Tuna Deltası’nda Bizden İzler -1 |
Tuna nehri , yaklaşık 3000 km uzunluluğundadır. Volga Nehri’nden Avrupa’nın en büyük ikinci nehri sayılsa da Volga kıta Avrupası’nın biraz dışında kaldığında Tuna merkez Avrupa’nın en uzun nehri kabul edilebilir. Tuna 10 ülkeyi kat ederek Karadeniz’e dökülür. Tuna nehri havzası, 19 ülkeden 80 milyondan fazla insan tarafından paylaşılmakta olup, bu özelliği onu dünyanın “en uluslararası nehir havzası” yapmaktadır.
Karadeniz’e ulaşmadan Tuna Romanya’nın Tulça kentinde 3 ana kola ayrılmakta ve 6.750 km² lik Tuna Deltası’nı şekillendirmektedir. Delta’nın kapladığı alan Kocaeli ilinin 2 katı yüzölçümündedir. Delta 3 ana arterin dışında yüzlerce doğal kanaldan oluşan “kılcal damarlarla” birbirine bağlanmaktadır. Tuna Deltası Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alır. Delta akarsular, kanallar, ağaç saçaklı göller ve sazlık adalar barındırır; su kuşları için önemli bir yaşam alanı (habitat)’dır.
Geçen Ağustos ayında Tuna Deltasını gezdim. Benim merakım kuş ve yaban hayatı değildi. Zaten koskoca deltada motor sesini daha uzaktan duyar duymaz havalanıp uzaklaşan su kuşlarını yakından gözlemlemek ayrı bir gezi planı ve düzenek gerekiyor. Benim merakım deltayı oluşturan üç Tuna’nın üç ana kolu üzerinde sefer yapan yerel yolcu vapurlarında yolculuk yapmaktı.
Üniversite yıllarımın başında beni etkileyen yazarların başında Panait İstrati (1884-1935) gelmiştir. İstrati tıpkı Jack London gibi sokakların, limanların, sıradan insanların yazarıydı. Panait İstrati Romanyalıydı ve Tuna boyundaki İbrail kentindendi. Romanya, Yunanistan, Mısır, İstanbul arasında limanlarda gemilerde yoksulluk ve sefalete rağmen hayattan keyif almaya çalışanların, “temiz kalpli” iyi insanların gerçek yaşam öykülerini dile getirmiştir. Bir tür “tatlı serseridir” İstrati.
Tuna’nın Karadeniz’e döküldüğü üç ana arterin başladığı yer Tulça kenti. Nehir vapurlarının başlangıç iskelesi.Yolcuğun her biri 5-6 saat sürüyor, nehir kıyısındaki köylere uğruyor, yolcu ve yük taşıyor.Her iskelede yük boşaltıyor, yük alıyor; yolcular iniyor, yolcular biniyor.. Akşam üzeri Tuna’nın Karadeniz’e döküldüğü noktanın biraz gerisindeki son iskeleye (köye) varıyor. Geceyi iskelede geçiren vapur sabah erken tekrar aynı yoldan Tulça’ya dönüyor. Tuna üzerinde rüya gibi, film gibi sahneler. Dalıp dalıp gidiyorum. Güya Avrupa Birliği ama Avrupa değil gördüklerim. Gördüğüm, yaşadığım, tanık olduğum her bir sahne, İstrati’nin öykülerinde tasvir ettiği tipik Balkan manzarası …
Sabiha Gökşen’den Bükreş uçakla 45 dk. Eskiden havaalanlarını severdim. Keyif yapar geleni geçeni seyrederdim. Her anonstaki uzak kentleri zihnimde canlandırır, daha önümdeki yolculuğa başlamadan o kentlere gitmenin hayalini kurardım. Şimdi bilinen nedenlerden dolayı havaalanlarını sevmiyorum. Kontrol telaşı, kemer çıkar, suyu bırak, düüt düt geri çık, eller yandan çarmığa gerilmiş gibi, bir daha aran; sonra biniş kartı kuyruğu, ardından pasaport kuyruğu, sonra tekrar daha titiz ikinci kontrol derken uçağın kapısına geldiğinde bir “derin ohhh” çekiyorum. Ne keyif yapacak zaman ne de ruh hali kalıyor. Güvenlik açısından zorunlu bu işlemler, havaalanlarında ki,Byeme -içme ,dolaşma ve alışverişi kısıtladı.. Her yerde bir koşuşturma… İnsanlar bir an önce biniş kapısı önünde ki bekleme salonuna varma telaşında. O nedenle zaten yorgun binilen 45 dk’lık uçak yolculuk ilaç gibi geldi. Tıkış tıkış daracık ortamda sadece 45 dakika ve bambaşka bir ülkedesin…
Bükreş’i Çavuşesku zamanında 1980’de görmüştüm. İstasyon çevresi (Kuzey Garı) ve merkez ,1950’lerden kalma kartpostallardaki İstanbul’u anımsatan izlenim bırakmıştı..Sıradan malların sergilendiği, albenisi olmayan devlet mağazalarında insan kuyrukları ile gacur gucur çalışan paslı tramvaylar 35 yıl öncesinden belleğimde kalan Bükreş görüntüleriydi.
Romanya Sovyet sisteminden bağımsız (Varşova Paktı üyesi değildi) Çavuşesku önderliğinde Komünist sistemle yönetildi. Bükreş bu dönemin izlerini taşıyan bir Balkan kentinden Avrupalılaşmaya doğru geçiş sürecinin henüz başında eski döneme ait kaba beton bloklar, terk edilmiş çirkin yapılara sıkça rastlamak mümkün. Lipscani denilen tarihi bölge bizim Tünel, Asmalı Mescit, Beyoğlu’nu andıran yapılardan oluşuyor. Şimdi çoğu bina restorasyon altında. Pasajlar, kafeler, birahaneler, barlar, lokantalarla eğlence ve yeme-içme ağırlıklı çekim merkezine dönüştürülmüş.
Bükreş turistik gezi için çok tercih edilen bir kent değil. Ama meraklı için birkaç günlüğüne gidebilir; görmeye değer ilginç yerler var; üstelik hayat bizden bile ucuz sayılır Bu yazının konusu olmadığı için Bükreş’e fazla değinmiyorum. Şehirde hoşuma giden sürpriz Avrupa kentindeki tek Atatürk büstüyle karşılaşmak oldu. Bizim Beyoğlu havasındaki Lipscani bölgesinde, Opera Tiyatrosu ve Ramada Oteli önündeki meydanda yer alıyor. Bakımını Ramada Otelini çalıştıran Türk işletmecinin üstlendiğini söylediler.
Tuna Deltası yolculuğuma deltanın en güneyinden, Dobruca bölgesindeki Mecidiye kasabasından başladım. Mecidiye Bükreş- Köstence tren hattı üzerinde ve Köstence’ye 40 km mesafede. Mecidiye kasabası adını Sultan Abdülmecit’ten alıyor. Kırım Savaşı’ndan sonra Dobruca’ya Kırım’dan gelen göçmenler için büyük bir yerleşim merkezi yapma fikri ortaya çıktı. Köstence’ye 45 km. uzaklıktaki o dönemdeki adı Karasu olan bu yerleşim yeri uygun görülerek burada yeni ve büyük bir kasaba kuruldu. Kasabaya Osmanlı Sultanı Abdülmecit’e izâfeten Mecidiye adı verildi (1856). Romenler de sonradan kasabanın adını değiştirmedi. Aynı isim bugün de resmen devam etmektedir. Kasaba sayıları giderek azalmakla birlikte Osmanlı döneminden kalan Türk, Kırım Tatarı, Nogay Tatarı ve yerel halkın “millet” dediği Türkçe konuşan ve kendini Türk kabul eden Romanlardan oluşan birkaç bin kişilik Müslüman nüfus varlığını sürdürmekte. Mecidiye’de iki cami var. Büyük olanının adı Abdülmecid Camii. İmamı Türkiye’den görevli gelmiş. Beş vakit ezan okunuyor ama hoparlörsüz. Doğal insan sesiyle okunan ezan kulağa daha ilahi geliyor. Camiyi ziyaret ettim. İmam cuma namazları dışında pek cemaatinin olmadığından yakındı; “ Çavuş’un yüzünden” dedi. (Çavuşesku’yu kast ediyor). Ardından da ekledi: “ Olsun hiç olmazsa cami yerinde duruyor, açık, ibadete izin var ve beş vakit ezan okuyabiliyoruz; , Balkanlarda ezan sesi duyabiliyorsunuz, bu bile bu yeter”… Bu duruma Bulgaristan ve Makedonya Camilerinde tanık oldum.Buralardaki camilerde de ezan mikrofonsuz okunuyor.
Mecidiye’de Romence ve Türkçe eğitim veren, Romen Milli Eğitimince diploması kabul edilen bir de lise var: Adı MUSTAFA KEMAL ATATÜRK lisesi. Okulda Türk ve Romen öğrenciler var. Eğitim dönemi olmadığından okul kapalı idi. Bahçede Atatürk Büstü vardı. Romanya’da birkaç gün içinde karşılaştığım ikinci Atatürk büstü. Duygulandım. Kendi ülkemde bazen Vandal saldırılara uğrayan Atatürk büstlerinin aksine, sınırlarımız dışında yabancı topraklarda güven içinde duran “Atatürk Lisesi” tabelası ve Atatürk büstü görünce etkilendim. Okulda düz lise ve imam-hatip bölümleri var. Türkçe öğretmenleri de tıpkı cami imamında olduğu gibi Türkiye’den görevli geliyormuş. Okulun bu duruma gelmesinde o dönemde (1989’da Romanya Devrimi’yle Çavuşesku iktidarının son bulmasıyla başlayıp AB’ye tam üye olduğu 2007’ye kadar süren ara dönem) Romen Cumhurbaşkanı ile kurduğu iyi ilişkiler nedeniyle Süleyman Demirel’in önemli katkısı var. Makedonya Manastır’da (Bitola) Atatürk’ün okuduğu askeri ortaokulun bir katının Atatürk Müzesine dönüştürülmesinde de. Demirel’in rolü var.
Mecidiye’den sonra Dobruca ovası kuzeyden geçip Tuna deltasına vardım. Ova göz alabildiğince ayçiçeği tarlaları ile kaplıydı. Tepelik yükseltilerde rüzgâr tribünleri dönüyordu.
Yolda Dobruca bölgesinde Türk nüfusun Mecidiye’den sonra yoğun olduğu Babadağ kasabasına uğradım. Kasabanın önemi Sarı Satuk’un türbesinin olduğu burada olmasından kaynaklanıyor. Sarı Saltuk, Balkanların Osmanlılar tarafından fethedilmesinden önce, Anadolu Selçuklu Devleti Döneminde (12-13.yy) Balkanlarda İslâm’ı tebliğ eden bir derviştir. Birçok kaynak tarafından Hacı Bektaş Veli takipçisi olarak anılan “Türkmen-bektaşi” inanç önderi olarak tanımlanır. Günümüzde Arnavutluk Berat, Makedonya Tetova (Kalkandelen), Kosova Prizren’de Bektaşilik Müslümanlar arasında varlığı sürdürmekte ve tekkeleri faaliyet göstermektedir (Bu sayılan tekkelerin hepsini Balkan gezilerimde ziyaret ettim. Tetova’daki ‘Harabati Baba’ Bektaşi tekkesi mekân olan en büyükleri. Ancak geçmişteki çatışmalarda Sünni Arnavut Müslümanlar tarafından bir kısmına el konulmuş. Prizren’deki Pir Osman Baba Halveti tekkesi mekân olarak en iyi korunmuş olanı ve etkinliğini sürdürüyor).
Babadağ’dan sonra Tuna Deltasını oluşturan güney kolu izleyerek Delta’nın kalbi sayılan Tulça kentine vardım. Yol boyu geçtiğim köylerin adı değiştirilmemiş ve hepsi bize tanıdıkdı: Sarıgöl, Acıgöl, Morgöl (Murighiol), Mahmudiye, Beştepe, Karaorman… Balkanların çoğu ülkesinin aksine, Romenlerin bizden kalan yer isimlerinin çoğunun hala korumuş olmalarına ve resmi turizm sayfalarında bile bu isimlerin Osmanlı-Türk kökenli olduğunu belirtmelerine saygı duydum.
Foto Galeri–>