Bu Yazıda - Konu İçi Ara Başlıklar
Bu konuda aşağıda görüşlerimi içeren yazıyı üç kez yazdım. Biri 2003, diğeri 2005 Ermeni Konferansı ve buna karşı yapılan bir dizi Konferanslar dönemi, sonuncusu 2015 yılında yeniden konferans çalışmaları sırasında. O yazıdan bir alıntı ile başlamak istiyorum.
“Malumunuz Ermeni soykırımı konusu bugünlerde ve yakın gelecekte Türkiye’nin başını hem AB, hem de ABD’de ağırtacağa benziyor. ABD’de bu güne kadar geçiştirilmiş olan bu konu, “24 Nisan”da Kongre’nin önüne tekrar getirileceğe benziyor. ABD yönetiminin bu işe nasıl bakacağı şimdilik muamma.”
2015’te muammaydı, şimdi dedi diyeceğini.
Önce ABD’nin “soykırım” tanımlamasından başlayayım.
Bu tanımlama, bir hümanist örgüt ya da uluslararası bir araştırma gurubu değil, bu alanda sabıkası hayli kabarık olan bir devlet tarafından yapılmaktadır.
Yüz yıldır bu tanımlamayı kullanamayan ABD’nin şimdi bu tanımlamayı kullanması siyasidir.
ABD’nin bu tavrını ve cesaretini oluşturan nedenini, tamamen bizim politikamıza, daha doğrusu politikasızlığımıza bağlıyorum.
Bu ayrı bir tartışma ve yazı konusu olmak üzere, bana göre özellikle dış politikada son birkaç yıldır, doğru politika üretemiyor olmamız, yaşadığımız zigzaglar, yalnızlaşmamız ve etki gücümüzü kaybetmemizin bir sonucu olarak görüyorum.
Ermeni meselesinde çok iddialı olmamakla birlikte bu konuda, içinde yabancı tarihçiler de dahil, en az 10 araştırma kitabı ve belki yüzlerce makale okudum. İçinde Ermeni dostlarımın da olduğu en az 50’ye yakın entelektüelle birebir ve toplu olarak tartışmalara da katıldım.
Bütün bunlardan sonra ben, 1071 yılında Romen Diojen’ e karşı Selçuklu’nun yanında yer alan Ermeni toplumunun, hem Selçuklu hem de Osmanlı döneminde halklar arası bir husumetin yaşandığını görmedim.
Ermeni halk ile Kürt ve Arap aşiretleri arasında çelişkilerin ortaya çıkması 93 harbi sonrasında kısmi yerel çatışmalara dönüşse de, yine de halklar arasındaki nefret şekline dönüşmediğini görmekteyiz.
Keza Osmanlı yönetimi ile olan ilişkilerde de.
Bu nedenle, “soykırım”dan çok, ilgili yüzyılda çarlık Rusya’sı, İngiltere; Sırbistan, Fransa’nın Balkanlarda, Kafkasya’da Müslüman-Türk etnik boşaltma uygulamalarına bakarak, Anadolu içinde “Ermeni tehciri”nin yaşandığı dönemlerde bir bakıma “etnik boşaltma” olduğu söylemek olası.
Ne var ki, süreci yani zaman ve mekan kavramlarını ve çaresizlikleri bir yana bırakarak tartışırsak, tabi ki birçok teori üretebilirsiniz. Bu teorilerin biri Ermeni Mezalimi veya yumuşatılarak “onlar bizden daha çok öldürdü”, diğer yanı Ermeni diasporasının dediği “soykırım” çıkıyor karşımıza.
Ben, yukarıdaki araştırmalardan yola çıkarak, “Ermeni soykırımı” olduğuna inananlardan biri değilim. Ancak, bunu o yüzyıla ait “etnik boşaltma” ve savaş koşullarının sonuçları olarak görüyorum.
Yukarıdaki “ancak”la başlayan cümledeki dikkat edilecek kelime ‘o yüzyıla ait” tanımlamasıdır.
Çünkü, tarihsel olaylar zaman ve mekan kavramlarıyla birlikte ele alınır.
Bu değerlendirmeye altyapı oluşturmak ve tehcir kararının alındığı dönemin şartlarını belirlemek için sürecin özgünlüğünü birkaç maddede ele almak istiyorum.
Sırasıyla;
İttihat ve Teraki partisinin siyasal şekillenişini bugünün partileriyle özdeştirmemek gerekir. İT’nin özgün bir durumu vardır. Bu özgün durum ülkenin kaybedilen Batısı’yla ilgilidir.
İT, Makedonya ve Selanik’te oluşmuş, muhalif ve reformist bir harekettir. Selanik’in Yunan Krallığı’na geçişi, Makedonya’nın düşmesi ve 1860 lardan başlayan ve 1912 kadar giden dönemde, Balkanlardan 5.5 milyon Türk-Müslümanın Anadolu’ya göçü ve bu süre içinde yaklaşık 1 milyonunun ölmüş/öldürülmüş olması, bu siyasal yapının şekillenmesini sağlamıştır.
Hareketin ana siyasal kadroları bir anlamda ‘kayıp toprakların göçmen çocukları‘dır. Ve bütün refleksleri, gelişmeleri algılayışları; Anadoluda ikinci bir Makedonya-Balkan örneğinin yaşanmaması üzerine kuruludur.
Diğer taraftan ülkenin doğusunda da aynı gelişmeler yaşanmaktaydı. 93 Osmanlı Rus harbinden başlamak üzere, yurdundan Anadolu’ya sürülen 2 milyon Müslüman Çerkez ve Gürcü göçü yaşanmış, bu göç sırasında 500 bin Çerkez ölmüştü.
Bu nedenle, İttihat ve Terakki iktidarı, Anadolu’da yaşayan ve kendince düşman devlete eğilim gösteren etnik nüfusa karşı özel tedirginlik taşımışlardır.
Çağ, uluslaşma ve ulusal devlet olma çağıdır. İttihat ve Terakki’de İmparatorluğun elinde kalan Anadolu topraklarında bir “ulus-devlet” modeline yönelme eğilimindedir. Bu da Türk Ulusu için, meşru bir haktır. Ermeni Milliyetçileri de batıdaki duruma -Makedonya, Bulgaristan, Yunanistan gibi Rus devletinin yardımlarıyla kopmuş kralıklara- bakıp, bağımsız ulus-devlet kurma mücadelesine soyunmuşlardır.
Nitekim Çarlık Rusya’sı kendi ülkesinde özerk Ermenistan kurulmasını onaylamış ve İngiltere ile birlikte Anadolu topraklarında Bağımsız bir Ermenistan kurulması konusunda anlaşmışlardı.
Ancak Rusya’da gerçekleşen Ekim Devriminden sonra, Rusya’nın 1. Dünya Savaşından çekilmesi üzerine, İngilizler Ermenilerin “Batı Ermenistan” olarak adlandırdığı Doğu Anadolu ve Kafkasya’da savaştan sonra Bağımsız Ermenistan’a kuracaklarına yönelik vaatlerine devam etti.
Dünyada ilk büyük emperyalist savaş vardı ve Osmanlı da 1. Dünya Savaşı denilen bu savaşın içindeydi.
O tarihte, Osmanlı ordusunun bir tanesi Batı’da Çanakkale’de, ikincisi Erzurum, Kars, Ardahan ve Kafkasya’da, üçüncüsü Suveyş kanalı ve Filistin’de savaşmaktadır.
Bu üç cepheyi bir üçgenle birleştirdiğinizde, savaş cephelerine yapılacak olan ikmal ve idare işini daha rahat anlayabiliriz. Osmanlı’nın deniz yolları kapalıdır. Rus donanması Karadeniz’i, İtilaf devletleri donanması da Akdeniz’i tutmuş, herhangi bir şekilde denizden ikmal şansı yoktur. İkmali yapabileceği, bu üçgenin içerisinde ise, Ermeni nüfusu vardır. Doğu’da Ermeni milliyetçi örgütleri (Taşnak, Armenakan, Hınçak partileri ve savaş boyunca toplam 200 bine yakın, başta Rusya olmak üzere İtilaf Devletleri ordularında katılan Ermeni milisleri vardır.) Ermeni örgütleri ve milisleri Ruslar’la birlikte işgale yardımcı oluyor, telgraf tellerini, ikmal yollarını sabotaja uğratıyor, işgalci Fransızlar’a destek veriyordu.
Ayrıca Van’da, Elazığ’da, Adana’da, Zeytun’da, Adapazarın’da Ermeni isyanları vardı.
Hatta tehcir öncesinde Hırıstiyan Ermeni Patrik’i başta olmak İstanbul’daki Ermeni Tüccarlar, Taşnak ve Hınçak örgütlerini ikaz eden bir bildiri ile uyarıyorlardı; “bu tür hareketler devam ederse, hükümet tarafından sert tedbirler uygulanacaktır” diye.
Bu örgütler ise, Çarlık Rusya’sı ve itilaf devletleri desteği ile devlet kurma savaşımı veriyor ve doğal olarak Ermeni halkından da destek görüyorlardı.
O günün siyasal, sosyal ve psikolojik şartları böyleydi.
Dünya tarihine baktığımızda bu şartlarda; adı ve siyasal rejimi ne olursa olsun, herhangi bir devletin, savaş halinde olup, işgalci devleti destekleyen bir iç gücü yerinde tutması pek olası değildir.
Bunun örneğini bulmak imkansızdır.
Hele Osmanlı Devleti açısından, o tarih ve şartlarda olup, üç cephede savaşırken, ve de koca imparatorluk çökmeye başlamışken ve elinde işgal edilmeye çalışılan sadece Anadolu parçası kalmışken.
Nitekim, Osmanlı Hükümeti de, bu konuda tarihinin en büyük ve ileride hem kararı alanların hem de yerine kurulan genç Cumhuriyetin en zorlanacağı, bu önemli kararı aldı.
24 Nisan 1915’te, önce Ermeni partilerini yasaklandı. İdeolojik önderlik yapan 250’ye yakın Ermeni Aydını tutuklandı. Ardından Ermeni nüfusunun büyük bölümünün Anadolu içinden Suriye’ye sürülmesine karar verdi.
O günkü şartlar düşünüldüğünde, “kontrol ve tehcir” tedbir olarak çözümdü. Osmanlı hükümeti de bu konuda haklıydı. Yapacağı fazla bir şey kalmamıştı.
Tabii bütün bu tehcir, ayaklanma vb. olaylardan bahsederken herhangi bir tarih diliminden değil, Osmanlı’nın ülkesini işgal etmek isteyenlere karşı birçok cephede savaştığı, Türkler’in de Ermeniler’in de ulus devlet kurmak için mücadele ettiği ve dünyada ulus devletlerin kurulduğu, 19. yüzyıldan bahsediyoruz.
Hem de Türkler açısından son kalan 4 çok uluslu feodal imparatorluğun parçalanmaya başladığı bir çağdan, üstelik 1.Dünya Savaşı’nın yaşandığı bir çağdan bahsediyoruz. Bu özellik kavranmadan, ne Emperyalizm, ne Dünya paylaşım savaşı, ne Osmanlı, ne Ermeni sorunu, ne de ulus devletin anlaşılması mümkün değildir.
Ancak sorun bundan sonrasına ilişkindir. Tehcir sürecinde yaşananlar ve sonrasındaki vurdumduymaz mantık, ülkeyi bugünkü diplomatik açmaza getirmiştir. Sorunumuz bununla ilgilidir.
Evet haklı olarak tehcir kararı alan Osmanlı Hükümeti, tehcirin doğru olarak yapılıp yapılmadığı konusunda ise tam bir zaaf içine düştü.
Sürgün’ü yönetmekle ve gidenleri korumakla görevli Osmanlı ordusu yanında çeşitli milis örgütlenmelerden de yardım alındı.
Bunların en önemlilerinden biri, 1890 yılında, Sultan II. Abdülhamid tarafından seçme Kürt aşiretlerinden kurulan düzensiz bir milis gücü olan Hamidiye alayları vardı.
Bu milis alaylar, İttihat ve Terakki’nin siyaset sahnesine hâkim olduğu dönemde içine Arap aşiretlerinin de katıldığı Aşiret Hafif Süvari Alayları olarak ismi değiştirildi. 1915 tehcirinde güvenlik olarak bu güçlerde yer almıştı.
Nitekim, Talat Paşa’nın deyimiyle, sürgün doğru ve kontrollü olarak yönetilemedi. O güne kadar, Ermeni ayaklanmaları ve baskınlarda 250 bine yakın Müslüman Türk öldürülmüştü.
Bu milis alayları ve geçilen bölgelerdeki çeşitli aşiret yapıları, intikam amacıyla sürgün sırasında çok saldırı gerçekleştirdi. Bu duruma göz yuman subaylar oldu.
Ve tehcir sırasında da 350 bine yakın Ermeni ölmüştü. Bunun bir kısmı saldırılar dolayısıyla, bir kısmı hastalıklardandı.
Bunu hem Osmanlı Payitahtı, hem de hükümet olan İttihat Ve Terakki partisi de kabul ediyordu.
Talat Paşa, İT’nin 1 Kasım 1918 Cuma günkü son kongresinde yaptığı konuşmada konuya ilişkin şöyle diyor:
“Ben fenalıkları inkar edecek değilim. Büyük harp esnasında hareket serbestisini bozan, cephenin arkasında isyanlar çıkaran, Ermeni köylerinden yardım ve himaye gören Ermeni çeteleri vardı. Tehcir çaresizdi. Fakat her yerde intizamlı bir şekilde kalındığını ve zaruretin icaplarının dışına çıkılmadığını söyleyecek değilim. İstemediğimiz kötülükler oldu. Bir takım memurlar haddinden ziyade, zulüm ve şiddet göstermişler, bir hayli masum haksızca kurban olmuştur. Arada hiçbir menfaat ve düşmanlık hissine kapılmadan, sırf memlekete hizmet iddiasıyla zulümler irtikap edenler vardı. Havsaları dar, fikirleri mahdut, taassup hislerinin baskısı altında bulunan bu gibiler çoktu. Bütün bunlara soruşturma açmak gerekirdi. Ama tüm mesuliyeti üstüme alarak, her türlü tahkikatı harp sonuna bıraktım. (…) Ancak, Ordularımız yenilmiştir, iktidarda kalmamız mümkün değildir.“(Aktaran: Tarık Zafer Tunaya. Siyasi partiler tarihi)
Nitekim, bu konuda Osmanlı mahkemeleri dava açtı. Belgelere göre, 1915 ve 1916’da sürgünü yönetmekle görevlilerden 1.673 kişi Ermenilere karşı suç işledikleri için tutuklandı ve Osmanlı askerî mahkemeleri tarafından yargılandı. Bunlardan 67’si ölüm cezasına çarptırılarak idam edildi, 524’ü kişi de çeşitli suçlardan dolayı hapis cezası aldı. Ayrıca 68 kişi ağır işlerde çalışmaya mahkûm edildi.
Ermeni sorunu ve iddialar konusunda Türkiye’nin tek muhatap alacağı yer, diaspora, Fransa, ABD falan değil, sadece Ermenistan devletidir.
Nitekim 2009’da tarihçilerden oluşan ortak bir araştırma komisyonu kurulsun, tüm arşivlerin incelenmesi konusunda bir mutabakat imzalanmıştı, ama Ermenistan’daki radikallerin itirazı üzerine, Ermenistan Anayasa Mahkemesi bu anlaşmayı iptal etti.
Bu, benim tezim her koşulda doğrudur, karşı tezi dinlemem, ben “soykırım” dediğime göre, görüşmenin şartı budur demektir ki, bunu Türkiye’nin kabul etmesi imkansızdır.
Bu aşamadan sonra, “kim daha çok katletti “ araştırmasını yapmanın bir anlamı kalmamıştır. Çünkü taraflar, zaten karşı tarafın söylemine ve bilgisine itibar etmemektedir. Bu tip yaklaşımlar sadece iç politika malzemesidir, çok kullanıldığında tehlikeli gelişmeler yaratır. Bu emperyalistlerin, sürekli savaş ve gerilim isteyenlerin işidir.
Çünkü Halklar arasında geçmişin acılarını kanırtmak, gelecek için de doğru değildir.
Bu bir intikam değil, tarihsel araştırma konusudur, araştırma ise, ya tarihçilere bırakılır, ya da dostça el sıkışıp tarihin tozlu raflarına…
Bana göre önümüzde iki yol var
Birincisi; yukarıda ABD Başkanı’nın soykırım demesi üzerine yazdığım gerekçedir. Neydi o; yüz yıldır bu tanımlamayı kullanamayan ABD’nin şimdi bu tanımlamayı kullanmasının “siyasi” olduğuydu.
ABD’nin bu tavrının, tamamen bizim politikamıza, daha doğrusu politikasızlığımıza bağlı olduğuydu. Özellikle dış politikada son birkaç yıldır, doğru politika üretemiyor olmamız, yaşadığımız zigzaglar, yalnızlaşmamız ve etki gücümüzü kaybetmemizin bir sonucu olduğuydu.
Yani bu tip siyasi tanımlamalar, güç, denge ve doğru politikalarla engellenir, haklar korunur.
Diplomasinin, uluslararası ilişkilerin sadece iktidardaki bir partinin konusu olmadığını, tüm siyasi yapıların görüş ve önerileri alınarak yapılması gerektiğini, dış politikanın dar ideolojik saiklerle yapılmayacağını çözdüğümüz an, haklarımızı korumayı başarmışız demektir.
Bu model, bugünkü dünya dengeleri açısından ehvenişer ve becerilebilir bir yoldur.
***
İkincisi; Tüm bu Savlar, 1915 yılına Osmanlı Devleti’ne aittir. Hatta maceraperest İttihat ve Terakki partisine aittir. İT, 1918’de İktidardan düşmüş ve Osmanlı payitahtı da 1920’lerde ülkeden İngiliz gemilerine binerek kaçmıştır. 1923’te ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Dolayısıyla hangi ulus devlet, çok uluslu feodal imparatorlukların ve krallıkların yaptığı uygulamaların hesabını vermiştir. Genç Cumhuriyet “Lozan’da uluslararası güçlerle anlaşmaya oturmuş, azınlıklar sorunu çözülmüştür. “ şeklinde devrimci bir bakıştır. Bu da zamanında Mustafa Kemal’in uyguladığı modeldir.
…
Tarihteki bu meseleler, bir intikam değil, tarihsel araştırma konusudur.
Araştırmalar ise, ya tarihçilere bırakılır, ya da dostça el sıkışıp tarihin tozlu raflarına…
* Kaynak: https://www.16haber.com/tehcir-soykirim-ve-abd-makale,514.html