Quantcast
Tulipmania ya da Tulip-Coin (Lale-Coin)1 – Lale’nin Hikayesi – Belgesel Tarih

Özdenbekir KARAKAŞ
Özdenbekir  KARAKAŞ
Tulipmania ya da Tulip-Coin (Lale-Coin)1 – Lale’nin Hikayesi
  • 03 Ekim 2022 Pazartesi
  • +
  • -
  • Özdenbekir KARAKAŞ /

Loading

Nisan ayı, İstanbul parklarında baharı müjdeleyen laleler, rengârenk. Osmanlı ile lale ile tanışan Konstantinopolis’in simgesi Bizans dönemi boyunca Erguvan olmuştu. Erguvan rengi de İstanbul’a yakışıyordu. Japonya da Sakura çiçeklerinin açılması gibi, İstanbul’da da Erguvan ağaçları çiçeklendiğinde dünya kentlerinin kraliçesi erguvani bir renge bürünüyordu. Hâlâ da öyledir ama Osmanlı’nın İstanbul’a getirdiği bu uzun boyunlu ipeksi görünüşlü lale yepyeni bir kültür oluşturdu. Hatta Osmanlı döneminin en şatafatlı bir o kadar hazin döneminin adı da oldu. Toplumsal ve yönetim olarak birçok değişimlerinin yaşandığı dönem, safahat ve sefaletin adı olmuştur.

Yıllar sonra Neo-Osmanlıcılık bayraktarlarında İstanbul yerel yönetimleri de aynı lale döneminin hesapsızlığı gibi yıllar yaşatmıştı. Lale üzerinden dönen bayağı büyük yolsuzluk günlerce medyada yazılmış, çizilmiş peşinde her şeyde olduğu gibi unutulup gitmiştir.

Nisanın bu güzel günlerinde birçok klasik lale yazıları yazılmaktadır. Bu artık cemre düştü haberleri gibi gelenek haline gelmiştir. Bizde geleneksel ezberlerden bahsedip, sonra Kanuni döneminde Hollanda’ya giden lale soğanlarından bahsedeceğiz. Hatta tarih profesörü bir büyük üstat gibi Hollandalılar laleden yemek yaptılar diye müthiş dikkat çekici cümlelerde kurmak zorunda kalacağız.

Lale adı nereden geliyor? Mitolojisi nasıldır? Gibi sorularla beraber bu yazının asıl konusu, bugün herkesin hayatına bir şekilde dokunan COIN (Dijital Para). Lale soğanı 16. Yüzyıl Avrupası’nın ilk Bit-Coin denemesidir. Evet, bu COIN bugünkü fiziki paraya bir alternatif ise, Lale soğanı da o dönemde aynı işlevi görmüştür. Daha ilkel bir şekilde de olsa aynıdır. Hatta birçok farklı bitkininde bu yeni pazarda arz-ı endam etmesinin de yolunu açmıştır. Bunlardan en önemlisi Hollanda’daki Lalecoin’den sonda sonra İngiltere de Orkidecoin benzeri bir olay yaşanmıştır.

Kısa bir klasik lale yazısına girizgâh yapalım;

Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi ve Türk kültürünün Anadolu’da yayılması, lalenin de bu topraklara gelmesini sağlamıştır. Selçuklu Devleti’nden kalma eserlerde kullanılan motiflerdeki lale figürleri bunu kanıtlar niteliktedir. Lalenin ilk olarak Orta Asya’da yer alan Pamir Dağları’nda görüldüğünü belirtmektedir. Akdeniz kıyıları, Japonya, İran gibi pek çok yerde yetişen yabani laleler bulunmakla birlikte ilk yayıldığı bölge Trans-Kafkasya’dan Anadolu’ya doğrudur. O dönemde ticaretin en canlı rotası olan İpek Yolu’nda lale soğanlarının da ticaretinin yapıldığı bilinmektedir.

Lale, Romalılar ve Bizanslılar döneminde tanınmayan bir bitkidir. Bu döneme ait paralar, abideler ve eşyalar üzerinde motiflerine rastlanmamaktadır. Orta Asya’dan batıya göç eden kavimlerin beraberinde getirdiği bir değer olarak ortaya çıkmaktadır. Osmanlılar kadar olmasa da Selçuklular da laleyi kullanmışlardır.

Tarih boyunca laleye en çok değerin verildiği dönem Osmanlı İmparatorluğu zamanıdır. 1453’te İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, şehirde yeni kurulan park ve bahçelere lale dikilmesi konusunda emir vermiştir. Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise lale soğanları incelenerek araştırmalar yapılmış ve melezleme ya da seçme yöntemleriyle yeni türler geliştirilip çoğaltılmıştır. Bunlardan en meşhuru ilk profesyonel lale yetiştiricisi Şeyhülislam Ebusuud Efendinin yetiştirdiği “Lale-i Rumi” ve “Nur-ı adn” (Cennet nuru) adı verilen türüdür.

Osmanlı da tezhip sanatı, çini, ebru sanatı, kaftanlar, mintanlar, yazmalar, altınlar, gümüşler, ahşaplar hep lale ile içiçedir. Lale türlerine zarif isimler vermek, laleyi şiire, sanata katmak, lale üzerine sohbetler tertip etmek hatta ”Lale Devri” denen bir zamanı yaşamış olmak Osmanlı’nın lale ile ilişkisini göstermektedir.Lale sözcüğü Farsçadan Türkçeye geçmiş bir sözcük olup “kırmızı” anlamında kullanılmıştır. “Lale” adı, Türkçeye Farsçada “gelincik” ya da “Anemon” anlamına gelen لاله (lāle) kelimesinden geçmiştir ki bu kelimenin de kökeni Eski Farsçada “kırmızı şey” anlamına gelen “alālag” sözcüğüdür. Farsçada ve Osmanlıcada kırmızı anlamına gelen “lâl” kelimesi de aynı kökten gelmektedir Burada, parlak kırmızı renkte değerli bir taş olan “lal” taşına bir gönderme söz konusudur. Lalenin batı dillerindeki karşılığı “Tulip”, “Tulipe” ya da “Tulpe”dir. Bu ismin ortaya çıkması konusundaki en yaygın görüş ise Kanuni Sultan Süleyman döneminde laleye “tulipan” denilmesi ve o dönem Avusturya elçisi olan Busbecq’in İstanbul’la ilgili yazdığı hatıralarında bu ismi kullanmasından kaynaklanmaktadır.

Lale kelimesi Arap alfabesinde ”lam, elif, lam ve he” ile yazılır. Allah(cc) lafzının yazılışı da aynı harflerledir. Lalenin Ebcet değeri Allah(cc) lafzı ile aynıdır.

Baharın müjdecilerinden olan ve ilkbaharda renk renk çiçekler açan lale, özellikle Türkler için hayat ve bereket simgesi halini almıştır.

Her çiçekte olduğu gibi Lale içinde insanlar renklerine göre anlamlar yüklemişlerdir. Kırmızı lale, Ferhat ile Şirin’in aşkında geçen laledir. Ferhat’ın, Şirin için döktüğü her gözyaşı kırmızı laleye dönüşerek, “senin aşkın için bu kırmızı lale gibi yanıyorum” anlamını taşımaktadır. Mavi laleler, barış ve huzuru simgelerler. Beyaz lale, saf ve masumiyeti, af dileme anlamı taşır. Mor renkli lale asilliği simgeler. Normalde sarıçiçek ayrılıktır gibi anlamlar ortaya çıksa da, sarı laleler renginden dolayı, güneşi, enerjiyi, umudu ve neşeyi simgelemektedir. Turuncu lale anlamı ise, sıcaklık, mutluluk, hayranlık gibi anlamlar taşımaktadır. Tam bir enerji rengi olan turuncu, lale ile bütünleşince, daha neşeli, daha dinamik bir his ortaya çıkartmaktadır. Lale çiçeğinin bütün renkleri güzeldir. Fakat genellikle tercih edilen renk; kırmızı, kadifemsi dokulu ve tam olarak aşkı simgeleyen laledir.

Lalenin İslam tasavvuf açısından anlamı;

Gerçek lâlelerin hepsinde renkli altı yaprak bulunur. Bu ise imanın altı nurunun libasına bürünen dervişin iman ve ihsan potasında erimesi ve daha sonra bu nurun şualarıyla derinden bir yanışa gark olmasının da bir simgesidir.

Lâlenin renkli yapraklarının yukarıya doğru olması da tıpkı bir dervişin dua edişindeki edayı andırır. Zira derviş bu hâl ile sırat-ı müstakim üzere olmayı murat etmiş ve ifrat-tefrit noktalarını törpüleyerek hakikate, yani istikâmete ermiştir Ve tıpkı lâlenin derûnundaki siyahlığı göstermemesi gibi o da içinde yaşadığı yanış halini gizlemiş ve kendine her nazar edene o güzel rengini sunarak ona ferahlık vermiştir. Nitekim lâlenin en revaç bulduğu dönemlerden biri olan Osmanlılar zamanında ona, “ferâhâver (ferahlık veren)” denmiştir. İşte bu vasıflarla vasıflanan derviş de tıpkı lâlenin bu adını alarak etrafına letafet ve zarafet saçmış, gönüllere ab-ı hayat sunmuştur.

Ayrıca tasavvuf geleneğinde, “İnsan-ı Kamil” yani “Efendi” kelimesi, Arap harfleri arasında “Elif” harfi ile ifade edilmektedir. Botanikte de, tek dallı bir çiçek olması, gövde kısmının dimdik olması, soğanının dallanmayıp tek bir sap üzerinde bir çiçek vermesinden ötürü lale çiçeği ile Elif harfi arasında bir ilişki bulunmaktadır.

Bir devre adını veren bu güzel bitkiler için, Osmanlı İmparatorluğu zamanında zanaatkârlar tarafından “laledan” denilen vazolar yapılmıştır. Bu vazolar altın, gümüş, porselen ya da camdan, ağız kısmı dar, altı genellikle geniş, uzun vazolardır. Günümüzde bu vazoların örneklerine müzelerde rastlamak mümkündür.

12.Yüzyıldan itibaren Anadolu’da yapılan mimari eserlerde ve çinilerde lâle motifi değişik renklerde ve sık sık kullanılmıştır. Lâle motifleri ile dikkat çeken bir mimari eser de, II. Selim’in emriyle Mimar Sinan tarafından Edirne’de yaptırılan ve yapımı 1568-1575 yılları arasında tamamlanan Selimiye Camii’dir.

Mitolojide lale çiçeği, güneş ve bitki tanrısı Adonis’in can verdiği sırada akan kanlarıyla sulanan toprakta yerleşen bitkidir. Adonis, İbranicede “efendi” anlamına gelen Tammuz (Türkçe Temmuz) adının karşılığıdır. İran mitolojisine göre ise bir yaprağın üzerindeki çiğ tanesine yıldırım düşmüş ve alev alan yaprak o haliyle donup kalarak laleye dönüşmüştür. Göbeğindeki siyahlık da yıldırımdan arta kalan yanık izidir. O günden sonra lale, rengi ve şekliyle şairlerin ilgisini çekerek sevgilinin yanağına, şarap dolu kadehe, muma, yaraya vb. benzetilip durmuştur.

Ters Lale, (Ağlayan Gelin, Ağlayan Lale, Kejan Lalesi, Kerbela Lalesi) Hakkâri’de ve yakınlarında yetişen ters lale aslında çok özel bir çiçek. Bölge halkı ondan Ağlayan Gelin olarak bahsediyor. Çünkü bir gelin kadar güzel ve boynu eğik hali ile de son derece üzgün. O zamanlarda Hakkâri Bölgesi‘nde yaşayan Asurilerde her sabah göbeğinden su yaydığı için ona ‘Ağlayan lale’ ismini takıyor. Bu sebeple de onu kutsal sayıyorlar. Belki de bu sebeptendir “Ters Lale” günümüzde de son derece değerli ve koruma altına alınmış durumdadır. Her ne kadar hüzünlü bir mizacı olsa da çiçeğin adı dinsel bir temele dayanıyor. Üstelik yalnızca tek bir dine değil.

19.yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı topraklarına özgü bir çiçek olma özelliğini koruyan Ters lale, Anadolu coğrafyasına ait endemik bir türdür. Bu çiçeğe dair anlatılan ilk hikâye Hristiyanlık ile ilgili. Bu hikâyede anlatılana göre Hz. İsa çarmıha gerilmeye giderken geçtiği yoldaki tüm çiçekler saygı ve üzüntüyle eğilir, bir tek Ters Lale boyun eğmez ve mağrurluğunu korur. Fakat İsa’nın ona bakışlarından ve ardından çarmıha gerilmesinden son derece etkilenen bu çiçek, üzüntü ve utançtan boynunu eğer ve ağlamaya başlar. Hikâyenin başka bir anlatımında ise İsa’nın çarmıha gerileceği anı izleyen Hz. Meryem’in gözyaşlarının düştüğü yerde Ters Lale yetişmeye başlar. Bu hikâyeden ötürü bu çiçek Hristiyan âleminde kutsal sayılmaktadır.

Çiçeğin bir diğer hikâyesi de Müslümanlar tarafından anlatılıyor. Bu hikâyeye göre Kerbela’da katledilen Hz. Hasan ve Hüseyin’in anısına yetişmektedir. Anadolu topraklarında yaşanan hüznü temsil etmektedir.

Lale’ye dair anlatılan romantik bir hikâye de var ki kendisi Ferhat ve Şirin’e aittir. Bu hikâyeye göre, Şirin’in aşkından kendini çöllere vuran Ferhat, aşkı uğruna gözyaşları içinde yol almaktadır. Her döktüğü gözyaşı damlası, çöle düştüğünde kırmızı laleye dönüşürmüştür.

Lale der ki: Ey Allah’ım benim boynum neden eğri?
Y
ardan ayrı düştüm gayrı, benden ala çiçek var mı?
Âşık Veysel

Ey Gönül! Canına üflenen nefhayla yan da kavrul!
Amma lâle gibi ol ki, hâlinden sadece yâr haberdar olsun.
Mevlana Celaleddin-i Rumi

(Lale) bir kimlik, bir ruh şahsiyetidir ki Selçukoğulları ve Osmanoğulları’nın naz ile büyüttükleri taze eda içinde yaşar. Öyle ki Ebülfeth Mehmet Han zamanında Manisa’da serpilip yetişmiş, Kanuni Süleyman Şah asrında İstanbul bahçelerinde süslenip güzelleşmişti.

Yazık ki şimdilerde en renkli elbiselerini Felemenk diyarında kuşanmış bir gelin misali vatanına hasret çekiyor, ağlıyor, belki hıçkırıyor. İçinde siyaha çalan koyu mor bir hüzün saklayan bu çiçek bahçelerde açtığı vakit Felemenk diyarındaki laleler –ki onlar bu vatanın evden kaçırılmış kızlarıdır- kimliğini yeniden hatırlayacak. Ve onlar, taa Sadabat bahçelerindeki mütevazı evlerine dönesiye kadar, her baharda, bu çiçek gibi bir özel çiçeği yetiştirmek için çırpınıp duracağım ben. Tıpkı “Nur-ı adn” (Cennet nuru) adıyla ilk değişik laleyi üreten Ebusuud Efendi gibi, tıpkı sayfa sayfa lale desenlerini boyayıp bir külliyat hazırlayan tabip Mehmet Aşıkî Efendi gibi, tıpkı “Netâyicü’l-ezhâr (Çiçeklerin Neticeleri)” isimli kitabın yazarı Cerrahpaşa Camii imamı Ahmet Ubeydi oğlu Mehmet Efendi gibi… Ve daha adıyla sanıyla belki iki yüz kadar şükûfeci gibi…

(…)Ve elbette lale Doğuludur, Hıristiyanlık kadar, Musevilik kadar, İslamiyet kadar doğuludur yani… Lale utangaçtır, taze bir gelin kadar, iltifat görmüş bir nazenin kadar utangaç… Lale altı yaprağıyla hercayidir, batılar ve kuzeyler kadar, alt veya üstler kadar… Lale sabr-u sebatın, ölümden sonra dirilmenin adıdır, ekim mevsiminde ekilip nisan mevsiminde açacak kadar…
İskender Pala, Katre-i Matem

Kısa bir girizgâh yazısı yazacaktım. Lale gibi bir çiçeği kısaca anlatabilmeyi ancak bu kadar başarabiliyorum. Zaten beni takip edenler bilirler, en büyük sıkıntım kısa bir şey yazmaktır. Bir türlü beceremedim, bir iki cümle ile meramı mı anlatabilmeyi. Lale’nin hatırına bu kusurumu mazur görmenizi dilerim.

Gelelim şu Hollanda da patlayan sonra Avrupa’yı kasıp kavuran Tulipmania (Lale çılgınlığına) ya da benim ifademle Tulip-Coin (Lale-Coin) olayına; (Bu yazıda kısa bir giriş olarak yazacağımız Avrupa’ya gidişi macerasını TULIPMANIA YA DA TULIP-COIN (LALE-COIN) 2 yazımızda detaylı olarak okuyabilirsiniz.)

Lalenin Avrupa Macerası

1554-1562 yılları arasında Avusturya elçisi olarak Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Ogier Ghiselin de Busbecq Viyana’ya dönerken birçok bitkinin yanı sıra lale soğanlarını da yanında götürmüştür. Busbecq, bu soğanları imparatorluk bahçeleri sorumlusu arkadaşı Carolus Clusius’e verip, Türklerin yetiştirdiği laleleri ona anlatmış, Clusius, Busbecq’in getirdiği soğanlarla Avusturya’da lale üretmeye başlamıştır. Clusius, 1593’te ülkesi Hollanda’ya dönerken lale soğanlarını da beraberinde götürmüş, orada üretmeye devam etmiştir. 17. yüzyılın ilk çeyreğinde Hollanda’yı lale çılgınlığı sarmıştır. Lale ticareti günden güne önem kazanmış ve her yerde lale yetiştirilmeye başlanmıştır. 1636 sonbaharında çılgınlık iyice hat safhaya varmış, laleler açtığında fiyatların inanılmaz yüksekliği yüzünden tüccarlarda laleyi alacak para kalmamıştır. Hollandalılar, artık lale almak yerine satmaya başlamışlardır. 1637’de devlet bu duruma el koyarak yeni bir düzenleme yapıp, lale ticaretini daha küçük ölçekli ve kontrol edilebilir bir duruma getirmiştir. Böylece “lale çılgınlığı” da kontrol altına alınmıştır.

Tarihinin en başından bu yana hep farklı anlamları simgelemiş ancak daima içinde sevgiyi barındırmış lale. Zamanla elimizde tutamadığımız lale ilk olarak Viyana’ya sonra da şu anda Lale’de dünya devi olarak görülen Hollanda’ya ulaşmış. Lalenin Hollanda’da yetiştirilmesi ise Flaman botanikçisi Carolus Clusius’la 1593 yılında başlıyor. (Günümüzde Hollanda bir lale devi olmanın ötesinde, ticari olarak satılan lalelerin dünya çapında başlıca üreticisi konumundadır.)

Kaynakça:

Özdenbekir KARAKAŞ

1970 Kasımında İstanbul da doğdu ve Galata bölgesinde büyüdü. İstanbul’u İstanbul yapan tüm toplumsal yapılarla geçen bir çocukluk hayatı ile Galata’da Okçu Musa İlkokulu’nda başlayan ve sonrasında Bahçelievler Fikret Yüzatlı İlkokulu, Bahçelievler Ortaokulu, Şişli Endüstri Meslek Lisesi ile devam eden eğitim hayatı, Yıldız Üniversitesi’nde Kocaeli’de devam etti. Özel sektörde satış, pazarlama, yatırım, planlama ve yöneticilik pozisyonlarında uzun yıllar çalışma hayatı devam ederken Anadolu Üniversitesi’nde Felsefe okuma dönemi de oldu. Almanca biliyor. Özellikle Bizans dönemi başta olmak üzere, Selçuklu ve Osmanlı kuruluş dönemiyle ilgili birçok araştırma yapmış bulunuyor. Ayrıca uzun süredir üzerinde çalıştığı M.S. 500 adlı belgesel-dökümantasyon çalışması içerisindedir. Bunlar dışında ‘dolandırıcılık’ konusuyla ilgili basıma hazır hale gelmiş çalışması, büyük olasılıkla 2021 Mart veya Nisan gibi kitap olarak yayınlanacak. Tarım konusunda da hem bir erozyon eğitmeni hem de organik tarım uzmanı olarak çalışmalar yapmaktadır. Özellikle Tıbbi ve Aromatik Bitkiler ve Endemik Bitkilerle ilgili yoğun bir çalışma içindedir. Türkiye de eksiklik olarak gördüğü Yönetim Felsefesi ile Strateji ve Planlama konularında da çalışmaları var. Email: [email protected]

FACEBOOK - YORUM YAZ

Sosyal Medyada Paylaşın:

BU MAKALELER İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR!

  • YENİ
Tekrarsız Süslemeler

Tekrarsız Süslemeler

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN, 3 Aralık 2024
Sistematik Hatalar Bahçesi

Sistematik Hatalar Bahçesi

Ekrem Hayri PEKER, 3 Aralık 2024
Merdiven

Merdiven

Haber Merkezi, 21 Kasım 2024
“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

Ekrem Hayri PEKER, 20 Kasım 2024
Türkülerde Felek

Türkülerde Felek

Dr. Halil ATILGAN, 19 Kasım 2024
Yenişehirli Deli Gazi Hüseyin Paşa

Yenişehirli Deli Gazi Hüseyin Paşa

Atilla SAĞIM, 17 Kasım 2024