Ulupınarlı Asırlık Bir Çınardı Hüseyin Kaplan (1915-2014) |
“Ulupınar” Bursa –Yenişehir’de bir macır köyüne halkın verdiği isim. Macırları oraya yerleştiren Osmanlı Devleti ise resmi kayıtlarında o köye “Osmaniye” adını vermiş. Hüseyin Kaplan neredeyse bir yüzyıl süren yaşam yolculuğu, su kaynakları bol olan o şirin köyde başlamış.
Onun son yıllarına ben de yetişip, muhabbetine ortak olmuştum. Notlarını eski yazı ile tutması ve benim de eski yazıyı biliyor olmam bizi dost kılmıştı. İçinde notlar tuttuğu birkaç defterini bana hediye etmişti. Bu defterleri arşivimde bir hatıra olarak tutmaktayım.
Doksanüç Harbi(1877-1878) sonrasında Bulgaristan’dan gelen muhacirlerinin yerleştirildikleri Ulupınar mevkiine Osmanlı Devleti tarafından resmi olarak “Osmaniye” adı verilmiştir. Hüseyin Kaplan da bu köyde doğmuştur. Çok sonradan ahbap olacağı komşu köy Orhaniyeli (Hacı Ömer Dere) Müstecib Onbaşı’nın Çanakkale’de kahramanlaşan bir asker olduğu 1915 yılı Hüseyin Kaplan’nın doğduğu senedir. Osmanlı Devletinin büyük ve kirli bir dünya savaşında dağılacağı savaş yılları ile Türkiye Cumhuriyetinin temelini atan Kurtuluş Savaşı bizim için tarih; Hüseyin Amca içinse acılı çocukluk yılları demekti.
Hüseyin Kaplan’ın ailesinin, köyünün hayatındaki ilk büyük dönüm noktası ise Doksanüç Harbi ve onu takib eden büyük göç hareketidir. Bu göç olayını bizzat 1861 doğumlu babası Osman Efendi’den ve göçe tanık olmuş köylülerinden dinlemiş; anlatılanları müthiş bir hafıza ile bize kadar intikal etmiştir. Ben ondan bu hadiseyi uzun uzadıya dinleme imkanı bulmuştum. Anlattığına göre annesi göç yolculuğu sırasında doğmuş. Hem babası hem de annesi aslen Bulgaristan Tırnova Kazasının Tantur Köyünden imişler. Babasının Osmaniye Köyüne geliş tarihi ise 1888 imiş.
Aslında o bütün bu olayları ayrıca iki kitap halinde yazdı. Ali Bilgiç’in düzenlediği söz konusu bu kitaplar maalesef yaygınlaştırılamadı. Sadece birkaç nüsha halinde kaldı. Bu iki kitap yeniden ele alınıp, tekrar bölümleri sadeleştirilip, bir tarihçi tarafından dipnotlarla zenginleştirilip, ulusal bir yayınevinden yayınlatılabilirse ne güzel olur!
Sürekli okuyup, yazan bir adam olan Hüseyin Kaplan, enteresan bir biçimde, notlarını eski yazı ile tutardı. 1928 yılının sonlarında ülke olarak Latin Alfabesine geçtiğimiz zaman Hüseyin Kaplan, on iki yaşlarında bir çocukmuş.
Hayatında sadece üç yıl köyündeki okula gidebilmiş ve o yıllarda eski yazı ile eğitim görmüş. Öğretmeni Şumnulu Hafız Hasan Efendi’den almış ilk bilgilerini. Ondan sonrası içinde kalan bir yara olmuş gidemediği okul. Neden devam etmediğini sorduğumda şöyle cevap vermişti: “Köyümüzdeki ilk mektep üç yıllık idi. Dört ve beşi okumak için en yakınındaki köy Sülemiş Köyü idi. Gitmeyi çok istedim. Ancak babamın maddi gücü yetmemişti. İşte okula devam edememek hep içimde ukde kalmıştır”
Yine de sadece üç yıl ilk mektepte gördüğü eski yazıyı ömrü boyunca unutmamış ve mesela pazar alış-veriş listesini dahi eski yazı ile tutarmış. 1930-31 senelerinde Kuran dersini de özel olarak Şumnulu Hafız Hoca’dan almış. Bu yönüne rağmen Hüseyin Amca, yeni alfabeyi de gayet ustalıkla kullanan biri olarak hemen her konuşmasında Cumhuriyeti ve onun yeniliklerini savunan biri idi. Günümüzde oluşturulmuş basit ezberleri bozan bir çocukluk ve gençlik yaşantısı geçirmiş.
Hemen her yönü ile canlı ve zengin bir tarih idi Hüseyin Amca. Köyün biraz dışında bir bahçe içinde güzel bir evi vardı. Emeklilik sonrası yerleştiği ata yurdu köyünden pek ayrılmak ve çocuklarına dahi yük olmak istemiyordu. Oğullarının hepsi dışarıdaydı; köyde kalan çocukları yoktu. Biz de onu köyünde ziyaret ederdik ara sıra. Allah rahmet etsin; eli açık- cömert biriydi. Bir tarihçi olarak benim için en büyük nimet onun sohbeti idi.
Neler anlatmazdı ki?
Dört-beş yaşında bir çocukken hayal-meyal hatırladığı “Yunan gavurunun Bursa – Yenişehir ve bu arada köylerini işgal etmesi” olayını mutlaka anlatırdı. Babasının omzunda nasıl kaçtıklarını; Tekkeköy – Ahıdağı üzerinden Bozöyük ve İnönü’ye kadar gittiklerini anlatırdı. Sonra çaresiz işgal altındaki köye geri dönmüşler. Yunan askerinin köyde görevlendirdiği Rum korucuya kadar hatırlıyordu Hüseyin Amca. Ben ömrümde böylesine işlek bir hafıza pek az gördüm.
İşgal altındaki zavallı köylünün işgalcilerden çektiği yetmiyormuş gibi bir de yerli çetelerden neler çektiklerini anlatırdı bir de. Neyse ki, 1922 sonlarında kurtuluş gerçekleşmiş de köylü normal hayata geçmeye başlamış. Hüseyin Amca o kurtuluş sırasında yedi-sekiz yaşlarında aklı iyice kesen bir çocukmuş.
Cumhuriyetin ilk yıllarına rastlayan çocukluğunda yukarıda değindiğimiz üzere önce eski yazıdan eğitim gören Hüseyin, 1930’ların başlarında köylerinde açılan Halkodasında yeni yazıyı ve okuma aşkını geliştirmiş ki, bu aşk onun hayatı boyunca sürmüştür. “Ben ilk kez kitap okumanın zevkini köyümüzdeki halkodasında tattım” derdi. Bir yandan köyün çobanlığını yapıyor; boş bir an bulur-bulmaz halkodasına gelip aşkla kitap okuyormuş genç Hüseyin.
Bu okumaların verdiği medeni cesaretle kabuğunu kırıp, köyünden çıkmaya karar veren genç Hüseyin, 1932’de Bursa’ya; ardından İstanbul’a giderek dünyayı görmüş. 1933 Yılı Kasım ayında, 18 yaşında iken, kendisi adına olağanüstü bir yolculuk yaparak Başkent Ankara’ya gitmiş; iş aramış. Aslında askerlik mesleğine (küçük zabitlik görevi) girmek istemiş ama nasip olmamış.
O da kısa süreli ticari bazı işlere yönelmiş. İlk yıllarda pek bir dikiş tutturamamışsa da azim ve kararından dönmemiş. Giderek köyün varlıklı adamları sırasına yükselmiş ve artık yirmi yaşını aşmış bir genç olarak köyünden Sabriye Hanımla evlenmiş. 1938 yılında da ilk çocuğunu kucağına almış.
Hüseyin Kaplan, artık evli ve tam da baba olmaya hazırlandığı bir anda askerlik vazifesine çağrılmış. Askerliği II. Dünya Savaşının başladığı sıkıntılı bir döneme denk gelmiş. O yüzden ilk çocuğu İsmail’den ve ailesinden uzakta kalmanın hasretini askerlikteki dört yıl boyunca çekmiş ve nihayetinde 1941 yılı sonlarında terhis olmuş ama dönüşünde oğlunun öldüğünü öğrenmiş. Ancak Allah ona 1942’de yeni bir oğlan verince adını “İhsan” koymuş. Derken sonraki yıllarda Allah ona İrfan, İlhan gibi evlatlar da vermiş.
Askerlik dönüşü iki-üç yıl sürecek mali bir sıkıntı evresi geçirdikten sonra Özel İdare’de iş bulması ile hayatında yeni bir devre başlamış. Önce annesini; ardından, 1948’de babasını da kaybedince artık zaten memuriyet hayatına girdiği için köyü ile pek irtibatı kalmamış.
Özel İdare’deki memurluğunun ardından Tapu Sicil Katipliğine atlayan Hüseyin Amca, üç yıllık okul eğitimine rağmen şaşırtıcı bir kariyer yükselişini yaşamış. 1955’te sırasıyla Mudanya ve Keles’te Tapu’da müdürlük ve ardından Bursa Tapu’ya müdür muavinliğine getirilmiş ve aile hayatını artık Bursa’da kurmuş.
Kendisi çok sevdiği halde içinde ukde kalan okuma hevesini, çocuklarının hepsini okutarak gidermeye çalışmış ve çocuklarının her biri birer görev sahibi olmuşlardır. Hüseyin Kaplan, 1996’da bütün işi gücü bırakıp, doğduğu köye yerleşmiş ve ölene kadar da orada yaşamıştır.
Ulupınarlı bu asırlık çınarı 10 Ekim 2014 günü ebediyete uğurladık. Aslında o yazdıklarıyla ve bıraktığı hoş sada ile hep hatırlanacaktır. Hayatını “Hayatım ve Hatıratım” başlıklı bir kitapta, Yenişehirli yerel gazeteci Ali Bilgiç sayesinde topladı. Ancak bu değerli kitap çok sınırlı sayıda bastırılabildi. Gelin, bu kitaptan Çocuk Hüseyin’in 1923 -24 yılından başlalayan eğitim –öğretim hatıralarından küçük bir bölümle bitirelim yazımızı(Sayfa:25-27):
Bulgaristan’ın Şumlu kazasından göç ederek Bilecik’in Hasandere köyüne iskân olmuş, oradan da köyümüze imam olarak gelmiş, akrabamızdan bir kadın ile evlenerek köyümüze yerleşmiş olan Hafız Hasan Efendi adında biri de gelenek üzere kış aylarında çocukları okutuyor. (1923-1924 ders yılıydı) Bende okula devam ediyorum. Ancak bu imam yukarıda anlatmaya çalıştığım imam gibi değildi. İsteyen olursa Kur’an dersi ile birlikte okuma-yazma dersi verebileceğini, isteyenler kalem, defter, alfabe alsınlar demiş. Babam bana da kalem, defter ve alfabe aldı. Üç arkadaş biz Kur’an dersi yanında okuma-yazma dersi de almaya başladık.
Nadirattan da olsa böyle kültürlü, ilerici, yobaz olmayan imamlarda vardı. Bu münevver zatın medrese tahsili ve hafızlığı olmakla beraber Rüştiye tahsili de vardı. Kendisine maarifçe öğretmenlik teklif edildi. Fakat kabul etmedi. Köye bir ara öğretmen tayin edilemediği zaman birkaç yıl öğretmen vekilliği yaptı, başarılı da oldu, üst makamlarca takdir edildi.
Bir ders yılında bize okuma-yazmada bir şeyler öğretmiş ki: ertesi sene Cumhuriyetin ilanını müteakip 1924 yılı Mart ayında Tevhid’i Tedrisat Kanunu da yürürlüğe girmekle hemen köyümüze öğretmen tayin edildi. Köyde 75-76 kadar öğrenci toplanmıştık. İlk günlerin birinde öğretmen karatahtaya “Anadolu içinde bir güneş gibi doğdu” marşını yazdı ve öğrencilere hitaben: “İçinizde bunu okuyacak var mı?” diye sordu. Osmanpazar’dan gelme iyi bir medrese tahsili yapmış Molla Osman’ın 14-15 yaşlarındaki oğlu Mustafa parmak kaldırdı. Bu arada yazının başında bir iki satırı okuyabiliyorum diye, tamamını okuyacağımı sanarak ben de parmak kaldırdım. Öğretmen Mustafa’ya “Sen belki okursun ama” ben fiziki yapım itibariyle zayıf çelimsiz, yaşımdan da küçük görünüyorum ki: “Küçük sen oku bakalım” demez mi? Ben; ”Anadolu içinde bir güneş gibi doğdu” deyip ilerisini çıkaramayacağımı anlayınca başladım ağlamaya. Öğretmen yanıma gelerek, ‘aferin’ deyip omzumu okşayarak teselli etmişti. Ağlasam da öğretmenin beni okşayıp teselli etmesi bana güç vermişti. Böylece
öğretmenin gözdesi ve sınıfın başarılı öğrencisi olmuştum.
Bu başarıyı yukarıda ifade etmeğe çalıştığım Şumnulu İmam hocaya borçluyum. Bu hocanın bana bahşettiği yalnız bu olay değil. Okuldan sonra daha ileri yıllarda 1930-1931 yıllarında özel olarak bana din dersi, tecvit okuttu, hafızlığa çalıştırdı. Ülkemizde imamlar keşke hep bu vasıfta olsaydı. Ruhu şad olsun, nur içinde yatsın.
Mevlâ cümlesine rahmet eyleye…