Turan Coğrafyasında Balkan Albanya’sı (Arnavutluk) |
ÖZET
Turan Coğrafyası; Etrürsk, Pelasg, Kimmer, İskit, Hun, Alan, Alban, Avar, Bulgar, Kuman-Kıpçak, Peçenek, Oğuz ve diğer Türk kavimlerinin kültürel ve medenî damgasını taşımaktadır. Arnavutların tarihi incelendiğinde, Turan tarihi dışında olmadığı onunla şekillendiği görülecektir. Bazı müellifler aksini söylese de, Balkan Albanyası, Kafkas Albanyası ile birlikte ele alınması gereken coğrafî ve tarihî bir kimlik taşımaktadır. Osmanlı’dan asırlar önce Türk boylarının ikamet ettiği Balkanlar, Osmanlının gelişi ile Türklük rengini daha da kuvvetlendirmiştir. Fakat bu renk günümüzde bile aidiyet şuuru açısından gerekli kıvama gelememiştir. Bu husus da Turanlı tarihçilere ve dilcilere büyük görevler düşmektedir.
Anahtar kelimeler: Balkanlar, Albanlar, Arnavutlar
1.GİRİŞ
Ahsen BATUR, Kazanlı Türk Tarihçisi Mirfatih ZEKİYEV’in “Türklerin ve Tatarların Tarihi” kitabının tanıtımında: “Yıllardır Batılı tarihçilerin ve özellikle Hint-Avrupa teorisini savunanların yazdıkları mesnetsiz şeyler beynimize öylesine perçinlendi ki, bunlara karşı ileri sürülen tezleri işitmek dahi istemiyoruz. Batılılar, dillerini çözemedikleri, tarihlerini derinlemesine inceleyemedikleri tüm doğu Avrupa, Kafkas ve Orta Asya halklarını İranî, Pers (ve Latin, Grek-HÖ) asıllı göstererek işin içinden kolayca sıyrılmakta, ama karşı görüşe de tahammül edememektedirler. Onların asıl dertleri, bir halkın aslını ve dilini Türk’ten başka bir yere bağlamaktır” (1) demektedir.
Gerçekten Türkiye Tarihçileri ve birçok Türk kökenli tarihçi batılı meslektaşlarının etkisinde kalarak, onların söylediğinin dışına çoğu kez çıkamamaktadırlar. Son asırda Pelasgların, Etrüsklerin, İskitlerin, Kimmerlerin Türklüklerinden Avrupalı tarihçiler bahsettikden sonra Türk Tarihçileri de yazılarında bunu ifade edebilmektedirler. Adile Ayda’nın Türk Tarihinde etraflı bir şekilde bilinen ve kabul gören Hunlar için kullandığı şu cümle de bizler için son derece çarpıcıdır.
“ Deguignes gibi dürüst Batılı tarihçilerin etkisi ile Hunlar Türk tarihçiler tarafından atalığa kabul edildiler” (2)
Fahrettin Kırzıoğlu, Kafkas Albanyasını anlattığı kitabında: “Osmanlı İmparatorluğu çağında Türkiye’nin, ilmî anlamda bir “Akademi” den yoksun bulunması, bize çok şeyler kaybettirdi. Bu yüzden, İslâm ve Osmanlı Hanedanı Tarihi dışında, eski ve geniş Türk dünyası’nı tanıtacak öğretim ve araştırmalar ile yayınlardan yoksun kaldık; Avrupa ve Asya’daki köklü ve Osmanlı öncesi Gayrimüslim Türkler: Karaim Musevi; Karamanlı ve Gagavuz Ortodoks; Anadilleri, ibadetleri Türkçe, koyun ve at heykelli kabir taşları ile bütün gelenekleri Türk/ Grigoryan (beyaz) Hıristiyanlar’ın, bizden kopmasına yol açacaktır.”sözleri ile İslam öncesi Türk Tarihini ihmal edişimizi vurgulaması açısından ilgi çekicidir. (3)
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Türk Dili Tetkik Cemiyeti ve Türk Tarih Tetkik Cemiyeti (Sonra bunlar Kurumlara dönüştürülmüştür.) çalışmaları ile ATATÜRK bu konuda Türk Bilim adamlarının önünü açmıştır. Macit GÖKBERK “Tarih Bilinci” isimli makalesinde O dönemin bizi tarihimizden kopardığını ileri sürenlere karşı şu haklı ifadeleri kullanır; “Ancak, gerçek durum tam tersinedir: Türk Toplumu hiçbir zaman tarihine böylesine çok yönlü, bu denli derinlemesine ve yoğunluğuna uzanmamıştır, denilebilir. Atatürk’ün ön ayak olduğu bir tarih ilgisi bir yandan Orta Asya’nın tarihöncesi çağlarına kadar inmiş, öbür yandan tarihimizin bir kökünün de Anadolu’nun zengin kültür katlarında aranabileceği görüşünü getirmiştir. Bu tarih anlayışını desteklemek, belgelemek için de kazılar yapılmış, Türk Tarih Kurumu ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur. Bu Fakültenin Sümer, Asur, Hitit vb. uygarlıklarını kapsayan geniş cepheli tarih öğretim ve araştırmaları, ondan önceleri yurdumuzda görülmüş şey değildi.
Benim kuşağım (Macit Gökberk) ilkokulu Padişahlık döneminde okumuştu. Türk Tarihi olarak bize yalnız Osmanlı Tarihini öğrettilerdi. Kayıhan Oymağı’nın Anadolu’ ya gelişi, Ertuğrul Gazi, Sultan Osman: okutulan Türk Tarihinin başlangıç olayları bunlardı. Osmanlılardan önce Anadolu’da bir Türk Selçuklu Devletinin olduğunu, çoğumuz sonraları, okul dışında öğrendik. Gerçi o sıralarda Ziya Gökalp Türk Tarihini Orta Asya’ya kadar genişletmişti. Ama bu anlayış okullar için henüz benimsenmemişti. Resmi görüş “Cihangirane bir devlet yarattık bir aşiretten” anlayışının içinde kalıyordu.
“Tarihin günün birinde tüm gerçeği ortaya koyacağı” yargısını kuşku ile karşılayabilmenin bir nedeni de, tarihçinin bir insan olarak içinde doğup büyüdüğü döneme, tarih ortamına bağlı olması, bu ortamın dünya görüşü değerlendirmeleri vb. ile koşullanmış olmasıdır. Bu da tarih biliminin üzerine bir öznellik gölgesi düşürür. Oysa bilim hep nesnel olmak ister, nesneyi olduğu gibi bilgide yansıtmaya çalışır: Bunun için de bilim adamının duygularını kişisel değerlemelerini işin içine karıştırmaması gerekir. Araştırmalarında salt nesnelliğe ulaşmayı kendisine ilke yapan 19. yüzyılın ünlü Alman tarihçisi Ranke “kendimi ortadan kaldırıp yalnız olayları konuşturmak isterdim” diyor. Bu, belki de, insanın gölgesini atlamayı istemesi gibi bir dilek. Bununla da tarihin bir bilim olmadığını söylemek istemiyoruz. Tarih de sözü edilen öznelliği aşmak için birtakım yöntem teknikleri geliştirmiş ve geliştirecektir de. Ancak, araştırıcısının belli bir tarihsel değer bağlamı ile belirlenmiş olması, “her kuşak tarihi yeni baştan yazar” anlayışına, bir yere kadar olsun, hak kazandırmaktadır.
Nitekim üzerindeki öznellik rengini büsbütün atamaması yüzünden, tarih, bilim dışı amaçlar için de kullanılabiliyor. Bunlardan biri, misyon düşüncesi doğrultusunda tarihi işlemek, yani bir ulusun tarih içinde gerçekleştireceği bir görevi olduğu inancını tarih bilimi ile desteklemektir(4).
Bizlerde bu araştırmamızda tarih disiplinin verilere dayanarak Balkan Albanyası’na ışık tutmaya çalışacağız. Fakat araştırmamızda batılı bilim adamlarının her söylediğini olduğu gibi kabul etmek değil Tarih şuurumuzun süzgecinden geçirmeyi de ihmal etmeyeceğiz. İster Albanyalı ister Türk Bilim adamları olalım kendi tarihimizi kendimiz kaleme almadıkça, öz atalarımızı bile bizlere farklı gösteren, öz kardeşlikleri düşmanlıklara dönüştüren art niyetli ideolojik araştırmacılar tarihin her devrinde bulunabilecektir.
2.KADİM BALKAN ALBANYASI’NIN TARİHİ
Albanların (Arnavutların) Türklükle olan kadim ilişkisi Osmanlı Türklerinin Balkanları fethinden asırlar öncesine uzanmaktadır. Tarihçiler genellikle Albanların (Arnavutların) kökenini İliryalılara dayandırmaktadır. “Çoğu etnolog ve dilbilimcinin kanısına göre ise, İliryalılar, yarımadanın güney kısmında yerleşik olan ve sınırları İtalya ve Trakya’ya kadar uzanan Helen öncesi Tyrrhenopelasgia halkının çekirdeğini oluşturmuşlardır” (1) Tyrrhenopelasgia ifadesi ise Tyrrhen ve pelasg’lardan oluşmaktadır. Günümüzde bir Türk Kavmi olduğu anlaşılan “Etrüsklerin kendilerine “Rasena ” demelerine rağmen Romalılar onları “ Tusci “ ya da “Etrusci” , Grekler de “ Tyrhennes “ diye adlandırıyorlar. Bu arada Tyrrhen sözcüğü Yunanca’da Turrhnoi şeklinde yazılır ve h’nın eskiden “a” sesi verdiğini hesaba katarak Turan adı ile bir ilişki düşünebiliriz” (2)
ADİLE AYDA, “TÜRKLERİN İLK ATALARI” isimli eserinde Pelasg ve Etrüsk kavimleri üzerine şunları yazmaktadır: Eski Çağa ait iki Türk veya Proto -Türk devleti olan Pelasg devleti ile Etrüsk devletidir. Her iki devlet tarih-öncesi ile tarihin başlangıcı arasında yaşamış güçlü devletlerdir. Pelasg devleti MÖ. 3000 civarında bugünkü Yunanistan’ın toprağı üzerinde kurulmuştur. Etrüsk devletine gelince, bu devleti MÖ aşağı yukarı 1300 ile 1000 arasında İtalya’ya bir kaç dalga halinde göç eden Proto-Türkler kurmuşlardır (3).
Tarih-öncesi dönemde birer geniş ve güçlü devlet oldukları birçok delillerden anlaşılan bu iki devleti tarihin şafağında sitelere, devletçiklere bölünmüş olarak görmekteyiz (4). Batılı tarihçiler Pelasglara karşı niçin allerji duyarlar? Hint-Avrupa şovenizminden dolayı olsa gerek. Çünkü Pelasgların Hint-Avrupalı olmadıkları anlaşılmıştır. 1885 yılında Limni adasının bir köyünde bulunmuş bir dikili taşın üzerindeki yazıt ispat etmiştir ki, Pelasg dili Hint-Avrupalı dillerden değildir. Bu dil Hint-Avrupalı diller gibi “flexionnel”, yani bükülen değil, “agglutinant”, yani bitişken bir dildir. (5)
Bugün Batılı tarihçilerin çoğu Yunanistan’ın tarihini yazarken, Yunanistan’a Yunanlılardan 1000 yıl önce gelip yerleşmiş ve orada hâkimiyet sürmüş olan Pelasglardan söz etmezler (6).
Homeros, İlyada adlı eserinin birçok yerinde Pelasglardan, daima olumlu olarak söz eder. Herodot ise, meşhur eserinin hemen hemen dörtte birini Pelasglara ayırmıştır (7). Eski Yunanlı yazarlar eserlerinde hep Pelasglarla Etrüskleri birbirleriyle karıştırmışlar, bu iki milleti kardeş millet, hâtta aynı millet saymışlardır. Alman Ansiklopedilerinden Pauly ve Wissowa’ nın meşhur “Realencyclopaedia der klassischen Altertumsvrissenschaft” adlı eseri bu bakımdan misallerle doludur (8).
Adile Ayda araştırmasına şu ifadelerle devam eder: “Yunanlı yazarların Pelasglarla Etrüskleri aynı millet saymakta haklı olduklarını gösteren delil de yine bir az önce sözünü ettiğim, Limni adasında bulunmuş, MÖ. VII. yüzyıla ait dikili taştır. O dönemde Limni adası Pelasgların egemenliği altında idi. Çünkü adanın ancak M.Ö. 510 yılında Yunanlıların eline geçtiği bilinmektedir (9). Bütün Etrüskologlara göre, Limni’de bulunan dikili taşın üzerindeki yazıtın dili ile etrüskçe arasında çok büyük benzerlik vardır. Aradaki fark bir lehçe farkı niteliğindedir (10). Pelasg dilinin bir Türk veya Proto-Türk dili olduğuna ise, kesin ve reddedilmez bir delil vardır: Lâtin yazarlarından Varron, eserlerinden birinde, Pelasgların küçük dağlara TEPE dediklerini söyler. Bu bilgiyi Isaac Taylor’un “Etruscan researches” adlı eserinde bulmaktayız (11). Etrüsk devleti sitelere bölünmeden önce o kadar güçlü bir devletmiş ki, Fenikelilerle birleşerek, uzun zaman Yunanlılara Akdenizde nefes aldırmamıştır. Akdeniz’in Batı kısmı bile Tirhen, yani Etrüsk Denizi adını taşımaktadır. Buradaki TİRHEN kelimesi Etrüsklerin yunanca adıdır ve doğru okunuşu TURHAN’dır. Çünkü eski yunancada Y harfi U telâffuz edilir ve okunurdu. Batılılar kelimeyi bozmuşlardır (12).
Adile AYDA, Etrüskler hakkında söylediklerini, “1985” yılında yayınlanmış Fransızca kitabında da özetlemiştir. Bu kitabının adı “Les Etrusques etaient des Turcs. Preuves” dir. Yani: “Etrüskler Türk idiler. Deliller” (13).
Kitabında ortaya koyduğu delillerin yarısı DİN ile yarısı DİL ile ilgilidir. Kitapta aşağı yukarı 100 delil sıralanmıştır. Bunlardan ikisi:
Etrüsklerin Proto-Türk olduklarına kesin delillerden biri hem Etrüsklerde, hem Eski Türklerde kurtla ilgili efsanelerin bulunmasıdır. Bu münasebetle: Roma kurdu denilen meşhur antik heykel hiç de Roma Kurdu değildir: Bugün Romanın Konservatörler Müzesinde bulunan bu heykel Romalılar tarafından savaş ganimeti olarak bir Etrüsk şehrinden Roma’ya getirilmiştir. Heykeli yapan Etrüsk heykeltıraşın adı bile bilinmektedir (14).
Eski Türklerde hem erkek kurtla, hem dişi kurtla ilgili efsaneler vardı. Ayniyle, Etrüsklerde (ve hemen bütün medeniyet ve kültür unsurlarını Etrüsklerden almış olan Lâtin Romalılarda) hem erkek kurtla, hem dişi kurtla ilgili efsaneler vardı. Romanın kuruluşu ile ilgili efsanelerden birinde Türklerin Oğuznamesindeki Gök-börü veya Bozkurt’a bile rastlanmaktadır. Yani, orduya kılavuzluk eden bir kurda…(15).
Başka bir misal: Bugün Türklerin eski dini olan Şamanizme bağlı kaldıkları için, İslâmiyetten önceki bütün Türk efsanelerini muhafaza etmiş olan Yakut Türklerinin Millî Destanının bir yerinde şöyle bir olaydan söz edilir: Büyük yararlıklar göstermiş olan bir kahramanı mükâfatlandırmak için, bir tanrıça ona, emsin diye, çıplak sağ memesini uzatır (16).
Bundan 2500 kadar yıl önce Etrüskler bu sahneyi bir değil, bir kaç el aynasının arkasında resimlendirmişlerdir. Resimleri Alman etrüskologu Gerhard’ın “Etrüskische Spiegel” adlı eserinde görmek mümkündür (17). “Tarihte Türk Devletleri sayılırken, Proto-Türkler tarafından Yunanistan’da kurulmuş Pelasg Devleti de, İtalya’da kurulmuş Etrüsk Devleti de sayılmalıdır. Bu, Türk Tarihinin geriye doğru sınırlarını genişletecek, geçmişimizi zenginleştirecektir”(18).
“Bu çerçeveden baktığımızda “İliryalılar daha geniş bir anlamda aynı zamanda Pelasgialıdırlar. Dahası, Yunan yazarlarca “barbar” ve “Helen olmayan” olarak adlandırılan bu akraba ırklardan İliryalılar’ın, Gegler’in yani kuzeyli Arnavutlar’ın ataları, Epirotlar’ın ise Tosklar’ın yani güneyli Arnavutlar’ın ataları olduklarına inanılmaktadır. Bu genel kanı, Strabo’nun İliryalılar ve Epirotlar arasında sınır oluşturduğunu belirttiği Via Egnatia ya da Egitana’ya ilişkin ifadesinin pratikte bugün Gegler’i ve Tosklar’ı ayıran Shkumbini ırmağının akışına karşılık gelmesinden doğmuştur. Aynı coğrafyacı, Epirotlar’ın aynı zamanda Pelasgialı olarak adlandırıldıklarını ifade etmiştir. Bugün bile anısı çağdaş Arnavutlarca Tanrı’ya verilen isim “Zot” olarak kalan Pelasgialı Zeus’a antik çağların en ünlü kâhininin olduğu yer Dodona’da tapılmıştır. Herodot’a göre bu kutsal yerin civarına Pelasgia denilmekteydi (19).
Anadolu’dan İtalya’ya Uzanan Köprü: Etrüskler, Tursakalar
Eski İtalya’da Roma tarihinin seyrini iyi takip edebilmek için, öncelikle Etrüskler denilen kavmi daha yakından tanımak icap etmektedir. Çünkü Etrüskler İtalya’ya şehir kültürünü getirdikleri gibi Roma’dan çok önce İtalya’da siyasi egemenlik kurarak, yarımadanın kaderi üzerinde önemli bir rol oynamışlardır. Bütün bunlar bir yana, Etrüsk medeniyeti, Roma medeniyetinin de temellerini oluşturmuştur (20).
Yukarıda da ifade edildiği gibi;
“Hellenler’in Tyrsenler veya Tyrrhenler, Romalılar’ın da Tuscalar veya Etrusclar dediği, fakat kendilerini Rasenna adıyla anan bu kavim, İtalya’ya nereden ve ne zaman gelmişti? Daha önceki dönemlere ait kaynaklarda adları geçiyor muydu? Irkî kökenlerini tespit edebilmek için elimizde ne gibi deliller var?” Bu soruların cevabını verdikten sonra, adı geçen kavmin tarihini, belgelerin ışığında, ana hatlarıyla gözler önüne sermeye çalışacağız (21). Bilindiği üzere, M.Ö. 13. yüzyılın ikinci yarısında, dünya tarihinin ilk Boğazlar Savaşı cereyan etmiştir. Bu savaş, Doğu ve Batı dünyalarını karşı karşıya getiren ilk büyük mücadeledir. Hemen herkesin tahmin ettiği gibi, bu savaş, Homeros’un “İlyada” adlı destanının da konusunu teşkil eden Troya savaşlarıdır (22). Arkeolojik bulgulara göre, MÖ.1240-1230 yılları arasında, Anadolu kökenli Troyalılar’la Yunanistan’dan gelen Akalar arasında cereyan eden bu mücadeleyi Akalar kazanmışlardı.
Fakat ne var ki Akalar, Troyalılar’ı mağlup etmelerine rağmen, Troya bölgesine ve dolayısıyla Boğazlara egemen olamamışlardı. Çünkü Troya savaşlarından hemen sonra Ön Asya dünyasını altüst eden büyük bir göç hareketi başlamıştı. Ugarit ve Mısır vesikalarından öğrenildiğine göre, Ege Göçleri denilen bu büyük göç hareketi, iki aşamada cereyan etmişti. Birinci aşama M.Ö.13. yüzyılın son çeyreğine (M.Ö. 1225-1200) tarihlenirken, göçlerin ikinci aşaması M.Ö. 12. yüzyılın başlarına tarihlenmektedir (23). Tamamen ekonomik nedenlerle başlayan Ege Göçleri’nin birinci aşamasına katılan kavimlerin adlarını, Mısır firavunu Merneptah’ın yazdırmış olduğu Karnak kitabesinden öğreniyoruz. Bu kavimler; Ekwesler(24) Turşalar (25) Rukkular (26) Şerdanalar (27) ve Şekeleşler’di(28) Firavun Merneptah, Mısır kapılarına dayanan bu kavimleri mağlup etmişti. Yukarıda adları geçen kavimlerden Ekweşler Akalarla, Turşalar da Troyalılar’la idantifiye edilmektedirler. Yani, Troya savaşlarında karşı karşıya gelen iki kavmi, birden bire Ege Göçleri adı verilen muhacerat hareketinin içerisinde görmekteyiz (29).
Ege Göçleri’nin ikinci aşaması hakkında bilgi veren en önemli vesika, Firavun III. Ramses’in 8. idare yılına (M.Ö.1190) tarihlenen Medinet-Habu Zafer Kitabesi’dir. Söz konusu kitabede, adı geçen Firavun, Egeli kavimler üzerinde mutlak bir galibiyet elde ettiğini belirtmekte, ardından da mağlup ettiği kavimlerin adlarını sıralamaktadır. Bu kavimler şunlardır: Pelestler, Turşalar, Şerdanalar, Şekelesler, Zakkariler, Danunalar ve Vavaşlar (30).
Görüldüğü üzere, Troyalılar’la idantifiye edilen Turşalar, göçlerin, bu ikinci aşamasına da katılmışlardır. Fakat hemen belirtelim ki, III. Ramses tarafından mağlup edilen bu kavimlerin bir kısmı, Mısır kapılarına yakın yerlere, Firavuna tâbi olmak ve vergi ödemek şartıyla yerleştirilirken, bir kısmı da yurtlarına geri dönmüşlerdir. Yurtlarına dönmek zorunda kalan kavimlerden biri de Troyalılardır, yani Turşalar’dır.
Burada hemen belirtelim ki, Ege Göçleri neticesinde M.Ö. 2. Binyılın büyük devletleri arasında yer alan Hitit, Mitanni ve III. Babil (Kaslar) devletleri, tarih sahnesinden çekilmişlerdir(31).
Troyalılar bir müddet Batı Anadolu’da oturduktan sonra, deniz yoluyla İtalya’ya göç etmişlerdir. Fakat bu göç, iki aşamada gerçekleşmiş gibi görünmektedir. Arkeolojik buluntulardan anlaşıldığına göre, bu göçlerin birinci aşaması M.Ö. 10. yüzyılda, ikinci aşaması ise M.Ö.8. yüzyılda cereyan etmişti. Troyalılar’ın İtalya kıyılarına ayak bastıkları bu ikinci göç hareketinin cereyan ettiği sıralarda Avrasya steplerinden gelerek Kafkaslar üzerinden Doğu Anadolu’ya giren iki Türk kavmi ile karşılaşıyoruz. Bunlar, Kimmer ve İskit kavimleridir (32). Kimmerler, Anadolu’da Frig Devletini yıkarak yaklaşık bir asır bu ülkede egemen olmuşlar, sonra da Lidyalılar tarafından ortadan kaldırılmışlardır. İskitler ya da diğer adıyla Sakalar denilen Türk kavmi ise 28 yıl Doğu Anadolu’ya hükmettikten sonra, Kimmerler’in boşalttığı Güney Rusya’ya yerleşerek orada Büyük İskit İmparatorluğu’nu vücuda getireceklerdir. Fakat bir kısım Sakalar, Güney Rusya’ya dönmek yerine batıya doğru yürümeye devam ederek, Anadolu’yu baştanbaşa geçtikten sonra deniz yoluyla İtalya’ya gelmişlerdir. İşte Sakalar’ın bu grubu ile daha önceden İtalya’ya göç etmiş olan Batı Anadolu’lu Troyalı’lar, İtalya’da karışıp kaynaşarak, bizim Etrüskler ya da Tursakalar dediğimiz kavmi meydana getirmişlerdir. Bir başka deyişle, Etrüskler adı verilen kavim, Troyalılar ile Sakalar’ın birleşmesiyle oluşmuş yeni bir Türk topluluğudur. Dolayısıyla bu yeni kavmin kökeni hem Anadolu’ya hem de Orta Asya’ya dayanmaktadır. Onların Orta Asya kökenli olduğunu gösteren başka deliller de vardır. Bunlardan biri, kurt motifidir. Romulus ve Romus kardeşleri emziren dişi kurt motifi, belli ki, Etrüsklerin Orta Asya ile irtibatlı olduklarının en önemli işaretlerinden biridir. Etrüsk krallarının asalarında yer alan kartal motifinin de Asya kökenli olduğuna şüphe yoktur. Zira çift başlı kartala tarihte ilk kez Sümerler’de rastlanmaktadır. Sümerler’ler de Mezopotamya’ya Orta Asya’dan gelmişlerdir. Sümer çivi yazısı ile yazılmış tabletlerde “imdigud” denilen çift başlı kartal, Orta Asya Türkleri’nden olan Göktürkler’de ve daha sonraları Selçuklular’da da görülmektedir ki, bütün bu kavimlerin kökeni aynı yere dayanmaktadır.(33)
Dolayısıyla Etrüskleri oluşturan iki toplumdan (Troyalılar + Sakalar = Etrüskler) en azından birinin (Sakalar), Orta Asya kökenli olduklarına şüphe kalmamaktadır. Etrüskler’in Türk olduklarına işaret eden bir başka delil de, kırmızı rengin, bütün Türkler’de olduğu gibi, Etrüskler’de de kutsal renk olarak kabul edilmesidir. Kabartmalar üzerindeki Etrüsk tasvirleri de, bu insanların, tıpkı Türkler gibi, orta boylu, geniş omuzlu ve yuvarlak kafalı olduklarını ortaya koymaktadır (34). Görülüyor ki, Etrüsklerin Türk kökenli bir kavim olduğunu kabul etmemek için hiçbir neden yoktur (35).
Etrüsk tarihine gelince, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, M.Ö.10 ve 8. yüzyıllarda olmak üzere iki göç dalgası halinde İtalya’ya gelen Etrüskler önceleri Tiber Irmağı’nın sağ sahili ile Arnus Irmağı’nın sol sahili arasında kalan bölgeye yerleştiler. Buraya onların adlarına izafeten Etruria veya Toscana denilmektedir. Etrüsklerin doğrudan doğruya buraya gelmelerinde belki de buraların maden, özellikle de bakır bakımından zenginliği rol oynamış olabilir. Herhalde gemici ve muharip kişiler olarak buralara gelen Etrüskler, bölgenin yerli ahalisini de kendilerine tâbi yapmışlar ve bunların efendileri olarak birlikte yaşamaya başlamışlardı (36). Etrüskler, o zamana kadar köy kültürünü yaşamakta olan İtalya’ya, Anadolu ve Ege kıyılarının şehir kültürünü getirmişlerdir. Çağdaş kavimlerden çok daha yüksek bir hayat standartına sahip olan Etrüskler, kısa zamanda bölgedeki diğer kavimleri egemenlikleri altına almışlardır (37). Etrüskler İtalya’ya sadece şehir hayatını getirmekle kalmamışlar, ziraati ve madenciliği de geliştirmişlerdir. İtalya’da bağcılığı ve zeytinciliği bunların ilerlettiği söylenmektedir. Deniz ticaretini de kısa zamanda geliştiren Etrüskler, uzun müddet Akdeniz ticaretini ellerinde tutmuşlardır (38).
M.Ö. 509 yılında Roma’da krallık rejimi yıkılıp Cumhuriyet dönemi başlayıncaya kadar iş başında kalan krallar, Etrüsk Kralları’dır. Etrüskler, bu tarihten itibaren siyaset arenasından çekilmekle birlikte, etnik olarak mevcudiyetlerini yüzyıllar boyunca sürdürmüşlerdir. Özellikle Roma medeniyeti üzerindeki Etrüsk gölgesi hiçbir zaman ortadan kalkmamıştır (39).
Türklerin İlk Ataları Pelasglar
Adile Ayda, Pelasglarla ilgili yazısında şu soruyu sorar ve cevabını araştırır: Bugünkü tarihçilerin sadece Etrüsk veya bu adın Yunancası olan Tyrrhen diye adlandırdıkları tarihi milletin eski Yunan yazarlarının pek çoğunun eserlerinde Tyrrhen-Pelasg veya Pelasg-Tyrrhen olarak zikredildilmektedir. Bu Pelasg adı veya milleti de nereden çıkmaktadır? (40)
Bu sorunun cevabını Almanların Eski Çağ ile ilgili en ciddî ve önemli Ansiklopedisi olan Pauly ve Wissova’da buldum. Bu Ansiklopedide deniyor ki: “O zamanlar, büyük ölçüde, Tyrrherilerle Pelasglar biribirleriyle karıştırılırlardı” (41). Başka deyimle, Eski Çağ yazarlarının çoğu Tyrrhenlerle, yani Etrüsklerle Pelasgları bir tutuyor, onları aynı millet sayıyorlarmış. Ansiklopedilere göre, Pelasglardan söz eden eski Yunanlı yazarların başlıcaları şunlardır:
Hezyod, Hekate, Herodot, Tüsidid, Hellanik, Kallimak, Strabon, Bizanslı Stefan (42)
Fransız ve ingiliz yazarları, nedense, Pelasglarla pek ilgilenmemişlerdir. İtalyanlar daha çok PELASG diye bir kavmin tarihte bulunmadığını, bunun Yunanlıların bir uydurması olduğunu iddia etmek için Pelasglardan söz etmişlerdir; Pelasglar üzerinde ciddî eserler vermiş Alman bilim adamlarının başlıcaları ise şunlardır: (43)
Beloch, Fick, Treidler, Meyer, Ehrlich.
Eski Yunan tarihçilerinin ve Alman araştırıcılarının eserlerinde Pelasglar hakkında bulduğumuz bilgi ye neticeler şunlardır:
Yukarıdaki beş noktaya tarihçiler tarafından işaret edilmeyen, fakat dilcilerin kesin bir şekilde ispat ettikleri şu gerçeği de ilâve edelim:
Etrüskçeye çok benzeyen pelasgca HİNT-AVRUPALI OLMAYAN, agglutinatif bir dil idi.(44)
Adile Ayda eserine şu sözlerle devam etmektedir:
Pelasgların Türklerde de bulunan yukarıdaki özelliklerini öğrendikten sonra, onlar hakkındaki incelemelerimi derinleştirmek lüzumunu duydum. Derinleştirdikçe de bu kavmin Proto-Türk bir kavim olduğuna yeni deliller karşıma çıktı. Meselâ, Limni adasında, Pelasglar tarafından bırakılmış, Hint-Avrupalı olmayan ve etrüskçeye çok benzeyen yazıtların bulunmuş olması… Ve meselâ, Lâtin bilim adamı Varron’un “Pelasglarm dilinde küçük dağların adı TEPAE’dir” demiş olması. (45) Pelasglar, yukarıda da belirtildiği gibi, aşağı yukarı Milâttan 3000 yıl önce, Orta Asya’dan gelip, Yunanistan’ı istilâ etmişlerdir. Nasıl ve hangi yollardan geçerek? Daha sonraki dönemlerde Hunlar, Avarlar, Kumanlar, Peçenekler Balkanlara gelmek için hangi yollardan geçmişlerse, o yollardan geçerek… (46).bunu başarmışlardır.
Pelasgların, Yunanistan’a Vardar nehrinin kıyılarını takip ederek girmiş oldukları anlaşılıyor. Çünkü ilk yerleştikleri bölge Tesalya’dır, yani bugün Selanik şehrinin bulunduğu havali (47). Çeşitli kaynaklara göre Pelasglar, daha sonra, şu bölgeleri işgal etmişlerdir: Beotya, Argolis, Attika ve Arkadya. Arkadyalıların Pelasg olduklarını Herodot da söyler (48). Bilindiği gibi, Yunanistan’ın hemen kuzeyinde Makedonya vardır. Makedonya’ya eski Yunanlılar Pela(s)gonya derlermiş, yani Pelasglar ülkesi… Öyle anlaşılıyor ki, Pelasgların bir kısmı Yunanistan’a girip yerleşirken, bir kısmı da Makedonya’da kalmıştır (49)
Pelasglar, Yunanistan’a gelirken elbette ki, tek bir önderin, tek bir şefin kumandası altında idiler. Bunun neticesi olarak, Yunanistan’a yerleştikten sonra da, merkezî bir idareye bağlı bulunmuş olduklarını düşünmek tabiîdir. Herodot’un “Bir zamanlar Yunanistan’a PELASGIA denirdi” (50) şeklindeki ifadesi ise, Pelasgların siyasî bakımdan Yunanistan’ın tamamına, hem de uzun yüzyıllar boyunca, hâkim olmuş olduklarını göstermektedir. Bu sebeple, bir Pelasg devletinden söz edebildiğimiz gibi, bu devleti tarihteki ilk Türk Devleti olarak kabul edebileceğimiz de şüphesizdir.
Bu konuda bir İtalyan bilim adamı, bakınız, ne diyor:
“Yunanlılar bu tarihî bölgelere geldiklerinde, kendine mahsus dini olan ve DEVLET OLARAK ORGANİZE OLMUŞ, başka ırktan olanlarla (Pelasglarla) karşılaşmışlardır”(51).
Zira M.Ö. 2000 civarında, Yunanistan’a yine Kuzeyden, Hellenler gelir. Hellenler Pelasgların boş bıraktıkları yerlere yerleşirler. Bu işgalin savaşsız olmuş olduğu zannedilmektedir (52). Hellenler medeniyet bakımından Pelasglardan çok etkilenmişlerdir. Atinalılar, üzerinde henüz kurban kesmeğe mahsus bir taştan başka bir şey yokken, Akropol’ün etrafına duvar ördürmek istemişler, bunun için Pelasg müteahhitlere başvurmuşlardır. Bu duvarın bir parçası hala yerinde durmakta ve turistler tarafından görülebilmektedir (53).
Pelasg dilinden Hellenlerin diline pek çok kelime geçmiştir. Hint-Avrupalı olmayan bu kelimeleri bugünkü Batılı dilciler ne yapacaklarını bilemiyorlar. Başka çare bulamayınca, bu kelimelere uygulamak için, “pre-hellenique” (Hellen-öncesi), “medi-terraneen” (Akdenizli), “asianique” (Anadolulu?), “egeen” (egeli) gibi acayip ve anlamsız sıfatlar icad etmişlerdir(54).
“Egeli” sıfatını icad eden Albert Seyeryns adlı Belçika’lı bilim adamıdır. Severyns, kullandığı bu anlamsız sıfata rağmen, bizim görüşümüzü doğrulayan aşağıdaki satırların sahibidir: “Yunanlılar, kendilerinden daha kültürlü olan “Egelilerden bronz, kalay, kurşun, demir ve hattâ “maden” anlamındaki kelimeleri almışlardır” (55).
Albert Severyns bu kelimelerin, Hint-Avrupa’lı olmadığını söylemekten de çekinmiyor.
Ayrıca, “egeli” sıfatından arada bir vazgeçip, Paul Kretşchmer’in 1925 den önceki görüşüne katılarak, “pelasgiaue” sıfatını kullandığı da oluyor. Ve etrüskçenin Pelasg dilinin bir lehçesi olabileceğini kabul ediyor (56). Hammerström, Devoto, Charskin gibi dil bilginleri Yunan dilindeki Hint-Avrupalı olmayan kelimeleri etrüskçe kelimelerle karşılaştırmışlar ve büyük benzerlikler bulmuşlardır (57). Hâtta bazı saf araştırmacılar bundan Etrüsklerin Yunanlı oldukları neticesini bile çıkarmağa kalkmışlardır (58)
Yunan dilindeki Hint-Avrupalı olmayan kelimelerin hepsi pelasgca’dır, yani proto-türkçedir (59). Bazı etrüskologlar, meselâ Jacques Heurgon (60), Etruria’nın güneyinde Etrüsklerle kaynaşmamış bir Pelasg toplumunun yaşamış olduğunu haber verirler. Bunlar elbette Yunanistan’dan veya Ege adalarından gelip, Pelasg lehçesini konuşanlarla bir arada yaşamağı tercih edenlerdir. Kırım’dan gelen Türklerin Eskişehir’de oturmayı, Rumeli’den gelenlerin Adapazarı’na yerleşmeği tercih etmeleri gibi… Çünkü pelasgca ile etrüskçe arasında bir lehçe farkı bulunmuş olduğu şüphesizdir. Fransa Fransızcası ile Kanada Fransızcası, Bavyera Almancası ile Hamburg Almancası arasındaki fark gibi. (61)
Ondokuzuncu yüzyıl etrüskologlarından Fransız Noel des Vergers:
“Gerek İtalya, gerek Yunanistan hakkında edinebildiğimiz en eski bilgiler gösteriyor ki, bu iki ülkeyi, ilk zamanlarda etkilemiş medenileştirici âmil Pelasglardir” (62). Etrüskçe ve Pelasgça’nın Türkçe ile ilişkileri kurulabildiği gibi Albanca ile de ilişkilendirilmektedir. Bu da göstermektedir ki sadece Osmanlı dönemi Türkçe Albanca etkileşimi söz konusu değildir. Araştırmacılara göre hali hazırda bugunkü Arnavutçada her üç kelimeden biri Türkçeden gelmektedir(63).
Eski Çağ dil ilişkisi açısından bakarsak Alban ve pelasg dilleri üzerine şu ifadelere katılabiliriz: “Albanların İliryan-Pelasgian orijinin en somut delili Alban dili çalışması ile desteklenmiştir. Yine de, fonetik ve yapıda bazı benzer noktalara karşın, Albanyan dili komşu milletler tarafından konuşulan dillerden tamamen ayrıdır. Bu dil özellikle Thraco-iliryan olarak isimlendirilmiş diller gurubunun sadece hayat da kalan tek temsilcisi olarak ilgi çekicidir. Bu dil grubu Balkan yarım adasının sakinlerinin ilk konuşmasını oluşturan dil grubudur. Onun analizi büyük zorluklar ortaya koyar. Erken edebiyat yapıtların yokluğu nedeniyle daha erken formlarına ve daha sonraki gelişmelerine ulaşmada kesinlik olmayabilir (64).
Alban dili zaman içinde çok fazla sayıda kelimeler tarafından istila edilmiştir. Bu kelimeler özellikle Albanyan dilinde daha genç olan eski Grek veya Latin kelimeleri idi. Fakat bazı işaretler vardır ki ilk İliryan dili, Balkan yarım adasında şimdi konuşulan dillerin gramer gelişimi üzerine bir dereceye kadar etki etmeye çabaladı (65).
Bununla birlikte bu meselede çok göze çarpıcı bir durum vardır. Albanian dili, bu zamanın insanları tarafından ilâh olarak kabullenmiş karakterlere bağlı olarak mitolojik yaratıkların kalıntıları kadar eski Yunan tanrılarının isimlerinin anlamını gerçek bir şekilde açıklamak için bazı mevcut anlamlara gücü yeter (66).
Açıklamalar; “eski Grek mitolojisinin, bütününde, iliryan-pelasgian’dan ödünç alındığı” fikrini son derece onaylar. Zeus Albanya dilinde “Zot” olarak yaşar. O’nun adına dua, modern Albanyanlar arasında yaygın bir yemin şeklidir. Konuşmada akıl (bilgi) tanrıçası olarak vurgulanan Athena (latincesi Minerva) kaynağını basitçe konuşma anlamına gelen Ablanca “Ethena”dan alır(68).
Suların ve denizin Tanrıçası “Thetlis” deniz anlamına gelen Ablanca “Det” den kaynaklanır. Şunu not etmek ilginç olacaktır ki; Latin veya grekce de “Odyseus” oluşturan “Ulysses” kelimesi Ablanca dilinde “traweler” anlamındadır.”Udhe” kelimesine göre “routh” ve travel” için Albanyaca da kullanım da olan hem “d” “l” ile yapılabilir. Bununla birlikte eski grek dilinin böyle bir kolaylığa gücü yetmez. Fakat birçok durumda hatta böyle zoraki durumda bile mümkün olmayan bir şeydir (69).
İlave olarak, şu gerçeği unutmamalıyız ki, Zeus üstünlülükte eşit olan, orijinal ibadet yeri Dodona olan bir pelesgian tanrısıydı. Albenian dilinin gerçek miktarının, 1/3 ünden çoğunun, tartışmasız iliryan orijinde olduğu, kalanın İlirian- Pelesgian, eski Grek ve Latin (küçük bir Slavik karışımla), İtalyan (Venediklerin denizle kenarındaki işgalinden beri), Türk ve bazı Keltic kelimeler olduğu tahmin edilmiştir (70).
3.ARNAVUTLARIN MENŞE-Î
Ercan Çokbankir, “Balkan Türklerinin Kökleri”isimli eserinde; “Arnavutlar İllirya (M.Ö.1200) kökenli bir kavimdir. İllirya dili uzun zaman yaşamasına rağmen Arnavutlar kimliklerini korumuşlar fakat devlet olarak yaşatamamışlardır” demektedir. Çokbankir, bulgularına şu cümlelerle devam eder: “İlliryalıların, Geg’lerin yani Kuzeyli Arnavutların ataları, Epirotlar’ın ise Tosklar’ın yani güneyli Arnavutların ataları olduklarına inanılmaktadır. Ünlü Coğrafyacı Strabon, Epirotların aynı zamanda Pelasgialı olarak adlandırıldıklarını ifade etmiştir.
Arnavut kelimesi bir Güney Arnavutluk (Toksa ) aşireti olan “Arbanit”lerin Hicri. 835 yılı Osmanlı kayıtlarında Arnavutluk Vilayetinin ismi Arvanit ili olarak geçer. Arnavutlar ülkelerine, kartallar ülkesi anlamına gelen Şipira derler. Bu bakımdan Şipira Arnavut bayrağında da görmek- teyiz.(1)
Arnavutlar Orta-Güney Avrupa’da yayılmış ve İtalya’ya dahi göç vermiştir. İtalya’ya göçen Arnavutlara “Arberes” ismini vermişlerdir. Eskiden Pagan olan Arnavutlar Aziz Paul zamanında Hıristiyanlığı seçtiler. Yine de Arnavutların Hıristiyan kimliği Ortaçağ boyunca huzurlu ve kararlı bir halde değildi. Sık sık şiddet yoluyla din değiştirmeden sonra, birçok Arnavut kilise öğretisine karşı Bogomilliği kabul etmiştir. Arnavut Bogomillere resmi kilise tarafından acımasız zulümler yapıldı. Her Bogomil gibi onlarda daha sonraki yıllarda Pomak ve Boşnaklar gibi Müslümanlığı seçtiler. Müslümanlığı seçenler bize göre genellikle Albanlardır. İllirya kökenli Arnavutlar ise genelde Hıristiyan olan Arnavutlardır. Hıristiyan Arnavutlar içinde Osmanlı döneminde -ihtida- yoluyla İslamiyeti seçenlerde olmuştur. (2)
Ahmet Aydınlı ise, Albanlar üzerine yazdığı ifadelerde: “Arnavut unsuru ile ilgili en objektif tarihî belgeler yalnız Türk tarih, kaynaklarında mevcuttur. Albanologların Arnavud diyalektiği, filolojisi, sentaksı ile ethnolojik ve historik problemleriyle ilgili en mücerret belgeler Türkiye’de ve Türk tarih, kaynaklarında mevcuttur. Zira Arnavutlar, her yönden hars, örf ve ethnik yapı bakımından saf-kan Türktürler. Ethnik yapılarında hiç bir suretle Grek, Lâtin ve Slav halitası (karışımı) yoktur” (3)demektedir.
Kadim Albanların ilk yurdu bugünkü Azerbaycan yöresidir. Kadim Albanya’yı Doğu’da Hazar denizi, Güney batıda Kür ırmağı, Kuzey-batıda Kanık (Alazan) ırmağı ile Kürin, tabasaran emaretleri ve Kazıkumik ile Kaytak’tan Kafkas dağ silsilesi ayırmakta, idi… Hudut bu kesimden itibaren; Darvag ırmağı ile Hazer denizine uzanmakta ve bugünkü Şirvan gazası ile Selyan, Baku, Şeki, Derbent, Tabasaran, Kurin ile Samur ve İlisu ülkesinin Cenup kısmını içine almakla idi… Başkenti ise; yüzyıllar boyu BÜYÜK PARTAV şehri olmuştur. Bugünkü Azerbaycan yöresinde yapılmış olan arkeolojik ve toponimik araştırmalar bir kül halinde kadim Alban medeniyetini ‘bütün veçheleriyle meydana çıkarmıştır (4).
Azerbaycan’da yaşayan Alban ve Atropaten kabilelerinin güney Kafkasya’dan gelen kavimlerin baskılarından sonra Balkanlara göçtüğü görülür. Atropatenlerin kurduğu devlet M.Ö 331 Govgamel savaşından sonra bölgeye egemen olmuştur. (5)
Daha sonraları güney Kafkasyalı kavimlerin bölgeyi egemenliğine katmasıyla bölge halkı daha öncekiler gibi Karadeniz üzerinden Balkanlara inerek Arnavutluk ve Makedonya’da Azeri Albanlar yerleştikleri bölgeye de Albanya ismini vermişlerdir.
Azeri kaynaklarında Albanların İskitlerle benzerliği de şu ifadelerle anlatılır: “Plutarx Albanları an casur xalg kimi tasvir edir. Strabon Albanlar haggmda -güzalliyi ve boyunun ucalığı ile farglanır-, Dionisi Perieget -dövüşkan Albanlar- Yevstrafiya -Albanlar dövüşkan xalgdır-Rufi Fest -coşkun Alban- ifadalarını işlatmişdır.”
“Tarihin Babası” Herodot Pers Kralı Darius ile İskitlerin yaptığı savaştan bahseder. Neticede Karpat Dağları ile Dobruca arasındaki (Scytia Minor) adı verilen bölgeye yerleşerek bu bölgeye adlarını ve büyük bir gelişme göstererek üstün bir medeniyetin eserlerini verdiklerini kaydeder (6).
Başka bir kaynakta bu konu üzerinde şu bilgileri verir. M. Ö IV ve III. yüzyıllarda Azerbaycan’ı oluşturan iki bölgeden Arrania ve Albania’dan bahseder. Zamanla Perslerin egemenliğine giren bu satraplıkta çok çeşitli diller konuşulmaktadır. Arnavutluk tarihini incelediğimizde M.Ö 1. yüzyılda Makedonya ve Dalmaçya kıyılarında Arnavutluk (Albania) devletinin kurulduğunu ve Azeri tarihindeki Makedonya’ya göçen Albanların, Albania (Arnavutluk) devletini M.Ö I. yüzyılda kurulmasının denk gelmesi tesadüf olamaz. (Balkanlar El Kitabı. CiltI. S.2) Bu iki ayrı kaynaktaki iki devletin kurulmasının çakışması, Arnavutların kökenlerini kimler olduğunu aydınlığa çıkarmış olmalıdır. Yine bazı tarihçilere göre Albanlar 1-) İndo-Katkas 2-) Çeçen-Inguş 3-) Sak, Saka (İskit) boylarından biridir. Tarihçiler bu üçüncü tezi kabul ederler. Albania kuruluşunda 20 civarında dilin ve etnik topluluğun devletiydi. Tıpkı Kafkaslarda olduğu gibidir (7).
Albania ismine Strabon’un “Geograpbıka” adlı kitabının 43. sayfasında rastlayabilirsiniz. 17 kitaptan oluşan “Geographika” adlı kitaplarının I. III. IV. VII. XI ciltlerinde bazı bölümlerinde İskitlerden bahseder. İskitlerden ve Albania isminden Geograpbika Kitabının 43 sayfasında, Kaukasos (Kafkas) Dağları’nın güneyinde bir ülke olarak rastlarsınız. Yine Azeri tarihinde Albanlar’dan şöyle bahsedilir. “Strabonun ma lumatma göra Albanlar daha çok Aya sitayiş etmiş ve İberiya sarhadında onların ma’badi olmuştur. Strabonun ma’lumatma göre e.a. IV-IlI asrlarda albanlann bir hissasi Midiya-Atropatena arazisinda da yaşayırdı.” ( 8).
Bazı tarihçiler Albanların Kafkasya’dan ayrılmadığını iddia ederler. Bize göre zamanın ünlü coğrafyacısı ve gezginini Strabon’un bu ifadeleri gerçekleri yazmış olmalıdır. Yine Elizabeth A. Zachariadou. “Sol Kol” adlı kitabında Sarı Saltuk Dede ve diğer bazı Bektaşilerin ve Albanların, Azerbaycanın Hoy şehrinden olması ile ilişki kurmak ister. Bu konuyu araştıran Avrupalı uzmanlardan Melikoff, Elizabeth. A. Zachariadou. v.b bu tezi destekler(9).
Strabon’un “Geographika” adlı kitabının 107. sayfasında ” Trakhialara ve Troialılara ait birçok ortak isim vardır. Örneğin Skaler denilen Thrak’larda, Skaios Irmağı, Skai’ler suru gibi Troia’da da Skai’ler kapısı vardır.”diye bahsetmektedir. Burada Saka= iskit kelimesinin benzerliği üzerinde biraz durmak gerektiği kanaatindeyiz. Çünkü Kafkasya kavimleri içinde Saka Türklerinden Skailer olarak bahsedilmektedir (10).
Traklar, Troia (Truva) medeniyetinin de kurucusudurlar. Bu bölgede yaşamışlardır. Truva savaşlarının başkomutanının ismi Turku’dur. Yine Truva’da yaşayan kabilelerden birinin adının Turgiş olması ilginçtir (11).
Azerbaycan Türklerinden “Firidun AĞASIOĞLU’nun AZER HALKI isimli eserinde: “Etrüsk dili türk dili unsurları içermektedir. Etrüskler Tryodan İtalyaya geldiklerinde bir çok türk dilli toponimleri (yer adlarını) da beraberlerinde getirmişlerdir. Azerbaycan’ın kadim Alban bölgesinde gördüğümüz alban, rutul, sibar (subar), gibi etnonimler, ve Alba Longa (Uzun Alba), ülkesi, Albina, Tibr çayları, Artsakena boğazı, Kasper (Casperia), Qamer (Cameria), Armin, Sibaris, Tarku (Tarquini), gibi şehir adı bildiren toponimlerdir. Bu sıraya Alpan, Turan (Afrodita), Tarxan, Tin (Zeus), Uni, Herle (Koroglu), Aplu (Apollon),tartar gibi teonim ve mitik adlarıda ilave etmek gerekir (12). Demek oluyor ki; Kafkas Albanyası ile Balkan Albanyası arasındaki ilişki Etrüsk, İskit (Saka) Türklerinin Orta Asya, Kafkasya, Anadolu, İtalya ve Balkanlara göçü ile ortaya çıkmaktadır. Bu hususlar Albanların sadece Kafkaslarda ikamet etmediklerini de göstermektedir.
Alban Türklerinin bazı özellikleri
Kadim Alban Türkleri Turanî bir kavim olup; sağlam bünyeli, güzel çehreli, mütenasip yapılı, özel yaşayışlarında sade ve mütevazi; şahsiyet ve karakter bakımından dürüst; süvarilikte, ok atmada mahir; umumiyetle göçebe, iyi kılıç kullanan, iyi cins at yetiştiren, kısmen de tarımla iştigâl eden ve dinî inanış yönünden Şamanist idiler. Silâhları umumiyetle yay,ok, zırh, cirit, mızrak ve kılıç’tan ibaret olup; çadırlarının kapıları umumiyetle doğuya müteveccih idi (13).
Alban Kelimesinin Etimolojisi
Kadim tarihlerden beri “Ablan” kelimesi historikci, kronikçi, müsteşrik ile ethnologlarla türkologlar arasında uzun uzun etüd mevzuu olmuştur. Objektif bir görüş ve kanaatimize göre; “Albanya” kelimesi Ermenice, Lâtince, Grekçe ve Almanca ile diğer Batı dillerinde “Dağlık” ve “Aklık” mânâsını ifade eden “Alp” ile “Albus” kökünden iştikak etmiş olması da kuvvetle muhtemeldir. Kadim coğrafyacı Batlamyus, Hazer sahilindeki bir “Ablana” şehri ile Kafkas dağlarından çıkıp ta Hazer denizine dökülen “Albanus” ırmağından bahsetmektedir. Kadim “Ablana” şehri bugünkü “Derbent” şehri olabileceği gibi; Kuba kazasına bağlı “Al-pan” köyü de olabilir. Bu meyanda; “Albahüs” ırmağı ise; şimdiki “Samur-Çay”dır. Greko-Lâtincede “Albi” tâbiri “Ak” mânâsına kullanılmış olması mümkün olduğu gibi; “Hür ve Serbestliği” ifade etme kastıyla kullanılmış olması da pek muhtemeldir. Keza; “Ablan” ile “Albanya” tabirlerinin “Alan” Türkleriyle de her yönlü münasebetleri olması oldukça calib-i dikkattir.(14)
Eski Türklerde, “Ak” tâbiri umumiyetle Aristokrat ve Burjuva sınıfının pek itina ile kullandığı “asalet” sıfatının bir nev’i müteradifidir. Meselâ; “Ak-Hunlar”, “Ak-Koyunlular”, “Ak-Sırplar” ile “Ak-Çadırlılar” gibi… Keza; “Kara-Koyunlular”, “Kara-Hazerler”, “Kara-Kırgızlar” ile “Kara-Çadırlılar” gibi… Umumiyetle “Alban Türkleri” daha fazla “ak-renk” elbise giymeyi tercih ettiklerinden ve gençliklerinde açık renk saça mâlik olduklarından “Ablan” sıfatına muhatap olma ihtimali pek mümkün görülmekte ise de; “Ak”, “Parlak”, “Yükseklik”, “Dağ yığını” ile “Kahramanlık” mânâsını ifade etmekte olan öz-Türkçe “Alb” ile “Alp” köklerinden iştikak etmiş olması en aklî ve en ilmî bir kanaattir. İşte bu münasebetle; “Ablan” ve “Albanes” sıfatlarına muhatap olmuşlardır. Kadim Albanya’nın yanındaki “Elbrus” ile eski Medya’nın Hazer sahillerine pek yakın dağ zirvelerinden biri olan “Elburs” dahi “Parlak” ve “Işıldayan” mânâsını ifade etmektedir. Kadim Romalılar da “Ak-Şu” mânâsında “Albis”, “Albios” ve “Alba” kelimelerinin kullanılmış olduğu sarahatle görülmektedir, Lâtincede “Albus” hem “Aklık” ve hem “de “Işık” manasını ifade etmektedir. Ak-Şehir yerine “Alba” ve “Ablisin”… Ak-Memleket ve “Ak-Toprak” tâbirlerinin müteradifi olarak ta “Albionn” kelimesinin kullanıldığı görülmektedir (15).
Bugünkü İtalyan’ların ve kadim Romalıların kısmen sekenesi olan Etrüks’ler, Orta Asya’dan Anadolu’ya ve Balkan yarım adası ile Dalmaçya ve Adriyatik havzasına göçlerinde pek çok öz-Türkçe kelimeleri de mütemekkin oldukları çevrelere ve diğer- ethnik unsurların lisanlarına, yayılmasına âmil olmuşlardır. Bugün, karşımıza bir nev’i Greko-Lâtinceden iştikak etmiş gibi çıkmakta olan pek çok kelime esasında kadim Türk lehçeleridir. Klâsik Batı dillerindeki “cesur – kahraman” tâbirleri de umumiyetle-“Alb” kökünden alınmadır. Kadim Greklerde “Albion” kelimesi de bu mânâda kullanılmıştır. Şu husus ta şayan-i dikkattir ki, Oğuz Han’ın babası Kara Han zamanında, yaşamış olan bir Türk kahramanının da adı ALBAN’dır (16).
Keza; milâttan evvel; 650 yıllarında, temayüz eden ulu Türk kahramanı Tunga Alp Er, kadim ALBANA şehrinde ve yöresinde yaşamıştır. Bu yüce Türk lideri, Saka fatihinin Medya hükümdarı Keyakseres tarafından milâttan evvel, takriben 625 yıllarında mağlûp edilerek ifna edilmiştir. Halen Azerbaycan’ın pek, çok yerlerinde “Al-pan” ile “Alpat” adlarının “Alpaut” şeklinde kullanılmakta olduğu görülmektedir. Orhun kitabelerinde zikredilmekte olan “Appagu” kelimesi ise; “asilzade” ile “arazî beyi” mânâlarını ifade etme kastı için kullanılmıştır (17).
Bugün Altay’lı Türkler, “Dev”, “Bahadır”, “Zorlu” ile “Yiğit” müteradifi olarak “Alp” tâbirini kullanmaktadırlar. Yakut Türkçesinde ise; “Alp” efsanevî bir kahramanın, adıdır. Yine Yakut Türklerinde “hoş” “güzel” ve “lâtif” manasının müteradifi olarak halen “Alban” kelimesi kullanılmaktadır. Altın-Ordu Türk devletinin vergi yönetmeliğinde “Alban-Yasan” tâbirleri kullanılmış olması oldukça ehemmiyet arz etmektedir. Yakut Türkleri ile Sirbirya’daki diğer Türk boyları hâlen “Alban” kelimesini “ismi has” olarak kullanmaktadırlar. Keza bugün Doğu Türkistan’da “Alban çıkarmak” vergi toplamak mânâlarında kullanıldığı gibi; Moğolistan’ın Urânhay vilâyeti Türkleri “Alban” kelimesini doğrudan doğruya “devlet mükellefiyeti” ve “devlet vergisi” olarak ifade etmektedirler. Böylelikle bir taraftan da “devlet” ve “devlet otoritesi” mefhumunu belirtmiş olmaktadırlar” (18).
4.ARNAVUTLUK-OSMANLI İLİŞKİLERİNİN BAŞLANGICI VE İSKENDER BEY
Arnavutluk, Osmanlılar bölgeyi fethetmeden önce Roma, Bulgar, Sırp ve Bizans hâkimiyetinde bulunmuş bir bölgedir. 1385-1912 tarihleri arasında ise Osmanlı hâkimiyeti altında kalmıştır. Osmanlıların Avrupa’ya geçmesinden önce, ilk kez Güney Arnavutluk’a 1337 yılında Bizans İmparatoru III. Andronikos’un müttefiki olarak Aydınoğlu Umur Bey, Epir despotluğunu imparatorluğa dâhil etmek üzere iki bin kişilik bir kuvvetle bölgeye gelmiştir. Umur Bey’in yardımı ile Bizans, bölgede hâkimiyetini temin etmiştir (1). Bizans için önemli bir sorun teşkil eden bu sorunun çözülmesinden, kısa bir süre sonra daha tehlikeli bir durum ortaya çıkmıştır. 1331’de Sırp asilzadelerinin desteği ile Sırp krallığına getirilmiş olan Stephan Duşan, 1340’ta Güney Arnavutluk’u hâkimiyeti altına almıştır (2). Duşan’ın bu işgal hareketin de bazı Arnavut beyleri askerleri ile ona yardımcı olmuştur. 1355’te Duşan’ın ölmesi ile Arnavutluk’taki Sırp baskısı sona ermiştir. On yıl içerisinde bütün Arnavutluk topraklarında bazısı Arnavut bazısı da Sırp kökenli feodal beyler müstakil olarak faaliyetlerde bulunmuştular. Bu feodal beylerin tamamı, topraklarını küçük prenslikler haline dönüştürerek birbirleriyle mücadeleye giriştiler. Gerek Duşan’ın ölümü ve gerekse Arnavut feodal beyleri arasındaki mücadeleler, Osmanlılara bölgede etkin olma fırsatı tanımıştır. İlk defa Rumeli’ye Bizans’a yardım amacıyla geçen Osmanlılar, Arnavutluk’ta da benzer bir durumla karşılaşmıştılar. Orta Arnavutluk’ta hâkim bulunan Charles Thopia, Kuzey Arnavutluk’ta hâkim olan Sırp II. Balsha ile olan mücadelesinde kendisine yardım etmeleri için Makedonya’da seferde bulunan, Osmanlıları davet etmiştir. Sultan I. Murad bu yardım teklifini uygun görerek bir Osmanlı kuvvetini Arnavutluk’a Thopia’ya yardım için göndermiştir (3). 1385’te Viyosse (Viosse) Nehri üzerinde vuku bulan savaşta II. Balsha mağlup olmuştur. Arnavutluk’taki en güçlü beyler arasında zikredilen Balsha’nın, Osmanlıların yardımı ile yenilmesi ve bu savaşta ölmesi, Arnavutluk’taki Osmanlı hâkimiyeti başlangıcı olarak kabul edilmektedir (4). Nitekim Viyose savaşından kısa bir süre sonra Arnavutluk’taki belli başlı feodal beyler; Balshalar, Thopialar, Dukakigler, Coia Zaccarialar, Musakiler, Zenebissiler, Aranitiler, Vulkaşinler ve Kastriotalar Osmanlı metbuluğunu (tabiyetini) tanımışlardır. Osmanlılar, kendilerine has fetih politikası gereğince ilk aşamada mahalli beylerin himaye edilmelerini yeterli görmüşlerdir. Osmanlıların bu himayelerine karşılık olarak mahalli beyler, oğullarını Osmanlı sarayına göndermek, ihtiyaç durumunda yardımcı kuvvet olarak Osmanlı ordusuna yardım etmek ve yıllık haraç ödemek gibi şartları yerine getirmişlerdir (5). Böylelikle Osmanlıların fetih politikalarının bu ilk aşamasında yani hâkimiyetlerini alıştırma devresinde genel bir hâkimiyet teşekkül olmuştur (6). Sultan II. Murad, Arnavutluk’ta Osmanlı hâkimiyetini daha yaygın bir hale getirmiştir. Venedik’e karşı üstünlük kuran Osmanlılar, bölgenin doğrudan kontrolünü sağlayarak tımar sistemini uygulamışlardır. Tımar sisteminin uygulaması, bölgede birtakım sorunların da ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. Osmanlılar, bu rejim içerisinde küçük soyluları kazanmayı başardılar ise de büyük feodal beylerin hücumlarını engelleyememişlerdir. Büyük feodal beyler, tımar sisteminde büyük kayıpları olmuş ve fırsatını bulur bulmaz isyan etmişlerdir (7). Nitekim Güney Arnavutluk’ta Viyosse havzasında Avlonya (Vlore), Kanina, Kermenika, Katafigo. Mokra havalisine hâkim olan Araniti, tahrir sonrasında topraklarının bir kısmı başkalarına tahsis olunduğundan fakirleşmiştir. Bu duruma çözüm bulması için Edirne’ye kadar gelmişse de bir netice elde edememiştir. Bunun üzerine Osmanlılara karşı isyan bayrağı açan Araniti, kendisi gibi memnun olmayan beylerin de desteği ile harekete geçerek topraklan üzerindeki tımar tasarruf eden Anadolulu sipahileri katletmiştir (8). İsyanı bastırmak için harekete geçen Arvanid Sancakbeyi Evrenosoğlu Ali Bey, Kurveleş dağında yapılan savaşta mağlup olması, isyanın boyutunu değiştirmiştir (9). Güney’in güçlü beylerinden Gepe Zenebissi, Ergirikasrı havalisinde, Thopia ise Draç havalisindeki köylüler ile ayaklanmaya katılmıştır (10) Araniti isyanının bilhassa Güney Arnavutluk’ta çok kısa sürede yayılması, Osmanlı payitahtında büyük bir kaygı uyandırmıştır. Muhtemel bir Venedik yahut Macar müdahalesinden çekinen Sultan Murad, bölgenin nazik durumunu da göz önüne almış olsa gerek, bizzat Serez’e kadar gitmiş ve maiyetindeki hemen hemen bütün kapıkullarını seferber etmiştir. Rumeli Beylerbeyi Sinan Paşa, uç komutanları Turahan Bey, İshak Bey ve Evrenosoğlu Ali Bey’in yaptıkları büyük bir seferle isyan bastırılabilmiştir. Bu sefer sırasında Sultan Murad bizzat Manastır’a gelerek harekâtın neticesini beklemiştir. İsyan bastırılmakla beraber dağlara sığınan asilerin tamamı 1435’te Evrenosoğlu Ali Bey tarafından etkisiz hale getirilmiştir (11). Böylece İskender Bey in isyanına kadar bölge huzur içerisinde kalmıştır.
İskender Bey Kimdir?
Aleksandre Popoviç BALKANLARDA İSLAM kitabında belirttiği gibi: “Iskender-Beg’in imajı Türk tarihçilerinde (Bkz. H. İnalcık) İskender Beg, EI’de, IV. sayfa 144-146, Fransızca ed.) Arnavut tarihçilerinden çok farklıdır. Arnavut tarihçiler için, üstün efsanevi bir kahraman söz konusudur, millî bağımsızlık savaşını kişileştirmekte, savaşını sürdürmekte muzaffer sonuç güçlerin dengesizliği ile daha kusursuz olmaktadır. İşgalciler on kez daha üstün ve daha iyi silahlanmışlardır.” (Aleksandre Popovic.: Balkanlarda İslam.Türkçesi: Komisyon. İnsan Yayınları.İst.1995.s.52 )
Popoviç’in ifadesinde, “İskender-Beg üzerine Arnavutluk yayınları sayılamayacak kadar çoktur. (Meselâ, bkz. Ihstoria e Skenderbeug – Kryezotit, te Arberise 1405-1468, Tiran, 1967; M. Drizari, Scanderberg: his life, correspondance, orations, victories and philosophy Palo Alto 1968). Ölümünün 500. yılı, onun adına birçok kongre ve konuşmalara yer verdi. Özellikle Tiran’dakini belirtelim (Deuxieme conference des Etudes alba-nologique occasion du 5e centenaire de la mort de George Kostriote Skanderberg, Tiran, 12-18 Ocak 1968, 2 o, Tiran 1969-70) ve Yugoslav Arnavutları tarafından Düzenlenmiş bir sempozyum,(Priştine’de 1969’da,Instıtuti Albanologik Prishtines,Simpeziumi per Skenderbeg)” (Popoviç.ag.e.s52.)
İskender’in büyükbabası, Yani Kastriota, Akçahisar prensi sıfatiyle I. Kosova’ya katılmış ve I. Murâd’a yenilen hükümdarlar arasında bulunmuştu (1389). Kastriotalar’ın prensliği, en geniş şekliyle güneyde Arzan deresine, kuzeyde Drin ırmağına, doğuda Kara Drin’e, batıda Adriyatik’e kadar uzanıyordu. 1423’te II. Murâd, Arnavutluk’a gelince, Kastriotalar, Venedik tâbiiyetinden ayrılmışlar, eskisi gibi Türkiye tâbiiyetine girmişlerdi. İskender Bey’in babası, 1423’ten 1443’e kadar 20 yıl, Türkiye’nin sâdık bir tabii olarak yaşamıştı (12). İskender Bey, Arnavut prenslerinden Yani Kastriota’nın küçük oğlu idi. Ağabeyleri ile beraber çocuk yaşında Osmanlılar tarafından rehin olarak alınmıştı. İskender Bey, o sıralarda birçok Arnavut’un yaptığı gibi Müslüman olmuş, prenslikten vazgeçmiş, sarayda yetiştirilmiş, sancakbeyliğine yükseltilmişti. Kastriota’nın İskender’in ağabeyleri olan çocukları ise ölmüştü (13).
Morava meydan muharebesinde İskender Bey’in başında bulunduğu Türk birliğini bırakıp muharebe meydanından kaçması, Hunyadi’nin zaferini kolaylaştıran mühim âmillerden birini teşkil etmişti. İskender Bey, Hunyadi Yanoş’un zaferleri üzerine emellerini gerçekleştirebilecek zemini bulduğunu sanmıştı. Emeli, Arnavutluk kralı olmaktı. Arnavutluk, hiçbir devirde krallık değildi. Küçük prensler ve derebeyleri arasında bölünmüş bir memleketti. Bu derebeylerinin mühim kısmı Türkiye’yi, bir kısmı da Venedik’i, hattâ Napoli krallığını metbû (tabii) tanıyordu. İskender Bey’in babası 1443’te ölünce, Osmanlılar, onun topraklarını doğrudan doğruya Türkiye’ye katmışlardı (14).
İskender Bey, acele Kroya (Akçahisar) kalesine gitmiş, tanzim ettiği sahte fermanı sancakbeyi Hasan Bey’e gösterip padişahın kendisine Hasan Bey’in yerine Akçahisar sancakbeyliğini verdiğini bildirmişti. Az sonra babasının 300 adamı ile küçük Türk garnizonunu kılıçtan geçirmiş, kendisini Arnavut prensi ilân etmiş, Müslümanlıktan dönerek tekrar Hıristiyan olmuştur. Bir sancakbeyinin Müslümanlıktan dönmesi çok ağır bir hâdise olduğu gibi, Batı Arnavutluk’un kilidi olan müstahkem Akçahisar’ın elden çıkması da, bu çevredeki Türk hâkimiyeti için tehlike teşkil edebilecek mâhiyetteydi. Üstelik İskender Bey’in şahsiyeti, çekinilecek bir şahsiyetti. İhtirası sonsuzdu ve Türklere karşı amansız bir kin besliyordu. Tirana ile Leş (Alessio) arasında bulunan Türk sancak merkezlerinden Akçahisar kasabası, Adriyatik kıyısına 18 km. mesafede idi. İskender Bey’in Venedik ve Napoli gibi büyük devletler, hattâ Macaristan tarafından destekleneceği de muhakkaktı. Arnavutluk’un yolsuz ve çok sarp arazisi, Arnavutlar için, fevkalâde elverişli şartlarla çete muharebesi yapmayı mümkün kılıyordu (15). İskender Bey’in isyan hareketi daha ziyade Kuzey Arnavutluk’ta cereyan etmiş olup Güney Arnavutluk’ta pek etkin olmamıştır (16). Osmanlı tımar sistemine dâhil olmuş olan Güney Arnavutluk’taki Hıristiyan sipahiler İskender Bey’e karşı Osmanlı ordusu ile birlikte hareket etmiştir. Bununla birlikte isyanın ilk çıkması ile bu durumdan istifade etmek isteyen Ergirikasrı havalisinde bulunan Gin Zenebissi, 1444 ve 1454’te bölgenin hâkimiyetini almak için isyan etmişse de netice elde edememiştir (17).
İskender bey isyanında Sultan II.Murâd bizzat Arnavutluk’a geldi. İskender’in amcasının oğlu Osmanlı sancakbeylerinden Hamza Bey, araziyi bildiği için II. Murâd’a rehberlik ediyordu. Akçahisar muhasara edildi. Fakat dağlara yaslanmış olan kale düşürülemedi. Esasen İskender Bey, kalede kalmayı tehlikeli bularak dağlara çekilmişti. II. Murâd, Türk ordusunu kale muhasarası ile yıpratmak, Türk askerlik kaidelerine muhalif olduğu için ısrar etmedi ve çekildi. Fakat kaleyi açlıktan düşürmek için abluka ettirdi. Çekilmesinin sebeplerinden biri de, Hunyadi Yanoş’un yeni bir Haçlı ordusu ile Türkiye’ye girmek istediğini öğrenmesidir (18).
İskender Bey, bu suretle babasının ve büyükbabasının ele geçirebildiği en geniş sınırlara erişebilmek için, Türklerle büyük bir mücadeleye girişti ve Avrupa tarafından Hıristiyanlığın kahramanı ilân edilip, büyük yardımlar gördü. 1450 yazında Padişah, yanına Velîahd Sultan Mehmed’i (ki 18 yaşını geçmişti) aldı ve 2. Arnavutluk sefer-i hümâyûnuna çıktı. Hedef, gene İskender Bey’di. İskender Bey, Türk ordusunda uzun müddet hizmet ettiği için, Türklerin bütün taktiklerini öğrenmişti. Bu, kendisine büyük imkânlar sağlayan bir keyfiyetti. Bu seferde de II. Murâd, Akçahisar’ı alamadı ve Edirne’ye döndü (19).
Fatih’in Sefer-i Hümâyûnu 1. Arnavutluk Seferi (1466)
Fâtih, Karaman seferi ile aynı yılda Amavutluk’a da bir sefer açtı ve kumandasını bizzat üzerine aldı. Bu seferde Türkler’in “Akçahisar” dedikleri Kroya muhasara edilmiş, fakat son derece sarp pozisyonundan dolayı alınamamıştır. Akçahisar, İskender Bey’in merkezi idi ve 1447’de II. Murâd tarafından da düşürülememişti. Fâtih’in Arnavutluk’tan çekilmesi üzerine Balaban Bey, kalenin muhasarasına devam etmiş, fakat bir müddet sonra kale önünde daha fazla oyalanmaktan vazgeçilmiştir (20).
Bu seferin en mühim hâdisesi, Fâtih tarafından “Elbasan” (yahut “İlbasan”) kalesinin inşâsıdır. Az zamanda bu kale, büyük bir kasaba hâline gelmiştir. Elbasan’ın yerinde, Bizanslılar devrinden kalma Valmora kasabasının harabeleri vardı. İşkombi suyu ürerinde ve Akçahisar’ın az güneyinde Arnavutluk’ta tam merkezî (Tirana’nın 30 km. güneydoğusu) böyle bir müstahkem Osmanlı mevkiinin ortaya çıkması, Fâtih’in Arnavutluk’un fethini tamamlamak niyetini gösterir. (21)
Sefer-i Hümâyûn: 2. Arnavutluk Seferi (1466-67)
Fâtih, 1466’nın sonunda tekrar Arnavutluk’a gelmiştir. 1467 ağustosunda Akçahisar tekrar muhasara edilmişse de, düşürülememiştir. Ancak bu iki Arnavutluk sefer-i hümâyûnu, İskender Bey’in pozisyonunu son derecede nâzik bir hâle getirmiştir. İskender Bey, 17 Ocak 1468’de yani Fâtih’in 2. Arnavutluk seferinden 4-5 ay sonra eceliyle Türklerin “Leş” dedikleri “Aîessio” da ölmüştür. 65 yaşlarında idi. Leş, Akçahisar’ın az kuzeybatısında ve Adriyatik’e çok yakındır. İskender Bey isyanı bu suretle 1443’ten 1468’in ilk günlerine kadar tam 25 yıl sürmüştür. İskender’in ölümü üzerine zevcesi, yanına oğlu Chion (Jean)’u alarak, Napoli’ye gitmiştir. Napoli krallığı, İskender’in metbûu idi. (22)
İskender’in ölümünden sonra Arnavutluk problemi durulmuştur. İskender’in bir kısım toprakları Türklere geçmiş, bir kısmında ise mahallî Arnavut sergerdeleri, Türkiye’ye, Venedik’e veya Napoli’ye tabî olarak yerleşmişlerdir. Bu tarihte kuzeybatıda dar bir şerit dışında bütün Arnavutluk, Osmanlı hâkimiyetindedir. (23) Halime Doğru’nun ifadesiyle Balkanlarda Fatih’i en çok uğraştıran İskender Bey olmuştur. İskender Bey; bir Hıristiyan savaşçı olarak Papa’dan, İtalyan şehir devletlerinden ve Macar kralından yardım görmüş, Papa II, İskender Bey’e “Hıristiyanlığın Kalkanı” unvanı ile hitap etmiştir” (24). 1463’te hayatî menfaatleri haleldar olan, Bosna ve Hersek’in ilhakından ürken Venedik ile Türkiye arasında, 16 yıl sürecek büyük bir harp patlamıştır. Bu harpte Türkiye, büyük devletlerden Venedik, Macaristan, Almanya, Lehistan, Aragon, Kastilya, Napoli, İran, diğer devletlerden Kıbrıs, Rodos, Papalık, Floransa, Milano, Savoie, Ferrara, Modena, Siena, Lucca, Pisa, Mantua, Trento, Burgonya, Ceneviz, Karaman, Gürcistan ile savaşa girmiş ve tek başına hepsini yenmiştir. Üstelik düşmanların tahrik ettikleri Arnavutluk, Hersek ve Boğdan’daki mühim isyanlar da bastırılmıştır. Bu büyük harbi kuvveden fiile çıkartan muharrik kuvvet, Papa olmuştur. Papa’nın siyasî faaliyetleri, İstanbul’da safha safha ve inceden inceye tetkik ve takip edilmekteydi. Avrupa’da çok kuvvetli olan ve bazılarına Tuna üzerinde tımarlar tahsis edilen Türk casusluk şebekesi mensupları, bu meseleye karşı çok hassas olan İstanbul’a günü gününe haber gönderiyorlardı. Bu müşkül anlarda Fâtih Sultan Mehmed’in bütün endişesi, hem Rumeli’nde, hem Anadolu’da aynı zamanda çarpışmaya mecbur kalmak olmuştur. Bunu önleyebilmek için, bütün dehâsını kullanmıştır. (25)
Daha 1454 Nisanında Regensburg’da toplanan İmparatorluk Diyeti’nde imparator III. Friedrich ve Napoli kralı V. Alfonso’nun önayak olmalarıyla, bütün Avrupa’da, Hıristiyan devletler arasında, Türkleri Avrupa kıt’asından söküp atmak üzere, 5 sene müddetle mütareke akdi kararlaştırılmıştı. 1457’de Papa III. Calixtus (1455-1458), hem Uzun-Hasan, hem de Gürcistan Kralı ile Osmanlılar’a karşı ittifak müzakereleri yapıyordu. Halefi II. Pius (1458-1464), bir Haçlı seferi açılması için, Mantua’da kongre topladı. Sonraki Papalar, II. Paul (1464-1471) ile IV. Sixtus (1471 -1484) da, şiddetle aynı siyâseti tâkip ettiler. Avrupa’nın en kudretli devletleri, Venedik ile Macaristan, 1463’te, Türkiye’ye karşı tam müttefikan hareket etmenin kesin lüzumuna tamamen inanmışlardı. Bosna’nın fethi, her iki devleti de tehdit ediyordu. II. Pius’un gayretiyle, Venedik ve Macaristan, resmen ittifak muahedesini imzaladılar. Bu ittifaka, Burgonya Dukalığı gibi başka devletler de katıldı. Hattâ Türkiye’nin taksimi projesi bile kararlaştırıldı (Zinkeisen, II, 283). Bu projeye göre, Büyük Harp Müttefikler tarafından kazanıldığı takdirde, Venedik: Mora, Attika, Tesalya, Epir’i, İskender Bey: Makedonya’yı, Macaristan: Sırbistan, Bosna, Eflâk, Bulgaristan’ı yani aslan payını alıyor, merkezi istanbul olmak üzere Trakya’da da Bizans İmparatorluğu ihya ediliyordu. Yani Türklerin Avrupa’dan tamamen sürülmesi kararlaştırılmıştı. Uzun-Hasan da Osmanlıları Anadolu’dan Balkanlar’a atmak azminde olduğuna göre, demek ki Osmanlılara hayat hakkı tanınmıyordu. Bu durum, Fâtih’in ne derecelerde nâzik bir pozisyonda bulunduğunu açıklamaya fazlasıyla yeter. Zira Türkiye aleyhindeki koalisyona girmemiş, bir Çin ve Japonya imparatorlukları kalıyordu (26).
Fakat Fatih’in dehası Türkiye’yi kurtardı ve iki cephenin aynı anda harekete geçmesine fırsat vermedi. Bunu önlemek için giriştiği faaliyet, Fâtih’in, Avrupa devletleri arasındaki siyasî dâva ve ihtilâfların bütün inceliklerine ne dereceye kadar nüfuz ettiğini göstermesi bakımından da mühimdir. Sultan’ın her tarafta Müttefikleri müşkül vazıyete düşürmesi karşısında II. Pius, 15 ağustos 1464’te Ancona’da kederinden öldü. Halefleri olan Papalar, ondan daha mesut neticeler alamadılar. Bu sıralarda Türkiye Hakanı, Venedik ve Macaristan ile sulh müzakerelerinde idi; hattâ bir ara Venedik’in Mora, hattâ. Midilli, Macaristan’ın ise Bosna üzerindeki emellerini okşar göründü. Bu parlak ümitler karşısında gevşeyen Venedik ile Macaristan, mütarekeye yanaştılar. (27) Fatih Sultan Mehmed Hanın büyük gayretleri ile Balkanlarda Haçlılara verilen mücadele başarılı olmuştur. İskender Bey ise İslam dininden dönmüş Haçlıların yanında Osmanlı Sarayında birlikte yetiştiği arkadaşı Fatih’in karşısında yerini almıştır.
Günümüzde, İskender bey’in Heykelleri sadece Arnavutluk’ta Kosova’da değil, ROMA, BRUKSEL gibi Avrupa kentlerinde de bulunmaktadır (Necip P ALPAN. Bugünkü Arnavutluk. Kardeş yayınları.Ank.1975. s.27). Avrupalılarca İskender bey’e gösterilen bu ilgi O’nun tarihte Hıristiyanlığa yaptığı hizmetlerden kaynaklanmaktadır. Fatih Sultan Mehmed:”Eğer İskender bey karşıma çıkmasaydı, Venedik’le komşu olacak, Papa’nın başına kavuk geçirecek ve Saint Piere Kilisesinin kubbesine Ay-yıldızı yerleştirecektim” demektedir (Necip P.ALPAN.a.g.e. s.89)
Kosova üzerine kısa bir söz:
“Kosova Kanlı Ova” eserinde Osman Karatay şunları ifade etmektedir:
“Arnavutlar Osmanlı bu topraklara geldiğinde kendilerinin Sırp veya Yunanlılara bağlı, millet olma bilincinden uzak ve Türk yönetiminde gerçek manada millet haline geldiler. Osmanlı geldiğinde Arnavutların küçük bir bölgede bir yarı-devleti vardı. Çoğunluğu, diğer ulusların hâkimiyeti altında idiler. Ayrıca Kosova’da Arnavutlar değil, Sırplar oturuyordu; Metohya’da ise sadece az sayıda çoban vardı. Bugün Kosova Arnavutların çoğunlukta olduğu bir yer ise, Slavların gelişi İle kaybettikleri eski yurtlarına zamanla geri döndüler İse, bunun için Türklere minnet duymaları lazım. Çünkü Kosova tarihinin Osmanlı dönemi; Sırpların şu kitabın okunduğu an bile devam etmekte olan tarihî eğer İslâmlaşma demezseniz, bölgenin Arnavutlaşması tarihidir” (28).
Bugün Arnavut milleti varlık âlemindeyse bunu Osmanlıya ve İslâm’a borçludur. Yoksa Bosnalı Hürlerin ve Dalmaçyalı Latinlerin kaderini yaşayacaklar, bir kısmı Slavlaşıp bîr kısmı da Helenleşerek ortadan kalkma noktasına geleceklerdi. Arnavut tarihçiler iyi biliyor ki, dinî kimliğin etnik kimlikten öne çıktığı, hatta dinin milliyeti belirlediği Ortaçağda yarısı Katolik, yarısı Ortodoks olan Arnavutlar gerçek bîr millî kimliğe kavuşamayacaklardı belki de bir zaman yoğun olarak yaşandığı gibi, iki komşu tarafından asimile edileceklerdi. Ve bugün Kosova ve Batı Makedonya’da tek bir Arnavut bile kalmayacak olmayacaktı. Receb İsmaili gibi Arnavut yazarlar, Arnavutların beş yüz sene boyunca Türk yönetimine, usun süre de İslâmlaşmaya nasıl direndiklerinden gururla bahsediyor. Ama Kosova’yı adeta Türklerin Sırplardan alarak Arnavutlara verdiğinden hiç söz etmiyor (29).
Türk ordularının Sırp illerinde her ileri adımında oranın halkının bir kısmı kendi boylamında kuzeye doğru göç etti. Kosova Sırplarından da kimi topluluklar fetihle birlikte kuzeye, özellikle Hersek bölgesine göçtüler. Osmanlı 1463’te Bosna’yı, 1482’de Hersek’i ve 1499’da Karadağ’ı alınca, buralara sığınmış olan Sırplar daha kuzeye, Krayina, Slavonya ve Voyvodina’ya gittiler. Neticede Kosova’da Sırplardan boşalan yerlere Arnavutlar gelmeye başladılar. Fatih’in buraları fethinden sonra uzun süre Osmanlı yönetimine şüpheli ve düşmanca bakan ve İskender Bey’in ‘hatırasını yaşatmaya çalışan Arnavutlar, 16. yüzyılda münferiden, 17. ve 18. yüzyılda ise kitleler halinde İslâmlaşmaya başladılar. İslâmlaşma en çok Arnavutluk’un orta bölgelerinde oluyordu. Kosova’da ise İslâm’ın yayılması ilginç oldu. Buraya ta Sırp krallığı zamanından beri göç etmeye alışık olan Kuzey Arnavutluk’un, İşkodra yöresinin Katolik Arnavutları, Ortodoks Sırplardan çok, münferit Müslüman Arnavutlarla ve Türklerle hemhal oluyorlar, Katolik kitleden uzaklaştıkları için de eski dinlerini terk etmeleri zor olmuyordu. Burada Müslümanların sayısı arttıkça yerli ve yeni gelen Katoliklerin İslâm’ı kabulleri ivmelendi (30).
SONUÇ:
Şimdilik kısa bir şekilde özetlediğimiz Balkan Albanyası üzerine yazılacak çok şey bulunmaktadır. İskitler, Hunlar, Alanlar, Avarlar, Bulgarlar, Kuman-Kıpçaklar, Peçenekler, uzlar gibi Türk boylarının Balkanlara akın akın geldiğini düşündüğümüzde Arnavutluğun Tarihi daha net anlaşılacaktır. Fakat Türk Milleti kendi soyundan gelen birçok topluluğu “yeniden Türkleşmeye” davet edememiştir(Türkleştirmek değil).
Bunun bedelini Bulgar ve Macarlara fazlası ile ödeyen Şanlı Ecdadımız Osmanlı Türklerinin acı akıbeti bizlere ibret olmalıdır. Bulgaristan’ın kurucusu Asparuh’un bayrağının Oğuz Kayı damgası olduğunu gördüğümüzde bu gerçeği çok iyi anlarız. Macarlar ve Bulgarların bir dönem Turancılık faaliyetleri bizler tarafından kayda değer alınmamıştır. Slavcılık cereyanının acımasız taktikleri ile birçok Türk boyu kendini slav farz etmiş ve Türk düşmanı kesilmiştir. Balkanlarda “Türk-Alban-Boşnak-Pomak-Torbeş” dostluğu ihsas edilmeli ve tarihten ibret alınmalıdır. Geçmiş de Müslüman olmayı “Türk olmak” deyimiyle ifade eden atalarımızın mirası bugünlere aktarılabilmelidir. Turan boyları; geleceğe dostluk, hoşgörü, ileri görüşlülük çerçevesinde hazırlanmalıdır. Tarihte görülen İskender Bey ve muhtelif Arnavut isyanları, günümüzde zaman zaman Evlad-ı Fatihan ile Arnavutlar arasında oluşturulmak istenen gerginlikler; Arnavutların kadim Türk boylarından geldiği gerçeğini değiştiremez.
İskender Bey, Osmanlıya ihanet ederken, amcazadesi Hamza bey Osmanlıya bağlı kalmıştır. Şemseddin Sami Türkçe ve Arnavutça sahalarında Osmanlı Türk aydını olarak Türklüğe hizmet etmiş, ağabeyi Arnavutçuluk yapmıştır. Mehmet Akif’in babasının, Enver Paşa’nın annesinin Arnavut olduğunu düşündüğümüzde ise Millî Terbiye ve aidiyet şuurunun ne kadar önemli olduğunu anlamaktayız.
Arnavutluk tarihi, mitolojisi, folkloru, geleneği, hayat tarzı ve halk inançlarının; Türkiye ve Türk Dünyası ile olan bütünlüğünün ortaya konması, Türklük aidiyet şuuru açısından önemlidir. Arnavutluk ve diğer Balkan ülkelerinden çıkan tarihi eserlerin; Etrüsk, Pelasg, İskit (Saka), Hun, Avar, Bulgar, Alan, Peçenek, Kuman-Kıpçak ve Oğuz Türkleriyle olan bağlantıları Turanlı araştırmacıları beklemektedir. Bizler de zaman içinde bu hakikatleri gün ışığına çıkarmaya katkıda bulunmaya devam edeceğiz.
KAYNAKLAR
1.GİRİŞ
1.Zekiyev M Z.: Türklerin ve Tatarların Tarihi.Çeviren.ahsen Batur.Selenge y.İst.2006
2.Ayda A.:Türkleri İlk Ataları.Ank.1987.s.44.
3.Kırzıoğlu F.:”Ablanlar Tarihi” TTK.
4.Gökberk M.:Tarih BİLİNCİ.Ömer Asım Aksoy Armağanı.Türk Dil Kurumu Yayınları.Ank.1978.M.Canpolat.,S Tezcan.,M Ş Onaran.s.117
2.KADİM BALKAN ALBANYASI TARİHİ
1.www.albanian.com Çeviri: Agron http://www.arnavut.com/tarihi.php
4.a.g.e.s.202
5 a.g.e.s.203
20.Memiş.E.:Eski Çağda Türkler.Çizgi kitapevi.Konya.2002.s.85.
21.a.g.e.s.85.
22.a.g.e.s.85. Troya savaşları için bkz: E Memiş, Eskiçağ Tarihinde Doğu-Batı Mücadelesi, 2.baskı, Konya 2001, s.47-53
40.Ayda A. : Türklerin İlk Ataları.Ank.1987. s.19
63.Öztuna Y.Rumelini Kaybımız.ötüken.İst.1990.s.16.
65.a.g.m.
3.ARNAVUTLARIN MENŞE-Î
1.Çonkbankir Ercan.: Balkan Türklerinin Kökleri (Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar). Etki Yayınları, İzmir. Nisan. 2008. s.192
3.Aydınlı Ahmet.:Batı Trakya Faciasının İçyüzü.Akın Yayınları,İst.1971 s.115-122
4.a.g.e. s.115-122
12.Firidun AĞASIOĞLU.:AZER HALKI.Çaşıoglu.Bakı.2000.s.150
13.Aydınlı.A..a.g.e. s.115-122
14.a.g.e. s.115-122
15.a.g.e. s.115-122
16.a.g.e. s.115-122
17.a.g.e. s.115-122
18.a.g.e. s.115-122
13.Öztuna Y.:a.g.e.s. 422-425.