Türklerin ve Bozkırın Kadim Tarihi Taşların Dili siyasetçiler için tarihi tahrif etmek çok kolay ve aynı zamanda önemli bir iş haline gelmiştir. Profesör Thomsen’in doğruluğu tartışılamaz beyannamesini bile dikkate almadan sanki hiç olmamış gibi davrandılar. Arkeolojik bulgulara göre, Altay’da ilk kabileler bundan iki yüz bin yıl önce ortaya çıkmıştı. Bu kabileler güneyden, Hindiçin tarafından gelmişti. Asya’nın en eski yerleşim bölgeleri de orada bulunmuştur. Bu yerleşkelerin tarihi yaklaşık olarak bir milyon yıla dayanmaktadır. Altay dağları kadim insanlar tarafından neden bu kadar seviliyordu? Sebep, tabiatın güzellikleri mi? Çok küçük ihtimal… Emniyetli oluşunu ve beslenme şartları açısından uygunluğunu ileri sürsek belki de daha doğru olur.
***
Her şey, son derece basit bir olayla başlamıştı. Çok sık görmeye alışık olmadığımız âlimlerden biri olan, arkeolog Aleksey Pavloviç Okladnikov, bir gün Gorno-Altaysk ilinde bir parkta dolaşıyordu. Küçük Ulalinka Nehri boyunca, patikada düşünceler içinde gezerken, nehir boyunca sağda solda dağılmış taşlardan biri gözüne çarptı. Taşı kaldırdı. İşte bu bir keşif idi. Bu an… Bu andan sonra her şey değişti. Okladnikov, bütün dünya tarafından tanınan bir âlim oldu. Bu taş, ilkel insanların kullandığı taştan bir alet idi! Bu keşif tesadüf değildi. Okladnikov, bütün hayatı ile bu keşfe kendisini hazırlamıştı. İlk çağ insanı, taştan kesici alet yapmak için, çakılın bir tarafını sivriltmişti. Nehir suları bir taşı bu şekilde sivriltemezdi. Bunu ancak insan yapabilirdi. Gerçek arkeolog binlerce taşın arasında tek olan o taşı mutlaka görür.
Okladnikov, Ulalinka Nehrinin yanındaki tepeye bir araştırma grubuyla geldi ve kazı işlerini başlattı. Her akşam bando çalınan şehirdeki bu bahçede, ilk insanların yaşadığı en eski yerleşim yerlerinden biri bulunmaktaydı. Hayretler içinde kalan insanların gözü önünde mağarayı açtılar.
Böylece Altay’daki ilk çağ insanının en eski yerleşim bölgesi bulunmuştu. Bu yere, yakınında akan Ulalinka Nehrinin adından dolayı, Ulalinka adı verildi. Daha sonra ilk çağ insanının Altay’ da yaşadığı diğer yerleşim bölgeleri de bulundu. Taştan yapılmış baltalar, bıçaklar, ok uçları, başka eşyalar ve eserler…
Altay artık meşhur olmuştu. Bütün dünya Altay’ın sesini duydu. Bazı arkeolojik buluntular o kadar nadir rastlanan cinstendi ki, gören pek çok âlimi bile şaşırtıyordu. Diğer yerleşim bölgelerinde rastlanan buluntulardan çok farklı idi. Meselâ, taştan yapılmış bıçaklar ve hançerler bir tıraş bıçağı kadar keskindi. Onlarla rahatlıkla tıraş olunabilirdi. Çağdaş insan bile bu kalitede taştan aletler yapamazdı. Çünkü bunların yapılması için de aletler ve tezgâhlar lâzımdı. Altaylılar ise, hiçbir alet ve tezgâh kullanmadan yapabilmişlerdi. Nasıl yapıyorlardı? Bunun açıklaması çok basittir. Gerçi, bu basit dehayı anlamak için arkeologlar fizikçilerden yardım istemiş ve birlikte deneme yapmışlardı. Bu sorunun cevabına birlikte ulaşmayı başardılar. Meğer Altaylı ustalar, ilk çağ insanlarının yaptığı gibi taşı diğer bir taşla işlemiyorlarmış. Altaylılar taşı ateş ve suyla işliyorlardı. Dolayısıyla onların yaptıkları aletler dünyada tek örnektir. Elbette, böyle ciddî bir işleme her taş dayanmazdı. Ancak bu işlem için çok nadir bulunabilen nefrit taşı (yeşim) kullanılabilirdi. Siyah damarlarıyla bu yeşilimsi mineral, yüksek dayanım özelliğine sahiptir. Altay’ da nefrit kaynakları mevcuttu. Altay sakinleri de bunu keşfetmiş ve kullanmıştı.
ALTAY’DAN İLK GÖÇ
Kadim Altay’daki mağara hayatı binlerce yıldır devam ediyordu. İnsanlar geçimini eskiden olduğu gibi avcılık ve balıkçılıkla sağlıyordu. Ama gene de sakin görünen bu hayatta bazı değişiklikler oluyordu: Meselâ arkeologlar metalden yapılmış eşyalara rastlamaya başladılar. Bu eşyalar bronzdandır, yani bakır ve kalayın karışımından. Demek ki, Kadim Altay’ da taş devri yerini bronz devrine bırakmıştır. Artık bronzdan yaptıkları baltalarla ağaç kesebiliyorlardı! Ağaç kesmek, sanki büyük bir iş mi diyebilirsiniz! Öncelikle tabiatın gücüne bağlılık sona ermiştir. İnsan mağaradan çıkmıştı! Artık kendisine ev yapabilirdi. Demek ki artık ağaçtan sıcak evler inşa etmeyi öğrenmişti. Bu ahşap evlere kuren adı veriliyordu.
Kuren özel bir ev tipidir. Bu evlerin penceresi, kapısı ve tahta kaplı zemini yoktu. Sadece duvarları ve çatısı vardı. Duvarlar dıştan toprak dolgu içine alınıyor veya yerin altına gömülüyordu. Kurenler yukarıdan sekizgen olarak görünüyordu. Kurenlerin girişi doğu yönünde idi. Bu asırlar boyunca sürecek bir Türk geleneğidir. Bildiğimiz kapı yerine deriden yapılmış bir perde asıyorlar, zemini de kuru ot veya samanla kaplıyorlardı.
Kurenlerin ortasında bir ocak bulunurdu. Dumanın çıkması ve ışığın girmesi için çatıda bir baca deliği açılıyordu. En soğuk havalarda, ayazlarda bile bu kurenler sıcaktı. Eski insanlar, kurenler inşa ederek, daha doğrusu yeni köyler inşa ederek, yavaş yavaş Altay vadilerine doğru açılıyorlardı. Tomruktan yapılmış evler şüphesiz Altaylıların ürünüdür. Bu keşif, ilk çağ insanlarını mağaralardan geniş dünyaya çıkartan büyük bir keşiftir. O çağlarda bazı kabileler Altay’dan kuzeye doğru, Ural’ a gitmişlerdi. Buraya geldiklerinde bilgilerini de getirmişlerdi. Ural’ da da aynı tarz kurenler inşa ediyorlardı. Ormanlarda ve nehir kıyılarında yeni köyler kurulmaya başlanmıştır. Bu izler bugüne kadar muhafaza edilmiştir. Altay evleriyle hemen hemen aynıdırlar. Ev eşyaları, çalışma aletleri ve diğer pek çok eşyalar da aynıdır.
Arkeologlar, Ural’ da o çağlardan kalan şehir izlerine de rastlamışlardır. Demek ki, Altay’da da buna benzer şehirler olmuştur. Kadim Altay şehirleri biliniyor. Ama bu şehirlerin hiç araştırılmadığını da büyük bir esefle belirtmek istiyoruz. Ama her şeye rağmen bu şehirler vardı! Bugüne kadar Ural’ da en iyi araştırılmış Arkaim şehrinin tarihi beş bin yıla uzanmaktadır.
Arkaim şehrinde metal işleme ustaları yaşıyordu. Arkaim şehrinin hemen hemen her avlusunda bir metal işleme ocağı vardı. Bu ocaklar gece gündüz sönmeden çalışıyordu. Ural sakinleri yaptıkları bu ürünleri Altay’ a götürüyorlardı. Altay’dan gelen kabileler Ural’da koloniler halinde yaşıyorlardı. Zamanla bir kısmı daha ileriye, iklimi yumuşak ve tabiatı zengin olan batıya gittiler. Hâlâ bir devlet olmayan, ama gelecekte kurulabilecek bir devletin halkını oluşturacak her koloni veya kabile, asırlar boyu kalacakları, yerleşime uygun yerler arıyordu. İnsanların hayat tarzları gibi, dilleri de asırlar boyunca değişikliklere uğruyordu. Çoğu jest ve mimikten oluşan basit konuşma tarzı ile anlaşmak çok zor oluyordu. Sesler dili zenginleştiriyordu, fakat bu dil, ancak aynı kabilede yaşayanlar tarafından anlaşılabiliyordu. Önceleri basit de olsa sadece aynı dili bilen insanlar, zamanla birbirlerini anlamaya başlamışlardır. Bir milletin oluşumu tahmin edilemeyecek kadar uzun bir süreçtir. Şüphesiz, her kabile bir millet oluşturamaz.
KADİM ALTAY’IN KEŞFİ
Altay ile ilişkisini kesmeyerek, ara sıra oraya, öz vatanına uğramayı ihmal etmeyen o Ural muhacirleri de belki Türk olarak adlandırılmışlardır. Zaten Altaylılar da öyle adlandırılmakta idi. Gene de bu fikir tartışılabilir. Arkaim, Sintaşt ve diğer Ural şehirleri şöhretin zirvesinde iken, Altay gölgede kalmıştı. İlk kahramanlar, sarp dağlardan ve yol vermez ormanlardan geçerek yollar açıyorlardı. Zapt olunamaz, ormanlarla kaplı dağlara tayga demişlerdi. Tanıdık bir kelime değil mi? Bugünlerde bu kelime hemen her yerde biliniyor. Ama bu kelimenin nereden geldiğini, nasıl ortaya çıktığını düşünenler çok az.
İlk göçmenler nasıl seyahat ederdi? Rastgele mi yol alınırdı? Kesinlikle hayır. Onlar, yolunu güneşe göre tespit ederlerdi. Gökyüzündeki yıldız haritasını okumayı öğrenmişlerdi. Çok iyi bildikleri nehirleri pusula gibi kullanarak, yollarını tespit ediyorlardı. Çünkü onlar, nehirlerin nerede doğduğunu ve nereye aktığını çok iyi biliyorlardı.
Kadim dönemlerde Altaylar’daki nehirlerin özel adlarının olmadığı ortadadır. Bilim adamlarının tahminlerine göre, önceleri bütün nehirler sadece “Katun” (hatun) diye bir kelime ile adlandırılmıştır. Sonra bu eski ad, Katun adı muhafaza edilerek, Altay’daki büyük ve önemli nehire, Katun Nehri’ne özel ad olarak verilmiştir. Beyaz karlı tepelerden başlayan diğer bir nehir ise, Biya diye adlandırılmıştır. Asırlara dayanan bu eski adlar coğrafî haritalarda ebedî izler bırakmıştır. Biya ve Katun nehirleri coşku ile dağlardan, vadilerden geçerek, Kuzey Buz Denizi’ ne kadar akan, başka bir büyük ve geniş nehirle, Ob Nehri’yle birleşmektedir.
Dikkat edilirse, bu adların hepsi, Türk kökenlidir! Biya ve Katun kelimelerinin Türk dilinde karşılığı “bey” ve “hatun” ; Ob kelimesi ise “nine” anlamına gelmektedir. Demek ki, dağların, nehirlerin ve göllerin adlarını, yani coğrafî adları inceleyerek, bir millet hakkında çok şey öğrenebiliriz. Bu da bir ilimdir. Bu bilim dalına Toponimi denilmektedir. Bu alandaki uzmanların sayısı bir elin parmaklarından biraz fazladır. Çünkü, bu alanda çalışan bir bilim adamının tarih, coğrafya, dil ve etnografya gibi ilimlerde derin bilgilere sahip olması gerekir. Hemen hemen her şeyi bilmek zorundadır.
Eduard Makaroviç Murzayev bir toponimi uzmanıdır. Murzayev’ in “Türk Coğrafya Adları” isimli kitabı, Altay’ın ve Avrasya’nın pek çok sırrını açıklamıştır. Bu kitabı okuduktan sonra, coğrafya atlasına başka bir gözle bakmaya başlıyorsunuz.
Meselâ, herkes tarafından bilinen Yenisey Nehri’nin adı çok şey ifade etmektedir. Bu nehrin kıyılarında Altaylılara ait çok eski, pek çok yerleşim bölgesi bulunmuştur. İlk Türklerin millet olarak tam buralarda göründüğüne dair rivayetler muhafaza edilmiştir. Türkler bu nehri, “Anasu” diye adlandırmışlardı. Bu da “Ana Su” demektir. Eski Türklerde nehir ile, başka bir deyişle, su kavramı ile çok şey ifade edilmektedir. Meselâ, yeni doğmuş bir bebeği nehrin buz gibi soğuk suyuna daldırıp çıkartıyorlardı. Bebek hâlâ yaşıyorsa sağlıklı demekti; değilse kimse fazla üzülmüyordu. Millet sağlığını buna borçluydu! Güçlü anlamına gelen “Türk” kelimesi buradan gelmiş olamaz mı?
Dünyanın en derin ve en temiz gölü Baykal’ın adı ile bu adın eski dildeki anlamı çoktan unutulmuştur. Kadim Türklerin dilinde bu gölün adının anlamı, “kutsal göl” idi ve insanlar ona gururla “Bay Göl” diyordu. Baykal dağlarından doğan nehir ise, her şeyini, eski adını da tarihini de kaybetmiştir. Bugün, bu nehrin adı Lena. Halbuki, bu nehrin eski adı İli idi, yani “doğulu”. İli Nehri kadim Altay’ın en doğusundaki nehir idi. Altay soyundan gelen bazı insanlar, zor günlerde evlerini bu nehrin kıyılarında yapmışlardı. Eski zamanlardan beri bu havzada Türk dilinde konuşmalar duyulmaktadır. Saha-Yakutistan’ın geniş toprakları bugün bilinen kadim Türk Dünyasının en gerçek ve nadir hazinelerinden biridir.
Kadim Altay, tam olarak Bay Göl’ den ve Saha-Yakutistan’ dan başlıyor ve uzaklara, yani batıya, Avrasya bozkırlarına kadar uzanıyordu. Toponimi, net ve doğru bir bilim dalıdır. Her milletin kendine has bir adlandırma üslubunun var olduğu anlaşılmaktadır. Meselâ, Türkler dağlara bir ad veriyordu, ama bu ad kötülüklere ve felâketlere yol açabilir diye telâffuz edilemiyordu. Dolayısıyla aynı dağın bazen iki, hatta üç adı olabilirdi… Dağların koruyucularına şirin gözükmek ve onların gözüne girmek için insanlar kurbanlar kesiyordu. Kadim Türkler, bazı dağların tepesinde obo mabetleri kuruyorlardı. Günahlarından arınmak için buraya kurbanlar getiriliyordu. Bazı Kadim Altay dağlarının adlarında “Obo” kelimesi de bulunuyor. Meselâ Obo-Ozı, Obo-Tu. Günahkâr kişi zirveye, günahının büyüklüğüne uygun ölçüde bir taş getirmek zorundaydı. Obo işte bu “af taşlarından” kuruluyordu. Kadim Türkler, dağları kutsallaştırıyor ve affı da buralardan umuyordu. Altaylılar her dağı değil, sadece kutsal dağları ziyaret ediyorlardı. Bir dağ nasıl kutsal sayılıyordu? Neden? Elbette, bugün bunu kimse hatırlamıyor. Üç tepeli Sümer Dağı her zaman için çok önemli olmuştu. Bu dağ, dünyanın, yani Meru’nun merkezidir. Burası Kadim Altay’ın en kutsal yeri idi. Kimse burada yüksek sesle konuşmazdı. Hiç kimse bu dağın etrafında ava çıkamazdı. Otlarını koparamazdı. Aksi günah sayılıyordu. Sonra daha başka kutsal zirveler olduğu da öğrenildi: Borus, Tanrı Han, Kaylas… Bayramlarda bu kutsal dağların eteklerinde binlerce insan bir araya geliyordu. Kadim Türkler senede bir defa Çam Bayramı yapıyorlardı. Çam Bayramı büyükler ve çocuklar için çok beklenen bir bayramdı. Bu gelenek de unutulmadı.
ÇAM BAYRAMI
Altay’ da çam ağacının her zaman esrar dolu bir güzelliğe sahip olduğu kabul edilmiştir. Çam ağacı eski zamanlardan beri Türklerde kutsal sayılıyordu. Bu ağacın eve girmesine izin veriyorlardı. Üç-dört bin yıl önceleri, yani insanların çok tanrılı dinlerin tanrılarına inandıkları çağlarda, Çam ağacını ululamak için bayramlar yapıyorlardı. Törenler tanrıların ve ruhların dinlenme mekânında yaşayan, Yersu’ ya ithaf ediliyordu. Yersu’nun yanında aksakallı Ülgen vardı. Ülgen, yeraltındaki altın çitli altın sarayında, altın bir tahtta oturuyor, gösterişli kırmızı bir kaftan giyiyordu. Güneş ve ay onun emri altındaydı. Çam bayramı kışın tam ortasında, 25 Aralıkta başlıyordu. Bu tarihte gün geceyi yeniyordu. İnsanlar Ülgen’e dua ediyor ve iade edilen güneş için teşekkür ediyorlardı. Dualarının kabul edilmesi için de, Ülgen’in çok sevdiği bir çam ağacını süslüyorlardı. Eve getirdikleri çam ağacının dallarına parlak renkli, kurdele benzeri bezler bağlıyorlar ve yanına da hediyeler yerleştiriyorlardı. İnsanlar güneşin karanlığı yenmesini kutluyor, bunun için bütün gece eğleniyorlar, “Koraçun, koraçun” diye naralar atıyorlardı. Bu bayramın adı Koraçun idi. Bu kelime, eski Türk dilinde “azalsın” anlamına gelmektedir. Gece azalsın, gün uzasın diye bağırıyorlardı. Çam ağacı “Ülgen’in ağacı” olarak adlandırılıyordu. Çam ağacı bir mızrak gibi Ülgen’e yukarıyı, yani doğru yolu gösteriyordu.
Rusça’daki “yölka” kelimesi “yol” yani Türkçe’ deki “yol” kelimesinden doğmuştur; Yölka Rusça’ da çam ağacı demektir. Aradan asırlar geçmesine rağmen bu eski bayram unutulmadı. Gerçi Ülgen’in adı değişti; Ded Moroz, Santa Klaus veya Noel Baba oldu. Ama onun bayramdaki rolü ve kıyafeti hiç değişmemiştir. Kaftan, şapka, kuşak ve keçeden yapılmış çizmeler, yani Ded Moroz’ un bütün kıyafeti Kadim Türklere ait.
Ülgen : İlk bakışta “ölen, ölgen” kelimelerini anımsatabilir. Ülgen’ in Yeraltı Tanrısı olması da “ölüm” kelimesini çağrıştırır. Ama “Ülgen” kelimesi “ülken, ülgen” yani “büyük” anlamına gelmektedir. Bazı çağdaş Türk lehçelerinde bu kelime hâlâ “büyük” anlamında kullanılmaktadır.
Ded Moroz : Rusça “Ayaz Ata” anlamına gelmektedir. mutluluğun simgeleridir. Kadim ressamlar eserlerinde insanların nasıl yaşadıklarını, neyi konuştuklarını ve neye ibadet ettiklerini, başka deyişle, hayatı yansıtmışlardır. Kaya üzerindeki resimlerin asıl sanat değeri budur. Çünkü sanat bir dildir. Bir milleti millet yapan da dildir.
Murad ADJİ “KIPÇAKLAR Türklerin ve Bozkırın Kadim Tarihi” 1999 Moskova
Alıntı Kaynağı: