmaktadırlar. Bunu önlemek için evlerin avlularına, tıpkı yer altı odası gibi bir çukur kazılıp üzerine toprak seviyesinde ağaç döşenir. Daha sonra bunun üzeri toprakla kapatılır. Buna tütün kuyusu denilirdi. Kuyunun tavanını tutanağaçlara çakılan çivilere bu hevenkler asılırdı. Böylelikle kuyunun içindeki nemden dolayı tütünler yumuşayıp basmaya hazır hale gelirlerdi. 30-40 yaprağı üst üste gelecek şekilde bir araya getirilen tütünlere kalp şekline benzediği için “kalbe” denirdi. Daha sonra bu kalbelerden denk yapılırdı. Denk; denk tahtası denilen büyük ağaçtan bir kalıbın içine, kalbelerin üst üste düzgün bir şekilde yerleştirilmesiyle olurdu. Etrafı keten çulla sarılan denkler, iple bağlandıktan sonra satış gününü beklerdi. Denklerin ağırlığı genellikle 20 kg kadar olurdu.
Tütün üretiminde en büyük yükü kadınlar çekerlerdi. Dikim, çapa, kırım, dizme ve basma işi, hatta tütünfidesi yetiştirme işinin bütün sorumluluğu ve yükü kadınlarımızın omuzlarındaydı. Bursa köylerinin içinde Demirtaş’tan sonra en fazla tütün üreten yer Çalıköy’dü.
Görükle, daha fazla tütün ekerdi, ancak sulama olanakları olmadığından, rekolte olarak daha az ürün elde ederlerdi. 1980 yılında bile durum böyleydi. Köyde bağlar, şeftali bahçeleri, pancar tarlaları, hububat ekili alanlar, kavaklıklar ve sebze ekilen alanlar büyük yer kapladığından[18] tütün ekmek için yeterli tarla bulunamazdı.
23 Haziran 2013 tarihinde Nilüfer Belediyesi’nin yaptığı; “Nilüfer’in Hikâyesi” adlı sözlü tarih çalışmasında söylediklerim Çalı’da değişimin özeti gibidir:
“Çalı’da çocukluğuma dair hatırladığım hiç beton binanın olmadığıdır. Sadece Tarım Kredi Kooperatifi’nin binası çimento, beton ve tuğladandı. Diğerleri hep ahşaptan, kerpiçten binalardı. Cami, okul, muhtarlık, karakol ve Bucak Müdürlüğü binaları da bu haldeydi. Bütün cadde ve sokaklarımız kaldırım döşeliydi. Sokakların iki yanından bahçeleri sulamak için sular akardı. Çalık Deresi’nin sularının bir kısmı arkla getirilip, köyün içinden akan Yoğacadere’in üzerinden tahta bir olukla karşıya geçirilirdi. Batı yakasının sokaklarından akıtılan busuyla bu yakadaki bahçe ve tarlalar sulanılırdı. Cumalıkızık köyü gibi su içinde bir köydü. ”
Örneğin köyde, 1973 yılına kadar çöp toplama işinin eşek arabasıyla yapıldığını hatırlıyorum. Sonra betonlaşma, daha sonra apartmanlaşma başladı. Yollar ve sokaklarımızın kaldırım taşları söküldü. Bunların yerlerine betondan parke taşı ve asfalt döküldü. Tarlalarımız, bahçelerimiz ve bağlarımız arsa oldu. Buralara apartman oldu, fabrika oldu.
Bunca tarihi değerlerimiz ve kültürel değerlerimizin değişimi çok hızlı oldu. Zamanı durduramazdık ama bu değişimi yavaşlatabilirdik. Mesela, benim birkaç dairem var. Hâlâ babadan kalma bahçeli, ahşap eski evimde oturuyorum. [19] Buradaki 400 metrekarelik bahçemde, 40 farklı cins ağacım var. Arsayı müteahhite verince önce bunlar gidiyor. Sanayileşme ve kontrolsüz yapılaşma ile nüfus gittikçe artıyor. Kaybettiğimiz çok şeyler var. Önce dilimizi kaybettik. Ben çocuk yaşlarımda iken, köyde ve aile içinde konuşulan dil ve kelimeler şimdikinden çok daha zengin ve farklıydı. Her köyün olduğu gibi Çalıköy’ün de kendine has şivesi vardı.
İnsanlar eskiden çevreye daha duyarlıydılar. Şimdi derelerimizin, ormanlarımızın içlerine bir bakın! Her yer çöplük yapılmış.
Sözün kısası, Çalı’nın günümüze kadar kalabilen güzelliklerini geleceğe aktarmak istiyorsak, hem yöneticiler hem de Çalı sakinleri olarak yaşadıkları yere sahip çıkmalıdırlar. Belediyeler en azından çok yüksek katlı binalara izin vermemelidir. ”
Düğünler
Eski düğün ve sünnet gelenekleri unutulmak üzeredir. Davetliler, düğüne mum, kına ve bir makara gelin teli verilerek çağrılırken, bunun yerini sadece davetiye almıştır. Düğünler salonlarda yapılmaktadır. Sünnet ve düğün eğlencelerinde birkaç büyük küfe ağızları aşağıya gelecek şekilde yere konulur, bunların üzerine de kalın ve sağlam tahtalar döşenirdi. En güzel don mintan elbiselerini giyen, başlarına oyalı yemenilerini bağlayan, bellerine kadar inen uzun saçlarını gelin telleriyle ören ve bellerine gümüş kemerlerini bağlayan ve düzgünlük düzülmüş[20] genç kızlar, bu tahtaların üzerine tek sıra halinde otururlardı. Ortada oyun oynanacak meydan boş bırakılır, diğer yerlere hasır, kilim gibi yaygılar yayılır, buralara evli kadınlar ve ergenliğe erişmemiş çocuklar otururlardı.
Delikanlılar düğünü uzaktan seyrederlerdi. Evliler ve köyde doğmayan erkekler düğüne giremezlerdi. Tahtanın başında oturan sesi güzel genç kızın çaldığı dümbeleğin ritmiyle genç kızlar ve kadınlar sırayla oyuna kalkarlardı. Bu oyunun adı güvendeydi. [21] Düğün bitinceye kadar bu oyunlar devam ederdi. Eskiden gelinler bindallı denilen elbise giyerlerken, Cumhuriyet döneminde günümüzdeki gibi beyaz gelinlik giymeye başlamışlardır. Daha sonra düğünlerde çengiler çalmaya başladılar, oynanan oyunlar da değişti. Günümüzde kına eğlencelerinde piyanistler çalıyor, salonlarda ise orkestra. Değişmeyen tekşey “keşkek”[22] kaldı. Önceleri düğün ve sünnet yemekleri zerde, pilav ve keşkekten ibaretken, daha sonra yerini çorba, etli yemekler ve pilav aldı. Bazen köfte de verilmeye başlandı. Değişmeyen tek yemek keşkek yemeği oldu.
Eskiden sünnet çocukları, ata bindirilip köyün bütün sokakları dolaştırıldıktan sonra, Yukarı Mezarlık’ın başındaki, köyün kurucusu olduğuna inanılan Çalık Halil Dede’nin mezarının etrafında atla yedi kez dolaştırılırdı. Üzeri toprak, etrafı tahta çitle çevrili olan mezar sonradan türbe gibi yapılıp mermer ve betonla kaplandı. Atla dolaşılacak yer kalmadı. Daha sonraları otomobillerle konvoy halinde Emir Sultan’a gidilmeye başlandı. Şimdi günümüzdeki trafik yoğunluğundan olacak, Beşevler’deki Kara Fatma Heykeli’nin olduğu babadan dönüp geliyorlar!
Pazar günü sabahı, sünnet kesilmeden ve düğünlerde gelin alıcıdan önce at koşuları yapılırdı. Köy davulcusu davuluna bayrak asar, çalmaya başlar, köy halkı ve atlar hep birlikte kafile halinde koşunun biteceği ve “kolanyeri” denilen bitiş çizgisinin yanına gelirdi. Atlar koşuya başlayacakları ovadaki 5 kilometre kadar uzakta bulunan ve[23] “Gölmeksiz’in Köprü Yeri” denilen başlama çizgisine giderlerdi. Bitiş yerinin yanında bulunan büyük çitlembik ağacına gözleri keskin birisi çıkarılırdı. Koşu başlayınca tıpkı radyodan hipodromda koşu anlatır gibi; “Atlar Kite Yolu’nu geçtiler. Dikili Taşlar’a yaklaştılar. Kırat önde, Ahlat’a geldiler. Kırat geçildi. Yeni Köprü’yü geçtiler. Kanlı Çitlenbek’te kırat tekrar öne geçti. Susa’ya/Şose’ye vardılar. Erguvanlar’a girdiler” diye yüksek sesle bağırırdı. Yolları bilenler zaten koşuyu hayallerinde canlandırırlardı. Erguvanlar’dan[24] çıkan atları artık bütün seyirciler görürdü. [25]
Giyim-kuşam
Giyim-kuşama gelirsek… Ergenliğe erişen genç kızlar “ferace” giymeye başlarlardı. Don-mintan, başa yemeni veya krep bağlanırdı. 1934 yılında köyde çekilen “Aysel, Bataklı Damın Kızı” filminde Cahide Sonku’nun giydiği yemeni bütün Türkiye’de meşhur olmuştu. Bu yemeni zaten Çalı’da genç kız ve kadınlar tarafından başlarına bağlanıyordu. Şimdi yaşlı kadınların dışında ferace giyen de kalmadı.
Köyde üç erkek terzisinin yanında, iki de kadın terzisi vardı. Şimdi olduğu gibi konfeksiyon ürünleri olmadığından, kadın erkek bütün köy halkı elbiselerini terzilere diktirmek zorundaydı. Çorap, kazak gibi giyecekleri anne ve nineler, kendi koyunlarının yünlerini “öreke” denilen el aletiyle ip haline getirerek bunlardan örüyorlardı. Köyde herkes yünden el örmesi çorap giyerdi.
Takım elbise diktirmek o zamanlar çok pahalı bir şeydi. Köylerde, hayatında hiç takım elbiseye sahip olamamış birçok erkek vardı. 1950’den önce bir takım elbise elden ele dolaşır, bu elbiseyle 5-10 damat gerdeğe girermiş. Takım elbisesi olup da, yıllardan beri giydiğinden güneşten solan ceketler sökülüp, ters yüz edilir, yeni bir ceket gibi yapılırdı. Zaten çoktan eskimiş olan pantolonun yerine o cekete uygun bir renkteki kumaştan yeni pantolon dikilirdi. Eskiyen elbise ve pantolonlar atılmaz, bunlardan erkek çocuklara pantolon dikilirdi. Erkek gömleklerini genellikle kadın terzileri dikerlerdi. Yırtılan, eskiyen pantolonlara, gömleklere, çoraplara, ceketlere yama yapılırdı. Yamalı giyinmek ayıplanmaz, kirli giyinmek ayıplanırdı. Pantolonların arkalarına ve dizlerine sağlam kumaştan, bazen de sağlam deriden yama yaparlardı. Buna “süvarilik” denilirdi. Köylerde yaşayan erkekler her gün at veya eşeğe biner, bağda bahçede dizlerini toprağa koyarak iş görürdü. Bundan dolayı pantolonunun arkası ve dizleri çabuk eskiyip yıpranırdı. Günümüzde kadınlar elbiselerini terzilerine diktiriyorlarsa da, erkeklerden elbise diktirenler kalmadı. Gömlek diktirenler kalmadı. Kazak ve çorap örenler pek kalmadı. Örenler kalsa da, nineler yeni doğan torunlarına örüyorlar. Koyunları kalmadığından, hazır orlon alıp örüyorlar. Erkeklerin hepsi hazır giyiniyorlar. Hazır dikilmiş aldıkları pantolonlarının paçalarını terzilere boylarına uygun kestirip diktiriyorlar.
2.Dünya Savaşı’ndan sonra, lastik ayakkabılar ve çizmeler köylerde çarıkların yerlerini almaya başlamıştır. Tarlalarda çalışanlar eski alışkanlıkla uzun süre çarık giymeye devam etmişlerdir.
Köyde eşek çok olduğundan zamanla hastalanıp ölenler olurdu. Sahibi eşeğin arka ayağına bir ip bağlayıp başka bir hayvanla çekerek vahşi hayvanların yemesi için ormana bırakırdı. Bunu haber alan çarığı eskimiş olan köylüler, eşeğin derisini yüzer ve bundan kendilerine yeni çarık yaparlardı. 1970’lerin başında bile çarık giyenler bulunuyordu.
Deri ayakkabı ve çizmeler ısmarlama yaptırılırdı. Bunlar pahalı olduğundan, eskidikçe tamir ettirilip yeniden giyilirdi. Bazı genç erkekler ve zenginler körüklü çizme giyerlerdi. Lastik ayakkabılar daha çok yağmurlu ve karlı kış günlerinde giyilirdi. Günümüzde birkaç kişi ayaklarına uygun büyüklükte ayakkabı bulamadıkları için ısmarlama yaptırıyorlar. Bunlardan başka herkes hazır ayakkabı giyiyorlar.
Bütün erkekler köşeli şapka giyerlerdi. Fötr şapka giyenler de olurdu. Fakat bunların sayısı çok azdı. Günümüzde çok az şapka giyen var. Giydiklerinin çoğunluğu da eskiden giyilen şapkalar değil spor şapkalardır.
Yangınlar
1970 yılının başlarına kadar yangın söndürme; Osmanlı dönemi tulumbacılarının kullandıkları dört kollu bir yangın tulumbasıyla olurdu. Bu tulumba caminin karşı köşesindeki abdest alma yerinin kıyısında hazır bekletilirdi. Yangın olduğu zaman 4 kişi bu tulumbayı omuzlar, 1 kişi de hortumları taşırdı. Bütün Çalı halkı ellerindeki su dolu kovalarla yangın yerine koşardı. Kovalardaki sular tulumbanın deposuna dökülür, karşılıklı 2 kişi de devamlı tulumbayı pompalarlardı. Diğer bir kişide hortumun ucunu yanan yere uzatır ve söndürmeye çalışırdı. Yangının duyulması ve müdahalesi çok kısa bir zamanda olurdu. Çoğu zaman yangın başlarken söndürülürdü. 1971 yılında sokak başlarına yangın vanaları yapıldı. 1990 yılında küçük bir itfaiye arabası alındı. Bir müddet sonra büyük bir tane daha alındı. Çalı Belediyesi İtfaiyesi çevrede olan yangınlara müdahale eder duruma geldi. Küçük itfaiye aracı aynı zamanda yazın sokakların yıkanmasında da kullanılıyordu. Şimdi yangınlara Büyükşehir Belediyesi İtfaiyesi müdahale ediyor.
Son not:
Aslında Çalı’yı anlatmak, değil bu sayfalara, büyücek bir kitaba bile sığmaz. Köylüler, kendilerinin Manav olduklarını söylerler. Günümüzde ise Türkiye’nin neredeyse bütün şehirlerinden göç almıştır. Bunlara Balkan göçmenlerini, Kafkas göçmenlerini ve Suriye göçmenlerini de ekleyebiliriz. Şimdi Çalı çok dilli ve kültürlü bir yer halini almıştır.
Okulları tam olarak anlatamadık. Osmanlı’dan miras kalan tek odalı okulun 1925 yılında nasıl 3 sınıf yapıldığını, daha sonra 5 sınıfa dönüştürüldüğünü, 1947 yılında yapımına başlanan taş mektebin tamamlanamayıp kendi haline bırakıldığını, 1961 yılında eski okulun çökme tehlikesi olduğundan boşaltılarak, taş mektebin yerine tek katlı ve 3 sınıflı okul inşaatı sürerken, öğrencilerin köy kahvelerinde 2, 5 yıl okuduklarının hikâyesini anlatamadık. Sonra, bu okulun yanına yeni bir okul yapıldığını, 1969 yılında ortaokul kurulduğunu, birkaç yıl sonra yeni bir ortaokul binası yapıldığını, 1980’den sonra ortaokul ve ilkokulun aynı binada eğitim gördüğünü, 1999 depreminde hasar gören bu okulun yerine başka bir yerde büyük bir okul yapıldığını, bu arsaya belediye hizmet binası ve park yapıldığını ve bütün bunların macerasını yazamadık.
Aslında Çalı’nın en önemli sorununun okul olduğunu, nüfusunun 10 bini geçtiğini, bunun yanında fabrikalarda çalışan işçi sayısının bundan fazla olduğunu, 1969 yılında ortaokula kavuşan Çalı’nın çoktan bir liseye kavuşması gerektiğini, zaten yapılacak okulun 18 bin metrekare arsasının hazır olduğunu kimseye anlatamadık.
Çalıköy’ün elektrik gelmeden önce nasıl aydınlandığını, hayvancılığı, köyün manda, inek, keçi ve koyun sürülerini anlatamadık. Büyük sürü sahiplerinin Ege’den mera kiralayıp, kışları burada geçirdiklerini, eskiden sürüleriyle birlikte yaya olarak giderlerken, daha sonra Susurluk’tan trenle gittiklerini, sonraları 2000 yılına kadar kamyonlarla gidiş maceralarını yazamadık.
Köyün kuruluşundan itibaren, günümüze kadar belgelerdeki kişi adlarının nasıl değişime uğradığını; Ali, Mehmet, Ahmet, Hasan ve Hüseyin gibi erkek adlarının günümüzde de kullanıldığını; Bostan, Durası, Duran, Bâli ve Hacı Murat gibi isimlerin artık kullanılmadığını anlatamadık. Kudbeddin, Pir Hasan ve Müezzin adlarını anlatamadık. 1521 yılında yaşayan Müezzin adlı bu kişinin “Müezzin Kayaları” denilen yere adının nasıl verildiğinin hikâyesini yazamadık.
1963 yılında Mustafa Kaplan Hocanın okullarda dağıtılan hikâye kitaplarındaki kahramanlarından etkilenen öğrencilerin, ileride çocuklarına bunların adları olan Nurcan, Özcan, Gülcan ve Doğan gibi adlar verdiklerini; Ali, Talat, Aysel ve Feriha gibi adların 1934 yılında köyde çekilen filmin karakterlerinin ve oyuncularının adlarından alındıklarının hikâyesini anlatamadık. Çocuk oyunlarını, çocukların oyuncaklarını nasıl kendilerinin yaptıklarını anlatamadık.
Uzun kış günlerinde teknelerle, merdivenlerle kızak kayıldığını, bazen ufak tefek kazaların olduğunu, ramazan ayı gelirken arife günü bunu karşılamak için hâlâ silah atıldığını, köyün dedelerini, batıl inançlarını, halk hekimlerini, yer adlarının hikâyelerini ve efsanelerini yazamadık.
Bunun yanında, halkevini ve kütüphanesini, Çalıköy’de sporu, Dinarlı Mehmet Pehlivan’ın halkevi adına Bursa’dan her hafta köye gelerek gençlere her türlü sporu öğrettiğini; köyün gençlerinin eskiden Mudanya’da koşulan maraton koşusunda başarılar gösterdiklerini; Türkiye’nin ilk köy voleybol takımının Çalı’da 1952 yılında kurulduğunu; 1978 yılında bu takımın Bursa şampiyonu olduğunu; futbol takımının inişli çıkışlı, bazen güzel dereceler yaptığını; Çalı güreşlerinin yüzyıllardır devam ettiğini, daha sonra 1963 yılında şimdiki güreş sahasında yapılmaya başlandığını; avcıların eskiden her yıl atıcılık yarışmaları yaptıklarını; Türkiye’nin ilk kız futbol takımlarından birinin 1970 yılında Çalı’da kurulduğunu yazamadık.
İlkleri yazamadık. İlk otobüs, ilk traktör, ilk ambulans, ilk radyo, ilk televizyon ve ilk minibüsün alınış hikâyelerini anlatamadık. Derelerimizin eskiden nasıl berrak aktığını, balıkların oynaştığını; halkın ovada açılan artezyen kuyularının sularının hiç dinmeyeceklerini sandıklarını; yıllarca boşa akan bu yeraltı sularının sonunda dindiğini, anlatamadıysam da ipuçlarını verdim. Eskiden herkesin kapısının önünü süpürdüğünü, şimdi her şeyin belediyelerden ve devletten beklendiğini…
Bazı av hayvanlarının ve yırtıcı kuşların nesillerinin nasıl tükendiklerini, bütün bunların yanında beyefendi insanların ve “Osmanlı kadını” dediğimiz anne ve ninelerimizin artık azaldığını, dağlarımızdaki kekliklerin bile kalmadığını anlatamadık. Belde olurken, nüfusu ancak 2 bini biraz geçerken, günümüzde 10 binden fazla nüfus olduğunu ve bu sayıdan fazla insanın fabrikalarda çalışmakta olduğunu, 1946-1950 yıllarında Çalı Jandarma Karakol komutanı olan “Mareşal Şükrü Onbaşı”yı anlatamadık. Belki başka bir yazıda anlatırız…
DİPNOTLAR
[1] Bursa vilayetinde 2. örnek köy, Esebey/İsabey köyüdür. Cumhuriyetten öncesi ve sonrası, İsabeyliler Çalı’ya at arabalarıyla sebze ve meyve getirip satarlarmış. Çalı köylüler yaban pırasasıyla pide yaparlarken, İsabeyliler’in yetiştirdikleri pırasalar, köyde çok meşhur olmuş. 30 yıl öncesine kadar, yaşlı kadınlar köydeki pazara gittiklerinde satıcıya, “Bu Esebey/İsabey pırasası mı?” diye sorarlardı.
[2] Köylerde yaşayan insanların çoğunluğu karşı dağları, denizi, uzaktaki köyleri ve şehirleri uzaktan görmüşlerse de yüzyıllardır bu karşıdan gördükleri yerlere ömürleri boyunca gidememiş ve hayattan göçmüşlerdir.
[3] Farklılığın ortadan kalkma nedenleri hepimizin bildiği gibi; televizyon, gazete, cep telefonu, internet gibi iletişim araçlarının yaygınlaşmasının yanı sıra okullaşma ve ulaşımın kolaylaşmasıdır.
[4] 50 yıl kadar önceleri birkaç beton köprü dışında köydeki bütün köprülerin tamamı ağaçtan yapılmıştı. Köylüler bunlara “tahta
köprü” diyorlardı. İlk kez arabaya koşulan veya sırtlarına eyer, semer vurulan atlar köprünün üzerinden geçerken, kendi ayak
seslerinden ürkerler ve köprüden geçemezlerdi. Bu genç atlar bunu huy edindiklerinden değerleri düşerdi. Bunların alım
satımında, “Atın köprüden geçiyor mu?” anlamında bu soruyu at sahibine sorarlardı. “Çellemçüş”; köyde tahterevalliye verilen
addır. “Badıl bayrak”; eski püskü, yarı çıplak giyinen kimse.
“Tersine tebbet”; inat olsun diye her şeyin zıttını yapan kimse.
“Mama gorutmaz/korutmaz”; tarla ve bağ-bahçe işlerinde çalışan gündelikçilerden bazılarının kaytararak, yedikleri yemeğin karşılığı kadar bile iş görmediklerini anlatmak için söylenir.
“Kesdene/kestane suyu gibi”; 20. yüzyıl başlarında, köyden iki yaşlı kadın korularından kestikleri odunları eşeklerine yükleyip satmak için Bursa’ya doğru yola çıkmışlar. Çekirge’ye vardıklarında, evinin penceresinden dışarıya bakan bir kadın bunları görmüş. Hallerine acıyarak sormuş.
– Odunlar satılık mı?
– Satılık.
– Öyleyse, kapı açık, içeriye girip odunları avluya indirin.
Yaşlı kadınlar odun yüklerini avluya indirirken evin hanımı da yanlarına gelmiş.
– Siz yorgunsunuzdur da, şu minderlere oturup dinlenin. Siz açsınızdır da, size yiyecek bir şeyler getireyim, diyerek yanlarından ayrılmış.
Yaşlı kadınlar soluklanırken, evin hanımı elinde bir tepsiyle merdivenlerden inerek yanlarına gelmiş.
– Size çay da getirdim, demiş.
Kadınlar çayın adını duymuşlar da, tadını bilmiyorlar. Kadınlardan biri çaydan bir yudum almış ve
– Çay, çay deye/diye met(h)ettikleri şey bu muymuş? Ben bunu içmem. Bu aynı bizim kesdene suyu gibi (kestane haşlanınca suyunun rengi çaya benzer ve tadı yoktur) demiş.
[5] Bu çeşmenin diğer adı da Başçeşme’dir. Günümüzde yoktur. Çalı, belde olunca, bu çeşmenin yalağının üzerinde, “eski Grekçe yazılar var(!)” diye bir devlet büyüğümüz; “Bu çeşmeyi kaldırın!”demiş. Çeşme, kaldırılırken (zaten, belgelere göre Tahtalı’dan satın alınarak köye getirilen epigramlı bir lahittir) paramparça yapılmış, bir tek parçası bile günümüze ulaşamamıştır. Bursa Halkevi Uludağ dergisinde, 1940 yılında yayımlanan makalesinde Naci Kum, “Bu lahitin örneği müzemizde (Bursa) bile yok” demektedir.
[6] O günlerde bütün köylerde bit ve pire gibi haşereler çok yaygındı. Üstelik bunlarla mücadele etmek için geleneksel yöntemlerden başka bir çözüm yolu yoktu. Bunlarla mücadele için geliştirilen kimyasal ilaçlar varsa da henüz köylere ulaşamamıştı. Şehirlerde daha iyi ve hijyenik şartlarda yaşayan film ekibinin köylülerle aynı sıkıntıyı çektiklerini düşündüğümüzde, onların ne özveriyle çalıştıklarını takdir etmemek mümkün değildir. Bunun yanında, köyde hemen hemen her aile ipekböceği yetiştirdiğinden, üstelik ayrı bir böcekhaneleri olmayıp, evlerinin odalarında beslediklerinden, böcek zamanı mutlaka pire de olurdu. Bunlara “küne piresi” denirdi. Bunlarla mücadele her gün yıkanmak ve temiz çamaşır giymekle olurdu. Bunlara karşı zehir kullanılamazdı. Çünkü, kokusundan bile böcekler ölürlerdi. Zaten, tütünlere “maviküf hastalığı” için yapılan ve adına “Folidol” denilen kuvvetli bir zehir vardı. Bu zehir yüzünden birkaç insan da hayatını kaybetmişti. Balarısı besleyenlerin sayısı tütün ekiminin yasaklanması ve bu zehirli ilaçların dozlarının azaltılmasından sonra artmıştır.
[7] Bektaşi şeyhlerinden birisinin mezarı: Yukarı Mezarlıkta, köyün kurucusu olduğuna inanılan Çalık Halil Dede’nin mezarının birkaç metre yakınındadır.
[8] Bölge halkının “Uluyol” diye söylediği ovadan geçen bu yol çok eski ve tarihi bir yoldur. Roma döneminde bile işlek bir yol olduğu burada bulunan bir mil taşından anlaşılmaktadır. Kizikos, Daskilion ve Miletopolis şehirlerinden gelip Bursa’ya ulaşırdı. Osmanlı, Bizans dönemlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarındada yeni Kirmastı/Mustafakemalpaşa yolu yapılıncaya kadar bu yol kullanılıyordu.
[9] Kanallar açılmadan önce, kız istemeye gelen aileye “Dağdakaç dönüm tarlan var?” diye sorarlarmış. Dağda tarlası az veya hiç yoksa “Siz bizim kızımıza bakamazsınız!” diye kızlarını vermezlermiş. Ovaya ekilen ekini sel alırmış. O yıllarda dağlara “mente” denilen ve proteince zengin kılçıklı buğdaylar ekilirdi. Bu buğdayların başaklarındaki kılçıklar bunları yiyen hayvanların tıpkı balık kılçığı gibi boğazına takıldığından hayvanlar bir daha ekin tarlasına uğramazlardı.
[10] 1955 yılında ormanlar devletleştirilince, korular köylünün elinden alınmıştır. 10 yıldan fazla bir süre koru sahipleri korularından eskisi gibi ihtiyaçlarını karşılamaya devam etmiştir. Çalı 1967 yılında belde olunca, bu durum sona ermiştir.
[11] 1896 yılında eski Bursa Valisi Ahmet Vefik Paşa’nın torunu Fatma Fahrünisa Hanım, kız arkadaşlarıyla küçüklüğünden hatırladığı Bursa’ya gelince, Misi’ye de uğramıştır. Misili bir kadınla sohbet ederken kadın, İstanbul’daki pahalılıktan bahsederek, tek başına İstanbul’a devamlı pekmez satmaya gittiğini de söylemiştir. İstanbul’da hamamların pahalı olduğunu, Misi’de bir yumurtaya karşılık köy hamamında yıkanabildiğini anlatmıştır. (1896 Yılında Bursa, Bursa Kültür A. Ş. 2010)
[12] Floksera hastalığı Amerika’dan yayılıp, 1874 yılında Fransa’ya kadar ulaşmıştır. Daha sonra da bütün Avrupa’ya ve Doğu Anadolu’ya kadar yayılmıştır.
[13] 1934 yılı yazında köyde çekilen Aysel, Bataklı Damın Kızı filminde hiç bağlık alan görülmemektedir.
[14] Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını tahsil etmek için alacaklı ülkeler tarafından kurulan Dûyun-u Umumiye İdaresi tarafından1892 yılında dut fidanlarının yanında, bir miktar asma fidanı da köylüye dağıtılmıştır. Bunun altında, üretimi artırıp, alacaklarını bir an önce tahsil isteği yatmaktadır.
[15] Çalı’da, 1985 yılından önce “mancınık” denilen düzeneklerle kozayı işleyip ipek haline getiren/ipek çeken iki aile varken,bu tarihten sonra ipek üreten aile sayısı 50’yi geçmişti. Bugün koza üretimi ve ipek üretimi yoktur. Koza ve ipek fiyatlarının artmasının sebebi İran-Irak savaşıdır. İpeğin artık o zamanlar giyim olarak kullanımı günümüzde olduğu gibi azalmıştı.Üretilen ipeklerin yüzde 95’i ipek halı yapımında kullanılıyordu. İran/Acem halıları dünyada beğeniliyor ve yüksek fiyatlara satılıyordu. Savaş ortamında halı üretemeyen ve ambargo uygulanan İran, dışarıya halı satamayınca, İran’ın yerini Türkiye almaya çalıştı. Bunu biraz başardı da. Savaş bitince İran yeniden ipek piyasasını ele geçirdi.
[16] Aynı yılda Çalı’da yarım dönüm de mısır ekilmiştir. Köyde mısır ekiminin o yıl başladığını düşünebiliriz.
[17] Tütün kırma işi geceleri yapılırdı. Bunun için gece saat 12. 00’den önce tarlaya varılırdı. Kırım işi güneş doğmadanönce bitirilmeliydi. Güneş doğduktan sonra yapraklar sıcaktan buruşur, kırması, dizmesi zorlaşır ve tütünün kalitesi ve fiyatı düşerdi.
[18] Çalı halkının çevre köylerde büyük arazileri vardı. Bu verimli araziler, Tahtalı, Yaylacık, Fodra/Alaaddinbey ve Demirci hudutları içindeydi. Tütün ekmek için bu köylerden başka, Beşevler, Minareliçavuş, İhsaniye, Çayırköy, Göbelye/Yolçatı ve Doğanköy’den de arazi kiralayanlar olurdu.
[19] Ertesi yıl sağlık sorunlarım nedeniyle daireye taşınmak zorunda kaldım.
[20] Makyaj yapmak.
[21] Güvende adı güvenmekten gelmektedir. Genç kız, en güvendiği arkadaşını oyuna kaldırıp karşılıklı oynamaktadırlar. Bursa’nın en yaygın ve bilinen oyunlarından olan ve şehirde 90 yıl kadar önce oynanan “sekme” oyunu, düğünler, Hıdırellez ve dede ziyaretlerinde kadın ve genç kızlar tarafından oynanırdı. Günümüzde Çalı’da, bu oyunları bilen ve bazen oynayabilen yaşlı kadınların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bunlar bu oyunu en son 2013 yılında “Kadın Gözüyle Çalı” adlı televizyon programında oynayıp gösterdiler.
[22] Çalı Çevre ve Kültür Derneği, mayıs ayının başlarında Hıdırellez gününe yakın bir pazar günü, Çalık Halil’i Anma ve Keşkek Günü düzenlemektedir. Kazanlar dolusu keşkek pişirilip halka dağıtılmaktadır.
[23] Bu uzaklık at yarışları için çok uzun bir mesafedir. İngiliz atları kısa mesafede çok hızlı koşarlar. Arap atları ise uzun mesafede İngiliz atlarını geçerler. Zaten bütün bu atlar köyde arabaya, çifte ve yüke koşulan yarım kan atlardı.
[24] Burası kanallar açılmadan önce, Yoğacadere’nin bir sel sonucunda yatağını değiştirip derin bir yol açtığı yerdir. Şimdi de yol olarak kullanılmaktadır. Bu yolun iki yanı erguvan ağaçlarıyla doluydu. Şimdi bir tek erguvan kaldı. Yol biraz daha genişletilecek olursa o da yok olacak.
[25] Gelin, köyden değil de atla gidilebilecek çevre köylerdenbirinden olursa, köyün delikanlıları atlarına atlayıp hep birlikte komşu köye giderlerdi. Gelin arabası gelini almak için düğünevinin önüne geldiğinde gençler de evin önünde atlarının üzerinde bir sıra halinde, gelinin verilip verilmediğini anlamak için beklerlerdi. Gelinin verilmesinin işareti, doğacak çocuk için çeyize konması gereken bir küçük yastıktı. Yastık, atlanmış gençlere doğru atılırdı. Atı ve kendisi çevik ve güçlü olan genç, bunu havada kapardı. Yastığı kapan genç atını mahmuzlar, atını tarlalara sürer. Kaçış yoktur. Mücadele başlar. Atı, biniciliği ve kolu güçlü olan genç, yastığı kapar. Güvey, evinin önünde gelini beklemektedir. Genç, yastığı damadın önüne atar ve ödülünü alır. Sonra, diğer arkadaşları gelirler. Gelini beklerler. Buradaki olay, Orta Asya’da oynanan Buzkaşi/Bozkeçi oyununun köydeki uyarlaması gibidir.